26 Haziran 2014 Perşembe

Yerçekimi kadar gökçekimi de önemli!

Ahmet TEZCAN

Yerçekimi kadar gökçekimi de önemli!

26.6.2014

Yarından sonra Ramazan... Kendini yerçekimi kadar 'GÖKÇEKİMİ'ne de tabi hissedenler için büyük anlam taşıyor bu ay... Bu takvim Müslümanlar için işliyor, oruç ayında başka inanç sahiplerine söyleyecek sözümüz olamaz. Oruç, Hicret'in yani Peygamber'in Mekke'den Medine'ye göç etmesinden (622) 1.5 sene sonra Müslümanlar'a farz olunmuş. (Namazın hicretten bir yıl önce, Zekat'ın oruçla birlikte ve haccın da miladi 631 yılında Müslümanlar'a farz kılındığını bu arada söylemiş olalım.) Kelime-i şahadet getirip, yani varlığını birliğini, Hz. Muhammed'in de O'nun kulu ve elçisi olduğunu kabul ve tasdik eden cümleyi ikrar ve ifade ettikten sonra namazını kılıp orucunu tutan, mali durumu yerindeyse hac ve zekatını da gerçekleştiren Müslüman İslâm'ın 5 şartını yerine getiren-tabiri caizse- BEŞ YILDIZLI MÜSLÜMAN oluyor.

***
Bizim İslâm olmaktan anladığımız bu... Burada İslâm'ın şartlarıyla ilgi vaaz verecek değilim. O bize düşmez, bilgimiz de yetmez. Ancak Müslümanlığı MÜ'MİN derecesinde yaşamanın her kişinin değil, ER KİŞİ'nin işi olduğu da bir gerçek. Ona da irfan deniyor ve başka kaynaklardan da beslenmek gerekiyor. Namaz, oruç gibi ibadetlerden önce dinin, İslâm'ın, imanın evvelen ve bizzat SAMİMİYET olduğunu biliyoruz. Diyanet'in bu seneki sloganı buydu, Kutlu Doğum etkinlikleri boyunca kürsü alimleri her fırsatta 'DİN SAMİMİYETTİR' diye ilan ettiler durdular... Ve fakat bilmek yetmiyor; inanmak, iman etmek ve yaşamak gerekiyor. Biz okurken de, dinlerken de hep başkaları için dinler, başkaları için okuruz, kendimize bir türlü sıra gelmez.

***
Ramazan Müslümanlar'a, bizatihi Müslüman için bir durumdur yani... Namaz oruç gibi ibadetleri Cenabı Mevla Müslüman'a farz kılarken adam öldürmeyi helal kılmadı. İnsanoğluna iyilik emredildi kötülük de yasaklandı. Yalan, hile, hiç kimseye hiçbir varlığa haksızlık yok ve adaletle davranmak esas. Gel gör ki, dünyada 63 Müslüman ülke var ve savaş halinde olmayan yok gibi, hepsi birbirini yiyor. Irak'ta, Suriye'de öteki yerlerde Müslüman olduğu iddiasında olan ama ne idiğünü ancak Allah'ın bildiği bir takım kişiler, "Bismillah" deyip orucunu açtıktan sonra muhtemelen, "öteki"nin ensesine silahı sıkıyor gitsin... Ardından "Allahüekber" diye bir de nara atıyor. Müslüman ülkelerin çoğu petrol denizinin üstünde... Sade petrol değil, birçok değerli madenin elde edildiği ülkelere bakıyorsunuz ekseriyeti yine Müslüman... Dünyada 1 milyar 600 milyon Müslüman yaşıyor ama aklını kullananların sayısı belli değil. Oysa dinimiz bize aklımızı kullanmayı emrediyor. Ramazanınız mübarek olsun.

gazete

19 Haziran 2014 Perşembe

Rol veren kim?

Ahmet TEZCAN

Rol veren kim?

