24 Eylül 2020 Perşembe

KORONA'YA FİLM YAPILMALI



GEL DE YAZMA

        Biz artık görerek ikna olan bir toplum olduk. Gönül gözümüze “katarakt” inmiş olmalı!

İnsanımıza bir şeyi anlatmak, inandırmak, ikna etmekte zorlanıyoruz. Bakın aylardır şu meşum

hastalık için en üst düzeyde ve her gün “Maske tak, mesafeli ol” denildiği halde çoğumuz kulak

asmıyor.

        Niye acaba?!

        Sadece Covid için değil, böyle bir yığın önemli uygulama, uyarı, tembih havada, idrak

noktamızın dışında kalıyor maalesef. İDRAK, anlama yeteneği, anlayış, kavrayış demektir, erişme,

kavuşma, ulaşma anlamındadır bir bakıma. Ama biz idrak etmede sanki acze düştük!

Maske takmayanın öteki uyarılara kulak astığı sanılmasın. Eğitim düzeyi ne olursa maske

takmamak SAĞLIK değil, AHLÂK meselesidir demiştim daha önceki bir yazımda, aynen öyledir ve

sorumsuzluktur bence. Dünya genelinde yaşanan bu salgının sadece bir sağlık meselesi olmadığı gibi..

Bilmem anlatabildim mi?!


                                                                      ****


        ABD sinema endüstrisi Hollywood, Amerikan devletinin emrindedir adeta. Dünya üzerinde

ABD adına ne icra ediliyorsa Hollywood orada olur. En yüksek teknolojiyi kullanarak Amerika’nın

Irak’ta, Suriye’de niçin bulunduğunu, Afganistan’da 3,5 milyon insanı niçin öldürdüğünü siyahi

beyaza boyayarak anlatır sinemacılar. Seyircinin gözünü boyarlar ve psikopat derecesinde bir zulmü,

masum çaresiz bir uygulama gibi gösterirler. Ağlarız filmi izlerken, duygu seline kapılırız. ABD,

Hollywood’u kendi kamuoyuna da böyle kullanır.

                                                                        ****


        Ülkemizin sinema sektörü de fena sayılmaz, artık dünya ölçeğinde filmler yapılabiliyor. Şu

birkaç aydır Covid 19 nedeniyle yaşananların niçin senaryosu yazılıp filmi yapılmaz ki? Bilhassa sağlık

çalışanlarının yaşadıkları başlı başına bir dizi konusudur. Doktorların, hemşirelerin çocuklarına bile

sarılamamaları, bir apartman ötede yaşadıkları aile hasretleri niçin dile getirilmez? Çok mu sıradan

şeyler bunlar?!


                                                                        ****


        Sadece sağlık değil, işte, minicik bebelerimiz bu salgın döneminde okula başladılar, onların

duygusal dünyaları, velilere mesajlar, biraz yetişkin çocuklarımızın sosyal medya tutkuları, aileden

kopuk gibi yaşamaları film endüstrisinin konusu olamaz mı? Kültür bakanlığımız, Corona konusunda

bir görev aldı mı mesela? Kesenin ağzını açıp mutlaka teşvik edilmelidir. Nice filmlere konu olacak, ne

hikâyeler yaşandı kim bilir? Ne dediğimi anlamamış olanlar şu sıra Amerika’da, Avrupa’da çok revaç

bulan “Social Dilemma” filmini seyretsinler. Bizzat Google, Facebook çalışanlarından dinlemeliler

insanlığın nasıl bir tuzakla karşı karşıya bulunduklarını..


Sabah Gzt.

17 Eylül 2020 Perşembe

NALLIHAN YANGINI KÜLLİYE'DE

GEL DE YAZMA 

       Yanan ormanların hesabını birilerinin vermesi gerekir. Nallıhan’dan sonra Kızılırmak Deltası kuş cennetinde çıkan yangında da 1000 hektar alan kül oldu. Normal yangınlardan öte bir durumdur orman yangınları, geleceğimizin yanmasıdır.

            900 Hektarlık Nallıhan yangınının ardından Kızılırmak Deltası kül oldu. UNESCO dünya mirası listesindeydi delta, gördünüz mü bilmiyorum, zengin kuş çeşitliliğine sahip, göçmen kuşların uğrak yeri güzelim deltanın önemli bir kısmı yandı kül oldu. Başlangıç cümlemi tekrar ediyorum: Bu yangınların hesabını birilerinin vermesi lazım.

                                                    ****

        Nallıhan’daki yangının raporu Cumhurbaşkanı’nın önüne geliyor. Aslında bağımsız bir denetim grubu oluşturup bütün önemli yangınlar hakkında birer rapor alınmalı. Ne zaman yangın başlamış, müdahale ne zaman olmuş ne kaybedilmiş tek tek soruşturulmalı. “Mevsim gereği her sene olur” diyerek yangınlar asla geçiştirilmemelidir.