19.6.2014

İnönü'nün Cumhurbaşkanı olarak Köşk'te oturduğu sıralarda Türkiye'nin kaç hükümetle yönetildiğini bilir misiniz? İki kez Refik Saydam, iki kez Şükrü Saraçoğlu, bir kez Recep Peker, iki defa Hasan Saka ve bir kere de Şemsettin Günaltay'ın başvekilliğinde olmak üzere toplam 8 hükümetle yönetildi. (O zaman bakanlar vekil, başbakan başvekil olarak anılırdı. Celal Bayar Gazi'nin son başvekiliydi.) 10 yılda tam 8 hükümet, asıl yöneteni de belli, İnönü'den habersiz bir irade ortaya konulması düşünülebilir miydi?!.. Sonra çok partili hayata geçildi. "Menderes'li yıllar" dediğimiz on yılda beş hükümet değişikliği oldu. Bir darbeyle sona erdirilen Menderes'in başında bulunduğu 23 ncü Cumhuriyet Hükümetiydi. İhtilalin lideri Cemal Gürsel'in ardından Fahrettin Özdilek'e kurdurulan 25. Hükümet 1961 Ocak ayında göreve başladı, aynı yılın Kasım'ında da bitti, İsmet Paşa yeniden görev aldı.

***
Üç hükümet değişikliğinden sonra ülke yönetimine gelen Demirel'in yönettiği 3. hükümetin 1970 yılı 12 Mart'ında bir muhtıra ile uzaklaştırılmasının ardından sırasıyla; Nihat Erim, İlhan Öztrak, Naim Talu ve Ecevit, ömrü ancak aylarla ifade edilebilen hükümetlerle Türkiye'nin kaderinde rol aldılar. (Erim'in bir suikastla devre dışı bırakılması enteresandır, didiklenmesi gereken bir olaydır bu..) Sonra 12 Eylül geldi. Özallı yıllarda, Akbulut'lu, Yılmaz'lı, Çiller'li dönemleri yaşadık. Oğul İnönü'nün de rol aldığı devirde eski liderler (Demirel ve Ecevit) yeniden boy gösterdiler ama bir varlık gösteremediler.

***
Türkiye'nin nasıl bir girdaptan geçtiğini şimdi daha iyi anlıyoruz. 12 Eylül'ün generallerinden Evren ve Şahinkaya dün müebbet hapse mahkûm oldular. Gecikmiş de olsa tarihi bir karardır ve bir dönüm noktasıdır. Kimyamızı bozan bu darbeler ve darbe teşebbüslerinde halka silah doğrultanlar elbette suçludurlar. Ancak şahsen ben bunların yani görünen aktörlerin sadece AKTÖR olduklarına inanıyorum. Onlara rol verenler içeride ve dışarıdadır ve onların darbecilerle kurdukları ilişkilerin mutlaka ortaya çıkarılması gerekmektedir. Yüz yıldır bu milleti rahat bırakmayıp bir şekilde önünü kesen, enerjisini tüketen gücün bugün Suriye'de, Irak'ta, Mısır'da başka yerlerde kuklalarıyla icraatlarını sürdürdükleri bilinmelidir. Türkiye'nin yolunu kesmek için onların çok sebepleri vardır. Oturduğumuz coğrafya onlara çok önemli malzemeler üretmeye devam etmektedir.