        Kendisi de Nallıhanlı olan Ankara Milletvekili Nevzat Ceylan’ın tespitleri önemli. Ceylan, geç müdahaleyi 1. Sebep olarak görüyor. Organizasyon bozukluğu, sevk ve idarede kopukluk yangının büyümesinde ikinci sebep. “Personel orman yollarını bile bilmiyor” diyor. Niye? Çünkü başka yerden getirtildiler. 4. Sebep “Tabii Tensil” denilen kesim atıklarının öbek öbek orman içinde bırakılmış olması Nallıhan yangınını körüklemiş. Soğutmada da yetersizlikler yaşanınca yangın büyümüş.

                                                       ****

        Dediğim gibi, bir rapor halinde bu yangın Cumhurbaşkanının da önüne gelecek. Ormancıların şapkalarını önlerine koyup düşünmeleri gerekir. Tek bir ağacın dahi yanmasına bu milletin tahammülü yoktur. Bilhassa ardıç, ormanın altın ağacıdır, her yönüyle çok değerlidir. Kuş cenneti yangınları ise bütün vicdanları sızlatır.

        Hataya tekrar düşmeden, bütün orman yangınlarımıza esasen milli savunma konusu kadar hassasiyet gösterilmesi icap eder. Milli varlığımıza ve Ormana kast edenin cezası affolunmaz.  

Sabah Gzt.

 


10 Eylül 2020 Perşembe

NALLIHAN'DA İÇİMİZ YANDI

 GEL DE YAZMA  


Nallıhan yangını Ankara’nın afetidir. Doğa-çevre anlamında her ilin bir yumuşak karnı vardır. Mesela İstanbul, bilim insanlarının “kaçınılmaz” dedikleri o büyük depremin kâbusu ile yaşamaktadır. Diğer illerin de böyle yöreye has özel durumları vardır. Ankara’nın ormanları da öyledir ve Başkent için önemlidir.


Çankaya’dan Keçiören’den ibaret değildir Ankara.. Nallıhan’ı, Elmadağ’ı, Koçhisar’ı velhasıl her hal ve şartı ile Ankara’dır.


Nallıhan’daki orman yangının külleri henüz soğumadı. Üzerinde durulması gereken bir olaydır ve yalnız Ankara için değil, Türkiye için önemli bir olaydır bu yangın. Nallıhan yangınının mercek altına alınması gerekir.


****


Nallıhan’daki yangın anlayan, bilen, yaşayan insanların ciğerini yaktı. Bunlardan biri de Nevzat Ceylan. Nallıhan’da doğmuş büyümüş bir insan Nevzat Ceylan. Siyasete atılmadan önce Milli Parklar’ın da en üst derece yöneticisiydi, genel müdür olarak görev yaptı. Nallıhan’’daki yangın başlayınca orman işçisi gibi gece gündüz bizzat mücadele ettiğini gördük. Söylediği bir şey var Nevzat Bey’in; “Ormanları yok eden yangınlar değildir” diyor. Öyleyse geriye müdahale biçimi kalıyor. Bu noktada ben de orman yangınlarına zamanında ve doğru biçimde müdahale edilmiyor mu diye sormak istiyorum?!


****


Orman yangınlarına karşı uçağı, helikopteri ve her türlü mücadele ve müdahale araçlarını devletimiz sağlamış bulunmaktadır. Teşkilatın her türlü donanımı tam ama gelin görün ki yangınların önü alınamamaktadır.


Ormanlarda kimin yangını çıkardığı önemlidir ama yangınların neden zamanında söndürülemediği bundan daha önce gelen bir sorudur ve sorudur.


Nallıhan’da 900 hektar ormanı kaybettik. Yalnız ağaçlar değil, güzelim yaban geyikleri, kuşlar, bütün canlılar bu yangında can verdiler. Ormana zarar vermesin diye çekilen tel örgüler içinde kalan geyikler yangından kaçamamış kavrulmuşlar. Bir yanlış uygulama da bu tel örgü uygulamasıdır.  


****


Nevzat Ceylan, yangının büyümesini geç müdahaleye bağlıyor. Teşkilatın moral motivasyonunun da önemine dikkat çekiyor. Bir süre ben de Orman Bakanlığında, Ormancıların içinde görev yaptım. Ormancıların da meslek taassubu içindeler. “Kol kırılır yen içinde kalır” derler ve olayları kapalı devre tartışırlar. Ağaçlandırma çalışmalarını olabildiğince duyurup, ne kadar alanı ağaçlandırdıklarını gururla anlattıkları halde yangınları hiç konuşmazlar. Bunun da konuşulup tartışılması gerekir Bu konuya devam edeceğiz. 

3 Eylül 2020 Perşembe

MÜNHASIR ZAMANLAR

 


Ahmet Tezcan


Aşure günlerindeyiz, Muharrem ile başlayan Haram aylar hürmetli aylardır. Öteki

aylar hürmetsizdir anlamına değil, MÜNHASIR yani hasredilmiş bir zaman dilimi.

Şu sıralar çok duyduk bu kelimeyi. Münhasır, sondaj için ekonomik bölgeyi işaret

etmez, sadece bir yer işaretçisi değildir yani, zamanlar da hasredilir.

Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve mübarek ÜÇ AYLAR’ın başladığı Recep haram

aylardır.

Ramazan sonuna kadar ibadete hasredilmiştir.

Kurban, Hac, oruç, kandil geceleri..

Kötü alışkanlıkların terki, ibadet ve güzel alışkanlıkların sürekli hale dönüşmesi

için önemli bir fırsattır bu aylar. Sadece ibadet değil, çalışmak, üretmek, okumak

ama dini vecibeleri de yerine getirerek değerlendirilmesi gereken bir zaman.


****


Şimdiki nesil bunları bilmiyor anlatmak lazım.. Sünnet nedir diye sorulunca

utanıyor, elini ağzına kapatıp gülüyor, sonra “Şey işte..” diyor, kestirmekten söz

ediyor. Ona sünnet olurken de bir şey söylenmemiş. Sünnet elbisesi, davul-

zurna, vur patlasın çal oynasın onu hatırlıyor yavrucak.

Derin anlamları vardır bu ayların. Aşure aşını kaşıklarken kaçımız Nuh Nebiyi

hatırlıyor?! Hz. Âdem’in tövbesi, Hz. İbrahim’in ateşten kurtuluşu, Hz.

Muhammed’in torunu Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehit edilişi bugün kimin

gündemidir mesela? Muharrem’in 10’unda kaçımızın evinde aşure kaynar?!


****


Artık şehirli olduk GÜVENLİKLİ SİTELERİ doldurduk. KOMŞULUK adına SIFIR bir

hayat! Zavallı, acınası bir yalnızlık içinde güya birlikte oturuyoruz! Whatsapp

Grubu gibiyiz. “Aidatı 50 TL artırdık, arabanızı garajdan çıkarın” gibi bu yolla

gönderilen mesajlardan birilerinin bizi yönettiğini fark ediyoruz ama komşuluk

yok.. Oysa komşu; evlattan, anadan, yârdan önemli. Neredeyse birbirinin

mirasçısı olacaktı komşular. Bu dinin Güzel Peygamberi “o kadar bahsedildi ki

öyle sandım” diyor. Selam, sevgi, saygımız onun üzerine, âline, ahfadına olsun.

Aşure, birbirimizi görmek, tanımak, ikram etmek, hâl-hatır bilmek, sevmek için

de bir fırsattı eskiden, Muharrem de onun zamanı.

Şimdilerde hürmetli aylarda savaş konuşur olduk. Habire tamtamlar vuruyor

Doğu Akdeniz’de. Tamtamın başında eli kanlı Fransa vaveyla yükseltiyor. Bu

yakada ise ZAFERLERİN MİLLETİ Ya Sabır çekiyor. İş başa düşerse de en az 100

yılın hesabı görülür.

27 Ağustos 2020 Perşembe

MASKE DEĞİL, SAĞLIK!



GEL DE YAZMA 


Ahmet Tezcan

Maske-mesafe uyarıları hedefine ulaşıyor mu? Çarşıya pazara bakarsak pek

uyulmadığı hissine kapılıyoruz. Maskesini kolda, çenede veya burnunu açıkta

bırakarak kullananların çoğunluğu hemen dikkat çekiyor.

Sağlık Bakanı Koca açıkladı, EN RİSKLİ 6 İL; İstanbul, Ankara, Gaziantep,

Şanlıurfa, Bursa olarak sıralanıyor. Çorum, Kayseri, Konya, Diyarbakır da aynı

durumda. Daha pek çok il bu sıralamaya dahil edilebilir durumda.

Yüksek riskli 6 il içinde ANKARA maalesef ikinci sırada yer alıyor. Söz açılınca

Ankara’nın BAŞKENT ve bu şehrin çoğunlukla MEMUR ŞEHRİ olduğunu söyleriz.

Hani nerede?


****


Korona uyarıları neden adrese ulaşmıyor? Amiyane tabirle çoğunlukla mürekkep

yalamışlığımız nerede kalıyor? Demek ki bu konunun diplomayla filan ilgisi yok!

Ya neyle ilgisi var?

Maske kullanıp kullanmama, meseleyi hafife alma, uyarıları önemsememenin

bence sorumluluk duygusuyla, aile terbiyesiyle, ahlâkla ilgisi var. Salgına rağmen

burun buruna, adeta sarmaş dolaş bir hayat sürüp gidiyor.

Maskeye dikkat etmeyenlerin mesafeye, temizliğe ve diğer uyarılara dikkat

gösterdiklerini mi sanıyorsunuz? Hiç sanmam!