gazete

12 Haziran 2014 Perşembe

Kitabın ortasından laflar

Ahmet TEZCAN

Kitabın ortasından laflar

12.6.2014

Sabah Ankara'yız mahalleye sesleniyoruz, herkese sesleniyoruz ama neticede ağırlıklı olarak mahalleye, mahalleliyedir sözümüz.
Merhum Şair Abdurrahim Karakoç'un dediği gibi "Ha Hasan'a ha sanadır" söylediklerimiz.
Hayır, Rio'dan da açıp sayfanızı, yazınızı okuyorlar, taa Fizan'dan e-posta alıyor, şaşırıp kalıyorsunuz, bakmayın siz Başkent'te (Diyanet Vakfı gibi) bazen meseleyi sahibine duyuramadığınıza...
Her sözün mutlaka ve muhakkak bir müşterisi olur. Biz de söz müşterisi olduk dün, Başbakan Erdoğan'ın "Belediye Başkanları İstişare ve Değerlendirme Toplantısı"na katıldık.
***
Bizim söyleyip de dinletemediğimiz birçok şeyi dün Başbakan, kitabın tam ortasından belediye başkanlarına söyleyiverdi. "Kitabın ortasından" dediğim, günlük hayatımızı kolaylaştıran yahut zehir eden şeyler... Siyasi bir konuşma deyip geçilecek cinsten değil... Genel ve yerel olsun, her hangi makam ve sorumluluk sahibi yöneticiye, aslında herkesin kulağına küpe sözlerdi söyledikleri.
Sizler diyor belediye başkanlarına; ŞEHRİN EMİNİ-
SİNİZ...
Ardından ekliyor; Yönettiğiniz yerin SAHİBİ DEĞİLSİNİZ...
Eminisiniz ama sahibi değilsiniz.
Kararlarınızı şehrin tüm sahipleri ile istişare edin, sizin üzerinizde bir vebaldir bu...
Bitti, bu kadarı bile duyan kulak için yeterli bence...
***
KENTSEL DÖNÜŞÜM diyoruz mesela, yurt sathında şehrin dokusunu tümden değiştiren uygulamalar oluyor. İyileri oluyor "kötü" diye nitelenebilecek durumlarla karşılaşıyorsunuz:
Bir ömür tavuğuyla, ineğiyle yaşayan adamı alıyorsunuz, komşusundan, dostundan ahbabından, müdavimi olduğu cami cemaatinden ayırıyor gökdelene yerleştiriyorsunuz...
Oldu mu şimdi, kentsel dönüşümü sağlamış oldunuz mu? Adam da gelip balkonu kümese çeviriyor, apartmanın 11. katında tavuklarıyla beraber yaşamak istiyor. Dönüştürmüş olduk mu şimdi?
Kentsel dönüşüm mutlaka gereklidir, yapılmalıdır ama yerinde ve en önemlisi, şehrin ruhunu koruyarak. Şehrin de ruhu mu olurmuş demeyin, ruhsuz şehirler yaşanası yerler değildir.
***
Medeniyet tasavvurumuzun gereği olan mimari anlayışı, kesinlikle beldemizde de ilçemizde de ilimizde de yapacağız diyor Başbakan, bunu yaparken de diyor...
Dikkaat: "Birilerine rant sağlama gayreti içinde olmayacağız.."
Başbakanın sözü bu... Çok önemli, tam kitabın ortasından işte... Belediye başkanlarını işin başında sıkı sıkı tembih ediyor.
Ondan ötesi herkesin sütüne kalmış.
DİKEY DEĞİL, YATAY YAPILAŞMA konusu da dile geldi...
Son zamanlarda Başbakan sıkça vurguluyor bu hususu...
Fevkalade haller dışında hiçbir zaman dikey mimariden yana olmamalıyız. Bizim arazimiz müsait, Ankara'da, Konya'da Kayseri'de 50 katlı 100 katlı binalara ne ihtiyaç?
Çok konu konuşuldu, son olarak bir şey daha söyledi Başbakan, yurdun dört bir yanından Başkent'e gelen belediye başkanlarına, bu da kitabın ortasındandı, aynen aktarıyorum...
Göze, gönüle, kalbe hitap edin, bu düzenlemeler büyük altyapı yatırımlardan daha önemlidir...