Kına, nişan ve düğünlerde, asker uğurlamalarında, taziyelerde sorumsuz hareket

ediliyor da çarşıda pazarda esnaf- sanatkâr maskesiz dolaşmamaya çok mu özen

gösteriyor? Bakın çevrenize, dükkân komşularının kapı önünde burun buruna

tavla oynadıklarını görürsünüz. Bunların aileleri, çocukları, komşuları, akrabaları,

arkadaşları var. Taşıyıcı iseler hepsi risk altındalar.


****


Ne olsun yani?

Her gün 20-25 kişi bu korona virüsden değil, SORUMSUZLUK YÜZÜNDEN

ölmeye..

Her gün 1500-2000 kişi bu hastalığa yakalanmaya devam mı etsin?

İlelebet maskeli bir hayata mahkûm mu olalım?

İşte, olayın sadece bir sağlık sorunu olmadığı ortada. Öyle olsaydı makul süre

içinde inanın bu sorunu çözerdik. Bir virüs aylarca gündemde kalmaz, en önemli

endişe kaynağımız olmazdı. Böyle giderse maskenin, giyim-kuşamın bir parçası

olmaya devam edeceği bilinmelidir.



19 Ağustos 2020 Çarşamba

Pabuçlar damda?!

Sabah

GEL DE YAZMA

Sermayem itibarımdır. Bir işyerinin duvarında yazılıydı bu söz, kocaman

harflerle orada öylece duruyor, gelenin gidenin hemen gözüne çarpıyordu.

Sermayesi itibarıydı işletme sahibinin. Bu büyüklükte duvara nakşedildiyse

iddialıydı ve tavizi de yoktu. Tersten söylesek, “itibarım sermayemdir” desek yine

aynı kapıya çıkıyor.  

İtibar; “değerli, güvenilir olma durumu, saygınlık” olarak tarif ediliyor

sözlüklerde, muteber de aynı kökten. Şimdi sokakta gençleri çevirsek, “itibar”

nedir, ne anlama gelir diye sorsak, kaçından doğru cevap alırız? Başka şey,

konudan da sapmış oluruz. Bir üretim için gerekli öz varlığa da sermaye deniyor.

Yani her şey para değil, yapılan iş, ortaya konan hizmet ile sağlanan GÜVEN ve

SAYGINLIK her yerde her zaman erbabına yetiyor.

Anadolu’da bir söz vardı, “Evde unun olacağına, çarşıda iyi ünün

olsun.” Ün; yani itibar, saygınlık, iyi hizmet, sağlam maldır. Bahse değer sözün

ve maksadın özeti bu. Değerli ve güvenilir olmak ŞEREF’dir, HAYSİYET’dir, itibarlı

olmak da esasen bundandır.

****

Peki, aksi davranış içinde olan yani hileli ve sahte iş yapan

n’olacak? Onlar da karşılığını alıyor muhakkak, er veya geç.. Ha, kazanmış gibi

görünebilir ama bir başka hal ile bir bedel ödediğine veya ödeyeceğine benim

şahsen kuvvetli inancım var.

Başkentte her gün dönmekte olan bir yığın hizmet var, üretim ve ticareti,

alanı-satanıyla Ankara’da 5,5 milyon insanız. Yalnız AVM olarak adlandırılan

görkemli binalar, büyük iş merkezleri değil, sıra sıra bütün dükkanlar, iş yerleri..

Bir yerde esnaf- sanatkâr, ticaret erbabı isek öte tarafta hepimiz tüketiciyiz.

Eskiden MÜŞTERİ idik, şimdi TÜKETİCİ olduk, tükettik ne varsa?!. Yiyoruz

içiyoruz, kendimizden geçiyoruz. Sunum harika(!) olunca aldanıyoruz da bazen.

Mutfakta neler olduğunu, hangi malzemeden kimin nasıl yaptığını bilmiyorsunuz

ki..  

****

Eskiden LONCA adı verilen esnaf teşkilatları vardı, fiyattan kaliteye her türlü

denetimi yapardı. Bir gün, bir kavaf yani kunduracı dükkanından alınan

ayakkabının çabucak yırtıldığı, sağlam olmadığı Lonca yetkilisine duyurur.

Kunduracı “Gel beru!..” diye çağrılır ve kusurlu ayakkabı için azarlanır,

müşterinin parası da iade edilir. Bununla kalmaz beğenilmeyen ayakkabıyı da

dama atarlar. İşte “Pabucun dama atılması” ondandır. Şimdi Lonca yok, ahi

teşkilatı da.. Bir yığın esnaf kuruluşu, oda, borsa ve belediyeler var, makamları,

makam arabaları var ve fakat dervişan bir lonca teşkilatının yerini tutmuyor

vesselam.

13 Ağustos 2020 Perşembe

Seyyah gözüyle..

Sabah


GEL DE YAZMA

Ahmet Tezcan

Eski İngiltere Büyükelçisi Ankara’nın yeşilliklerini öve öve bitirememiş hatıratında, Falih Rıfkı’ya Ankara’nın bağlarından, bahçelerinden bahsetmiş. Bugünü görseydi diyorum belki de dilini yutardı her halde şaşkınlıktan!..

Fransız coğrafyacı George Perrot, 1800 lerde Ankara’ya gelmiş. Avgustus tapınağı kazısını o yapmış. Ermeni, Rum, Yahudi, Fransız ve İtalyan azınlıklardan, onların mezarlıklarından da söz ediyor. Zengin kesim o dönem şehrin güney doğusunda; süslü binalarda otururlarmış. Bugünkü Gaziosmanpaşa tarafları oluyor. Bir şey değişmemiş demek ki?! Türkler’in çoklukla Kale semtinde oturduklarını söylüyor Perrot..

Günümüzün gözde semti Çankaya’dan “Çengi Kayası” diye bahsediliyor.

Çankaya adı buradan gelmiş olmalı, “Çengi” ve “kaya” kelimeleri birleştirilmiş. Atatürk, Reisicumhur Köşkünü yaptırıp yerleşince Cumhuriyet eliti de çevresine toplanmış.

****

İstanbul’daki Alman Hastanesinin ilk Başhekimi Dr. Mordmann da 19. asrın sonlarında Ankara’yı ziyaret eden yabancılardan..

Kent insanlarının çalışkan olduklarından bahsediyor Dr. Mordmann, yün, yapağı, tiftik üzerine nasıl uğraş verdiklerini anlatmış.

Birkaç yabancı dışında Türk hekim yokmuş o zamanlar Ankara’da. Dr. Mordmann, Ankara’nın o zamanki hekimleri Palermolu Leonardi, Yunanlı Rigas, Udimeli Bartalomeo Malfatti ve Fransız Duclos gibi birkaç isim sayıyor.

Tournefort ve Texier isimli seyyahlar kuş uçmaz kervan geçmez zamanlarda ne için gelip dolaşmışlarsa; Ankara’nın sanayileşmesine dikkat çekmişler ve sanayi adına kayda değer bir şeye rastlamadıklarını anlatmışlar.

19 yüzyılın başlarında Ankara’da faaliyet gösteren Levant Company ve East İndia Company adlı şirketlerdeki çalışanlar da olumlu bir kayıt vermiyorlar; “Refah adına bir şey bulamadık” diye not düşmüşler hatıralarında..

****

Bunları ben Nejat Akgün’ün, “Burası Ankara” adlı kitabından öğrendim, ilginç bilgiler var.

Anladığım kadarıyla 19 ncu yüzyıl Ankara’sı “seyyahlar için iyi bir seçim olmasa” da gelip gezmiş, dolaşmış ve notlarını ülkelerine taşımışlar.

Şehir hayatı açısından şanssız dönemleri olmuş Ankara’nın, biz de bir yabancı gözüyle gezginlerin hatıralarından bunları öğreniyoruz ama bilgiler tatminkâr değil, sınırlı.. Başkentin dününü anlatan derli toplu hatırat var mıdır bilmiyorum. 

“Çete” diye adlandırılan zorbaların bahsi de geçiyor, Anadolu’daki ayaklanmalardan Ankara çok çekmiş.. Bugünle kıyaslandığında nasıl bir sonuç ortaya çıkar her yönüyle ayrıntılı incelemek gerek.

6 Ağustos 2020 Perşembe

Bir top dondurma kaç kalori?

Sabah

GEL DE YAZMA

Ahmet Tezcan

Mevsimin bunaltıcı sıcağında Corona korkusunu unutturacak, içimizi serinletici bir

şey yazmak istedim bugün. Her yaşta sevilerek ama temkinle tüketilmesi

gereken dondurmanın 4 bin yıllık bir tarihi olduğunu biliyor muydunuz? En çok

dondurma tüketen ülkeler, bizdeki durum, yararları, zararları hepsini bu yazıda

bulacaksınız.

İlk dondurmanın kar ve buz üzerine meyve suları ilavesiyle elde edilen bir

karışım olduğu ileri sürülüyor. Osmanlıdaki adı KARSAMBAÇ. Yani bizde

dondurmanın atası olarak kabul ediliyor karsambaç. İşin içine süt girince

bugünkü halini alıyor. Dondurma çocukların vazgeçilmezi, hiçbir şey yemezler

ama dondurmaya hiçbir zaman HAYIR demezler.

****

Selçuk Üniversitesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Nihat Akın, hani derler ya;

dondurmanın kitabını yazmış. ''Dondurma Bilimi ve Teknolojisi'' adlı kitabında

Akın, herkesin severek tükettiği dondurmanın süte göre 3-4 kat daha fazla yağ

ve protein içerdiğini belirterek; “Serinleyelim derken kiloları almayalım”

uyarısında bulunuyor. Yalnız şekere dikkat! Şekere “Tatlı Zehir” denmesi boşuna

değil. Diğer besinlere karşı da isteksizlik yaratıyor. Protein ve karbonhidratın yanı

sıra kalsiyum, fosfor, magnezyum, potasyum gibi mineralce zengin olan

dondurma çocuklara çok yararlı ancak ölçülü olması şartıyla. Güvenilir ve

hijyenik şartlarda olduğu takdirde 4 mevsim tüketilmesi tavsiye ediliyor.