gazete

5 Haziran 2014 Perşembe

El işaretleri

Ahmet TEZCAN

El işaretleri

5.6.2014

Tayland'da göstericiler üç parmak gösterdikleri el işaretiyle askeri darbeyi protesto ediyorlarmış. Yakında bizde de görülürse şaşmayın, bu gibi hareketler 'sari'dir çabuk bulaşır. El işaretleri çok güçlü ifadelerdir, elinize kolay, basit bir şekil vermek suretiyle çok şey anlatırsınız. Toplumların kültür temeline göre el işaretlerinin anlamı da değişir. Mesela orta parmak göstermenin bizim memleketimizde bir mânâsı yoktur ama birçok batı ülkesinde ağır hakaret, küfür karşılığıdır. En yaygın el işareti orta parmağın işaret parmağıyla birlikte gösterilerek yapılan 'Zafer işareti'dir. İngilizce karşılığı olan 'victory' kelimesinin ilk harfidir aslında gösterilen... Melon şapkası ve kalın purosuyla hatırladığımız İngiliz politikacı Churchil'in kullanmasıyla yaygınlaşmıştır. Aslında Churchil, parmakları arasında puro tutan eliyle selamlama yapmıştı herkes zafer işareti yaptığını sandı.

***
Neyse, el işaretlerinin yalnızca taraftarlarca değil, siyasilerce de sıkça kullanıldığını da yakından takip ediyoruz. Recep Tayyip Erdoğan seçim sırasında sıkça Rabia işareti yaptı. Başparmak avuç içine kıvrılarak dört parmak göstermek suretiyle yapılan hareket Mısır'daki darbeden sonra yaygınlaştı, konjonktürel olduğunu düşünüyorum. Özal da bütün eğilimleri birleştirmek için iki elini havada birleştirdi. Erbakan elini yumruk yapıp başparmağını dikerek zafer işareti yapıyordu. Türkeş'in bozkurt işareti, hareketin içinde olmayanlar tarafından Metalica işareti ile karıştırıldı. Çiller'in işaret parmağıyla "Haydi İleri" demesi başarılı olmasına yetmedi. Muhsin Başkan da benzer bir işaret yapıyordu ama onunki şahadet parmağıyla "Şahadet" işaretiydi, tevhid yani birlik işaretiydi, şimdi Paralel'e düştüklerinden söz ediliyor.

***
Merhum Menderes, parmaklarını açmadan sağ elini göstermeyi tercih etmişti. Bu işaretin pratikteki anlamı DUR demekti. O bu hareketi İnönü'ye karşı 'DUR, ARTIK SÖZ MİLLETİN' demek için kullanmış ve çok da etkili olmuştu. İnönü'nün partisi CHP'nin şimdiki lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun el işaretleri ise herkesi şaşırtıyor. Ortamına göre Rabia, bazen Zafer, hattâ Bozkurt işaretini bile kullanmıştır Kılıçdaroğlu. Ülkücü kökenli Mansur Yavaş'ın CHP'den aday gösterilmesi kadar şaşırtıcı olmuştur, seçim kampanyası sırasında otobüsün üzerinden bozkurt işareti yapınca Ankaralılar gözlerine inanamamışlardır. Benim hiç unutamadığım Sırplar' ın serçe ve yüzük parmaklarını avuç içine kıvırarak baş, işaret ve orta parmaklarıyla yaptıkları üçlemedir. Yugoslav basketçilerde görüyorduk arasıra, Bosna savaşında Müslüman çocukların serçe ve yüzük parmaklarını kestiler, bir ömür unutulmamak için!

gazete

29 Mayıs 2014 Perşembe

Kocatepe'de...

Ahmet TEZCAN

Kocatepe'de...

29.5.2014

Sorun yumağı! İnternet ortamında kocatepecamii.org sitesini görünce "Hımm, web sitesi de varmış" demiştim hayretle...
Meğer alâkası yokmuş, gördüğüm site İstanbul Bayrampaşa'da bir camiye aitmiş. Mahalleli aynı adla inşa ettirdiği cami için bir dernek kurmuş. Övgüye layık bir gayret... Bizim Kocatepe'ye gelince Başkent'in "ulu camii"dir bir bakıma ama sahibi, sahipleneni yok gibidir.
Burada Kocatepe Camii ile ilgili çok şey dile getirildi fakat tınlayan olmadı. Bizim ikazlarımız muhataplara hafif geliyor. Ama cemaatinin sarf ettiği sözleri duysalar kulaklarına kadar kızarırlar.