Dondurmanın dünya hikâyesi çok ilginç. Avrupa’dan 250 yıl sonra keşfetmelerine

rağmen en çok dondurma tüketen ülke ABD, 18 yüzyılda hayatlarına girmiş.

Vanilyalısı dünyada en sevilen dondurma çeşidi ve çukulatalısı 2. Sırada..

Dondurma külahı da ilk kez ABD’de yapılmış. Ve hesap etmişler bir külah

dondurmayı tüketmek için 50 kez yalamak gerekiyormuş.

****

Ülkemize gelince dondurmanın tadını, keyfini, zevkini ilk keşfeden ülkelerden biri

Türkiye. Hiç geri kalmıyoruz bu konuda. Osmanlı mutfağında dondurmanın

envaitürlüsü var. Bilhassa sarayda hünkârların damak tadına göre demirhindili,

çilekli, kavunlu dondurmaların dev kepçelerle yoğrulduğu biliniyor. Türkiye’de

kişi başı 3,5 Kg. dondurma tüketiliyor. Finlandiya soğuk bir ülke olmasına

rağmen kişi başı tüketim 9 Kg. Kanada’da yazları değil, en çok kışın dondurma

tüketiliyormuş. Abbasiler gülsuyu ile dondurma yapmışlar, Marco Polo bunu

görüp tarifi, İtalya’ya götürmüş. Kökü bizim coğrafyadan aparma bir bakıma.

Fransızlar resmi yemeklerde dondurulmuş süt servis ederken, zaman içinde

dondurmayı bulmuşlar deniyor.

Netice olarak kalsiyumca zengin, glisemik endeksi oldukça düşük olan dondurma

sadece çocukların, yetişkinlere de uzmanlarca tavsiye ediliyor. Bir top sütlü

dondurmanın 100 kalori olduğunu unutmadan istediğiniz kadar tüketebilirsiniz!

29 Temmuz 2020 Çarşamba

Bayram neş’e, huzur demek

GEL DE YAZMA

Ahmet Tezcan

Kurban da; kelime olarak yakın olma, yakınlaşma, akrabalık anlamına

geliyor. Binlerce yıllık bir gelenektir bu. Kendine göre YÜCE olana, büyük büyük

bir güce, iradeye boyun eğip, teslim olmadır bir anlamda. Nedir büyük güç?

YARADAN’dır, Allahtealâ’ya isnat eder. Onun adı anıldıktan sonra “celle celal ve

celle şanehu” denir, adının, şanının yüceliği tazim ve takdis edilir.

Güç, yücelik; bütün alemi, yıldızları, bir sistem içinde çekip çeviren,

döndüren, on binlerce derece harareti bir kürenin içinde muhafaza eden,

milyonlarca canlıya rızkını veren, hayatta kalmasını sağlayandır. Bir bakıma

“ULUHİYYET”in yani ilahlığın tarifidir bu. Kurban kesmek de O’na tabi olma ve

teslimiyetin somutlaşmış halidir. Bütün dinlerde, bütün medeniyetlerde en

başından beri bu var.


****


Son din İslâmiyet de kurban kesmeyi yasaklamamış, et için değil, İBADET

olarak devam ettirmiş. Çünkü kurban kesmenin dinî olduğu kadar sosyolojik,

psikolojik ve dahi ekonomik yönleri var, uzmanından öğrenilebilir bunlar. “E

kardeşim, inanmıyorum” deyip inkârı seçen, her şey doğaya bağlayan da var.

Hz. Mevlâna “Kâfire yani inkâr edene de şükran borcumuz var münafık olmadığı

için” diyor. Ya olduğun gibi görünecek ya da göründüğün gibi olacaksın.

Yalnız şunu unutma: Bir gün dükkânı kapatınca raflara ne koyup nasıl

boşalttığını, ne alıp sattığını maliyeye, belediyeye haber vermek zorunda olduğun

gibi bu kısacık ömrün de hesabı verilecek. Can boğaza düğümlenirken nerede,

nasıl yaşadığını soracak bir makam mutlaka olacak. “Ay vahşet! binlerce

hayvancık canından oluyor” diyenler de bu sözlerini nefis kokular içinde

kebapçıda yahut kasap dükkanında “Şu ön kolu sıyır, 2 Kg. da kıyma ver, çift

çekilmiş olsun” derken de hatırlamalılar.

****


Günümüz insanı belki şartlar bayramı da değiştirdi. Görmeden,

dokunmadan siparişle kurban kestirip "tele-bayram" yapıyoruz adeta. Bedelini

yatırıp kendimizi tatile atıyoruz. Bizzat kendimiz kurbanız belki farkında değiliz?!

Hayvanı sevmek, okşamak yani yaşamak başlı başına bir terapi aslında.