Kime niyet kime kısmet
Kocatepe Camii
bir bakıma Türkiye'nin tarihini ve talihini yansıtır.
Ne alâka demeyin.
Bir zaman Başkent siluetinde bu camiyi görünmez kılmak için askeri binaların geleneksel rengi olan kurşuni badanayla boyatmışlardır. O ağır rengiyle şehrin ortasındaki koca cami uçaktan ufuktan seçilemez olmuştu. Fikri Sağlar'ın bakanlığı döneminde de önüne bir otoparkla birlikte çay bahçesi, çarşı, konferans, düğün salonları ve saat kulesinden oluşan berbat bir kompleks yapılarak cami perdelenmeye çalışılmıştır. (Melih Gökçek'in son başkanlık döneminde burayı dümdüz edip Hacıbayram'da yaptığı gibi Kocatepe Camii'ni çevresiyle birlikte yemyeşil bir alan olarak Ankara'ya kazandırmasını dilerim. Bakın, Karayalçın'ın Hacıbayram çevresindeki rezaleti halâ silinemedi ve Başkentin kaç yılını aldı.) Yapılış hikâyesi de ilginçtir Kocatepe'nin.
Derler ki Menderes tasarladı, temelini atmaya yetişemedi Özal tamamlattı.
Ben de hatırlıyorum, uzayıp giden inşaat sürecinin parasızlıktan ileri geldiği Merhum'a duyurulunca Diyanet bütçesine 3 milyarlık bir ödenek ilavesiyle inşaatın ancak bitirilebildiği söylenmişti.

Kabul edemediler
Başkent'in
ulu camii Kocatepe, malum çevrelerce halâ da pek kabullenilmiş değildir.
Ne zaman söz konusu edilecek olsa Vedat Dalokay ile anılır; "Onun çizdiği proje gerçekleşmiş olsaydı" denir, Ankara'da kabul görmeyince projenin götürülüp İslamabad'da Faysal Camii olarak vücut bulduğu ve dünyanın en meşhur camileri arasında yerini aldığı dile getirilir. Sanırsınız Dalokay'ın çizdiği cami yapılsaydı bunu söyleyenler beş vakit namaza başlayacaklardı.
Oysa cenazede bile kenarda beklemeyi tercih ettiklerini çok gördük. Başkent zaten her konuda iki bölüktür, şehir olarak da öyle... Sıhhiye'ye kadar "Eski Ankara"dır, camileri, dergâhları, çarşıları, hanları hamamlarıyla tipik bir Anadolu'dur, insanı ısıtır. Sıhhiye'den sonraki, "Yenişehir" tabir edilen "öteki" kısmı Başkent'in resmi yüzüdür, soğuktur. Tek parti döneminde külahlı, poturlu halkın, yabancı misyonun arasında dolaşmaması için o taraftan bu tarafa geçişlerine pek izin verilmediği, zabıtalarca kovalandıkları söylenir. Kocatepe'yi saymazsak Yenişehir'in minareleri bile sayılıdır, merkezde yer üstünde benim bildiğim bir Maltepe Camii vardır, çoğu bodrum katların da bodrumunda, adeta yedi kat yerin altındadır merkezdeki camiler.
Neyse, bunca hatırlatmayı şunun için yaptık: Başkent'in bir Kocatepe sorunu var. Hem cami hem muhit olarak bu sorunun Diyanet'i olduğu kadar, Büyükşehir Belediyesi'ni, hattâ Genelkurmay'ı bile ilgilendiren tarafı var.
Trafik felç oluyor

Bir kere buradaki resmi cenaze törenlerinin, özellikle asker cenazelerinin Akseki Camii'ne alınması lazım. Olgunlar Sokak, Mithatpaşa, Tunalı, Libya caddeleriyle birlikte yan sokaklarda trafik felç olurken ölüyü de muazzep ediyorsunuz. Cami çevresinin paralı park alanına dönüştürülmesiyle zaten vatandaş yaka-paça durumda ve Diyanet Vakfı da seyirci, çok zaman taraf durumunda.

Çevresi çöplük
İkincisine inanamayacaksınız.
Camiinin kıble duvarı akşamları çöplük. Ankara'nın bu semtlerindeki tüm çöpler tekerlekli haral çuvallarla buraya biriktirilip ayrıştırılmaya tabi tutuluyor. Fevkalade çirkin bir manzara ve çok kötü kokuyor.
Şimdi led aydınlatma yapılarak Başkent'in ortasında bir elmas gibi parlayan caminin yığınla problemi var.
Yani içi, cami cemaatini dışı Ankaralı'yı yakıyor Kocatepe'nin.
Bana ulaşan ve benim gördüğüm birçok sorun iç içe.

Engelli

Mesela hiçbir engellinin Kocatepe Camii'ne girmesi mümkün değildir, cenaze için gelen bile musalla taşlarının önünde kalır bir santim bile ilerleyemez. 50 merdivenle çıkılır Kocatepe'ye… Haa, bir milyon liraya yaptırılan asansörü de bir yıldır çalıştırılmamaktadır mimarı izin vermediği için. Ama bembeyaz deri koltuklarla VİP salon dâhil bütün imam ve müezzinlere mükemmel odalar yapıldı ve tefriş edildi.
Haklarıydı, gerekliydi güle güle otursunlar. Ancak engelli ve yaşlı vatandaşlar da camiye kolayca ulaşabilsinler. Zaten bu camiye çoğu misafir görmeye, gezmeye ve iki rekât da olsa bir kerecik namaz kılmaya gelen ziyaretçilerdir.

Ses düzeni de bir alem
2000'den
fazla camide belki zevkle dinlenen ezanıyla Kocatepe'de bu ezanlar cami civarında tam bir akustik kirliliğe dönüşmektedir. Dört minarenin dördünde de hoparlörler çalışmaz.
Toplam 46 hoparlörden yalnızca yan taraftakilerden yayılan ses binalara çarparak yansımak suretiyle canhıraş bir durum arz eder, ezan da ezan olmaktan çıkar.
Didiklersek bitmeyen inşaatlardan ek bina harcamalarına kadar Diyanet Vakfı'na bir sürü can sıkıntısı olacak. Başkan Görmez tarafından yapılan çok iş var deniyor. Çevre sakinleri "Ne olur trafiği düzenleyin, çöpü kaldırın, ezanı minarelere verin yeter" diyor başka bir şey de istemiyor.

gazete

22 Mayıs 2014 Perşembe

Başkent'te siren sesleri

Ahmet TEZCAN

Başkent'te siren sesleri

22.5.2014

Başkent insanları siren seslerine, yanar-döner tepe lambalarına alışıktır. Hemen her dakika bir bakan, başkan ya da paşa aracı eskortlarıyla sağımızdan solumuzdan geçer. Tiz bir ambulans sesiyle irkiliriz bazen, cafcaflı çakarlar yetmez bazen, hemen sirene asılırlar, o da yetmez hoparlörden plakaya özel ikazı yapıştırırlar: 54 90 sağda bekle... Yaya veya araçta derhal çekilip, yol vereceksin, istersen verme?!.. Siren yahut sinyal ikazı aldığımızda biliriz ki; polis, ambulans ya da üst düzey zevatı taşıyan bir araç geçiyordur, gereklidir, geçiş üstünlükleri vardır, acil bir durumdur vesaire vesaire..