Sokaktaki kedi köpeği beslemek, sahiplenmek de belki bu ihtiyacın bir sonucu

kim bilir?!. Çünkü insan diğer canlılarla birlikte yaşama arzusunda ve

ihtiyacındadır, müşterek yaşamanın adıdır hayat. Böyle dinle, inançla, örf ve

ananelerle öğreniyoruz hayatı. Anne-baba çoluk çocuk tüm aile, halalar dayılar,

tüm toplum; kurban, bayram, düğün-dernek asırlardır beraber yaşamayı,

dayanışmayı, izzet ve ikramı öğrendiler, öğrettiler. Bu toprakların çocukları

ayırarak, ayrıştırarak, bölerek değil, birleştirip bütünleşerek, büyüterek koca

koca devletler kurdular ve asırlarca yönettiler.

Yine Mevlâna’dan bir sözle bitirelim: Bir ipi iğneye geçirmek kolay, iki ipin

iğneye geçmesi için bükmek, bükülmek gerektir vesselam. Bayramınızı kutluyor,

çoluk çocuk daha güzel bir hayata ulaşmanızı diliyorum.

23 Temmuz 2020 Perşembe

Ankaragücü bu sezon üzdü..

 


GEL DE YAZMA 

Ahmet Tezcan

Bu sütunda spora dair pek fazla kalem oynatmış değilim ama Başkent’in

gündemine de bigâne kalamam. MKE Ankaragücü, Başkent’in tarihinde önemli

bir yer tutar. Sadece Başkent’in değil, ülkenin en eski futbol kulüplerinden biridir

Ankaragücü.. Sarı-Lacivertliler’in Süper Lig’e veda etmesi Ankara’da spor

gündeminde konuşulmaya devam ediyor. Filhakika başarısızlığın sebeplerini

yöneticiler, teknik ekip, oyuncular oturup bir hesap ortaya çıkaracaklardır. Hesap

kimin adına çıkarsa çıksın neticede Başkent’in bir ekibinin, ligin dibinde

kendinden söz ettirmesi Ankaralıları üzmüştür. Koskoca Ankara Süper Lig’de

neden tek takımla temsil edilsin? Düşme ne kelime, Gençler ile beraber taraftar

tabiriyle KAFA’ya oynasalar kim mutlu olmaz? Erman Toroğlu’nun ağzındaki

maskeyi gözüne kapatarak yaptığı yorum sadece şampiyonlukla ilgili de olmasa

gerek?! Ligin genel atmosferini anlatıyor bence..

****


Neyse, Antalya’ya mağlup olan takımımız neticede süper lige veda etti.

Maçın bitiş düdüğü bizim bu sezon süper ligde bitişimizin de ilanı oldu. TFF

Birinci Lig’de yer alan Osmanlıspor’dan birkaç saat sonra Ankaragücü’nün Süper

Lig’den bir alt lige düşmesi başkentlileri üzüntüye garketmiştir. Hadi Osmanlıspor

için mucize gerekti diyelim; Ankaragücü, Türkiye'nin en eski, en köklü futbol

kulüplerinden birisi. Sarı-lacivertlilerin lige vedası çok dramatik oldu ve duygu

dünyamızda yerini aldı. “Bu Sezon salgın yüzünden bir garip oldu, mücadele yaz

sıcağına sarktı” filan diyebiliriz, başka şeyler söyleyebiliriz.

Bu bir oyun diyerek meseleyi hafife almamalıyız. Evet bir oyun ama EURO

cinsinden milyonlarla ifade edilen bir oyun. Geneli itibariyle Savunma sanayi

rakamlarıyla yarışan, eşleşen bir oyun(!)dan söz ediyoruz. Böylesine harcamalar

yapılıyorsa sonuç alıcı ve tatminkâr olmalı. Herkes için söylüyorum; oyuncular

artık yerli kaynaktan sağlanmalıdır. Altyapı bu amaca yönelik kurulmalıdır.

Rakamların cazgırları aradan çıkartılmalıdır.

Evet, şimdi başkentliler olarak hüznümüzü Eryaman Stadı’nın yeşilliklerine

gömüp geleceğe bakma zamanı. Belki bu sezon sadece Gençler ile süper lig

heyecanı yaşayacağız ama bu heyecan koskoca başkenti tatmin etmez. Gönül

ister ki sadece futbolda değil, bütün branşlarda Ankara başarılara adını

yazdırmalıdır.


****


Ankaragücü için “ekonomik problemler” deniliyor, transfer yasağının sezon

başında kaldırılamaması, dolayısıyla kısıtlı bir kadroyla mücadele verilmesi

konuşuluyor. İyi de hesapların sezonluk yapılmaması gerekmez mi? Ankaragücü,

51 kez yer aldığı Türkiye’nin en üst futbol organizasyonunda küme düşme

üzüntüsünü beş defa yaşamış. Hadi 70’li yılları unuttuk, ancak 2000’lerin

mantalitesi farklı.