***
Ancak bu konuda anlaşılan ipin ucu iyice kaçmış gibi sanki! Yoksa ben mi yanılıyorum? Yalnız resmi zevat olsa neyse, önüne gelenin, her türden siren ve sinyal aksesuarlarını araçlarında rahatlıkla kullanır olduğunu düşünüyorum. Halbuki bunların kullanımıyla ilgili bir yönetmelik vs. mutlaka vardır. Dolayısıyla kimin, hangi araca bu aparatı takacağı ve hangi durumda kullanabileceği orada yazılı olmalı. Bir de mesela gece yarısı bu sesli ikaz cihazları rasgele kullanılabilir mi? Bunlar açıkça belirtilmiştir sanırım? Haksız kullananlara karşı bir cezai müeyyidesi dahi vardır diye düşünürken bu işin ölçüsünün ve de denetiminin kaçmış olduğu gibi bir duyguya kapılıyorum.

***
Geçenlerde kuvvetli bir siren sesi ile irkildim, "bekleme yapma, ilerle" deniyordu. Hayli sert tondaki bu ikazın nereden, hangi araçtan geldiğini anlayamadım. Sesin geldiği yönde başımı çevirdim ki ön panjuru mavi-kırmızı çakarları altlı üslü patlayıp duran, camları filmli siyah bir araç gördüm ama sivil plakalıydı, silip geçti yanımızdan... (Çakarlar ABD bayrağı gibi neden mavi-kırmızı o da merak konusu? Mavi yerine beyaz olsa milli rengimizdir.) Böylesi sert (nezaket dışı) uyarılar, Başkent'in bulvarlarında harcı âlem dolaşmasın istiyorum. Ben istedim diye değil, yaşlı, hasta, bebek çevrede bir dünya insan yaşıyor. Hele bir de şu kendine mahsus kask, gözlük, deri eldiven ve yelekli motorcular var, "savaş yıllarından kalmış gibiler, metropol kovboyları sanki..." sokakları yırtan egzozlarıyla bazı motorcuların başkentte sere serpe nasıl dolaşabildiklerine, trafik polisine hiç mi rastlamadıklarına hayret ediyorum! Bugün bütün bunlar İçişleri Bakanı Efgan Âlâ'ya arzımdır diyorum bizden daha duyarlı olduğunu düşünüyor, meseleyi kapatıyorum.

gazete

15 Mayıs 2014 Perşembe

Kömür karası bir gün...

Ahmet TEZCAN

Kömür karası bir gün...

15.5.2014

Bir trafo patladı ve içimiz yandı. Bir diş ağrısı başlıyor da dünyamızı karartıyor. Gerçekten Soma'daki facia da ülkemiz için maden kazalarında tarihin kaydedeceği en önemli olaylardan biri olmaya aday gibi görünüyor.
Üç gün 'Milli Yas' ilan edildi ama yürekler yanmaya devam edecek. Bütün minarelerden salâlar verilse yeridir. İşçi ailelerinin acısı içimize kor gibi çöktü. Bütün kutlamalar, seyahatler iptal edildi, devlet protokolü programlarını askıya aldı. Dilerim ölü sayısı burada kalır ama sanmam.
Patlama oluyor, maden toz duman...
İçeriye temiz hava verilse yangını büyütüyor vermeseniz sonuç malum?!
Yani ecele her yol açık çalışanın hayata yol bulması mucize bir olay... Çok acı, çok büyük kayıp... Başta işçi yakınları olmak üzere milletimizin başı sağolsun.
Tarihin en büyük maden kazası kaybı Fransa'da Pa de Calais madenlerinde 1906 yılında yaşanmış ve grizu patlaması sonucu 1200 işçi hayatını kaybetmiş.
Ülkemizde 1941'den beri maden ocaklarında kaybettiğimiz işçi sayısı üç binin üzerinde.
***
Gerçekten kaza bir trafo patlaması mı? İnsan bu soruyu sorma ihtiyacı duyuyor.
Çünkü geçmişte bu memlekette seçimi etkilemek yahut iptal ettirmek için C 4 patlayıcıyla takviye edilmiş akaryakıt tankeriyle içtima halindeki askerlerin arasına dalmayı bile denemişlerdir. Allah'tan saldırı daha önce istihbar edilmiş de helikopterden roket ateşiyle tanker birliğe ulaşamadan berhava edilmiş.
İki önemli seçim yaklaşırken düşünmeden edemiyoruz.
Şimdi Soma'dan da Gezi olayı benzeri bir sonuç çıkarmaya çalışacak olanlar çıkacaktır, hedefte de Devlet ve en başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olacaktır. Nitekim bu yolda girişimlerin zincirleme biçimde başlatılmaya çalışıldığı görülüyor. Sosyal medyada çok sorumsuz çabaları ibretle izliyoruz.
***
Bu ülke yeryüzünün en değerli koordinatlarında bulunuyor ve sırf bu yüzden de hiçbir dönem rahat bırakılmamıştır. ABD'nin eski Dışişleri Bakanı Albright, geçenlerde bir söz sarfetti, dedi ki; "Başka hiçbir ülke Türkiye'nin jeopolitik konumuna sahip değil." Türkiye'mizin bu konumunu bir biz kavrayamıyoruz. İdeolojik ve jeolojik kırılmaların kavşağındaki Türkiye enerji ve maden söz konusu olunca daha önemli hale geliyor.
Bakar mısınız?
Türkiye dünya madenciliğinde 10. sırada, dünyada ticareti yapılan 90 tür madenden 77'si ülkemizde ve 60 türünde üretim yapılıyor. Kömür rakamları da ilginç, toplam rezervimiz 12.9 milyar ton, ihtiyaç 104 milyon ton ve 24 milyon ton da ithal ediyoruz. Dünyada en fazla kömür üreten 11., tüketen 15. ülkeyiz. Bu yüzden nükleer enerji için bir çaba içinde Türkiye, Ortadoğu Petrollerinin de terminali olma yolunda...
Bir başka yazıda da nükleer rakamlarına değinmek üzere Soma'daki acıyı yürekten paylaşıyorum.