TBMM eski üyelerinden bir dostumu dün başında Ankaragücü kepi ile

dolaşırken gördüm. “Önemli olan şimdi bu kepi başta taşımak” dedi, “Biz düşenin

dostuyuz” demeye getirdi. Bir şey söyleyeyim mi; “Taraftarlık Ruhu” dimdik

ayakta, 1910’a mesajla “Yanımızda ol” kampanyanızın karşılığını bulacağına

inanıyorum, üzüntüye gerek yok. Başkan Mert’in dediği gibi Ankaragücü, büyük

camia, düştüğü yerden güçlenerek ayağa kalkacaktır. Kimsenin bundan şüphesi

olmasın.

16 Temmuz 2020 Perşembe

Ayasofya ve 15 Temmuz




GEL DE YAZMA 
Ayasofya’nın ibadete açılmasının yankıları sürüyor. 15 Temmuz ihanetinin de
üzerinden tam 4 yıl geçti. Peki, bu ikisi arasında bir ilişki var mıydı? İşte bu
yazımızın esası bu olacak. Önce Ayasofya ile ilgili söyleyeceklerimiz var.
Bir kere bu millet Ayasofya’nın müze yapılmasını bir türlü kabullenememiştir.
Beş asırlık İslam mabedinin MÜZELİK olması milletin gönlünde makes
bulmamıştır. Muhteşem bir imparatorluğun paramparça olması maşeri vicdanı
kanatmışken; fethin sembolü, ecdat mirası Ayasofya’nın vasiyete rağmen
müzeye çevrilmesini kim ister? O fetih ve komutanı, dahi Hükümdar Fatih
Sultan Mehmet Han’ın İslam inancında dillerde ve gönüllerde pelesenk bir
karşılığı vardır. Fatih, bu fetihle Peygamberimiz (SAV) Efendimizin övgüsüne
mazhar olmuşken, ÖVÜLMÜŞ KOMUTAN’ın vasiyeti yok sayılabilir mi? Neticede
86 yıllık hasret bitmiş, Ayasofya’mız kim ne derse desin yeniden cami olmuştur.
Muhteşem mabed ziyarete de artık 7/24 açık olacaktır.

****

Ayasofya’nın ibadete açılması kararı DİNÎ değil MİLLÎ bir meseledir ve
aidiyetle alâkalıdır. Herkes elbet aidiyetine uygun söz ve davranış gösterecektir.
Bu kararın anlamı şudur: Ayasofya bizimdir ve nasıl kullanılacağına ancak biz
karar veririz. Çoğu kavram ve tanımlar dini olsa da olay millidir. Öncelikle bunun
iyi anlaşılması gerekiyor. “Namaz kılacaksanız cami mi yok” sözleri safsatadır.
“Zulüm 1453’te başladı” diyenlerin ürettikleri bir safsatadır. EGEMENLİK, Kayıtsız
Şartsız Milletinse Ayasofya kararı da millete aittir. Bu millet Ayasofya’yı elinde
kalan bu son vatan parçasının bir mührü, bir bakıma tapusu olarak görmektedir.

****

Sütü bozuk bir hamle ile bu millete ve vatana ihanet edenlerin giriştiği 15
Temmuz darbesi eğer başarılı olsa idi bakın ne olacaktı.
Hassasiyeti çok iyi bildikleri için hemen Ayasofya’yı ibadete açarak milletin
gönlünü almaya, ortalığı yatıştırmaya çalışacaklardı. Pensilvanya’daki
Besleme alay-ı vâlâ ile Türkiye’ye getirilecek ve ilk Cuma namazı onun
imametinde Ayasofya’da kılınacaktı. Gönlünde bu muhteşem mabedin 86 yıldır
cami olmasını besleyen ve bekleyen halkın Cuma namazı için akın akın İstanbul’a
gelmesi sağlanacak, Divanyolu’na uzanacak milyonluk cemaatle büyük bir gövde
gösterisine sahne olacaktı İstanbul. Ayasofya’yı da kullanacaklardı bir bakıma. En
dekolte TV’ler bile ekranlarını ardına kadar açacaktı bu iş için. Darbenin asıl
sahipleri de Türkiye’de FETÖ eliyle elde edecekleri “İslâm görüntülü iktidar” ile
yalnız Türkiye’yi değil, halkı Müslüman olan tüm coğrafyaları tek elden, Türkiye
üzerinden ve perde gerisinden yöneteceklerdi. Yönetme ne kelime, iliklerine
kadar sömürmeye devam edeceklerdi. Asıl o zaman MÜZELİK olan Türkiye
Cumhuriyeti Devleti olacaktı.
Şu çok iyi bilinmelidir ki; Ayasofya kararına tepki aslında Türkiye’nin
egemenlik hakkınadır o kadar.
Ve 24 Temmuz’da kim mihraba geçer söylemeyeceğim ama ilk Cuma namazı
Fetih Suresi ile kılınacak ve manevi coşkusu çok yüksek olacak. Her 24
Temmuz’da da bu yaşanacak.