gazete

9 Mayıs 2014 Cuma

Baharı yaşamak

Ahmet TEZCAN

Baharı yaşamak

9.5.2014
Bizim nesil baharı hep Hıdırellez ile bildi ve öyle kutladı, 6 Mayıs'tı bizim bahar bayramlarımız.
1 Mayıslar için Bahar Bayramı denildi ama bayram olarak hiç kutlanmadı. "Emeğin, işçinin bayramı" dense de o gün ortada ne işçi ne emekçi görebildik.
1 Mayıslarda vatandaş da zaten dışarı çıkmamaya gayret ediyor, belli yerlerden de uzak duruyor, çocuklarını da o gün eve erken dönmeleri için sıkı sıkı tembih ediyor.
Velhasıl bir türlü bayram olarak kutlanamaz oldu 1 Mayıslar. 21 Mart'lar da öyle...
Babaannemin "sultan navruz"uydu
21 Mart, çiçekle anılırdı. Birkaç kök çiğdemi bir bardakta suya koyar, önüne oturduğu pencereden bahçeyi seyreder, sevinirdi.
Ne ateşten atlayan olurdu ne ideolojik bir anlam yükleyen, 21 Martlar bizim için sadece meteorolojikti.
***
Tartışma 70'li yıllara dayanıyor. TİP'in bildirisinde, -Sovyet tesiriyle olacak- "Türk işçileri dünya işçi sınıfının sadece bir parçası" olarak nitelenip 1 Mayıs'a vurgu yapılınca bahar ile ilgisi kesildi, ondan sonra da zaten bir hayırı kalmadı 1 Mayısların..
Hele Taksim inadıyla meydanlar eylemciye kalınca ne işçi konuşulur oldu ne de emek...
Toz duman ortalığı kaplayınca bir kısım sinsi deklanşörler de hemen mevzi alıyor ve 'en çarpıcı' kan ve gözyaşı manzaralarını kollamaya bayılıyorlar. Maksat haber değil, bağcı dövmek olunca bayram eylemciye kalıyor!
***
Haftaya Hıdırellez ile girdik, dümdüz bir Bahar Bayramı hıdırellez... Ne eli sapanlı, maskeli adamlar, ne TOMA'lar var bu bayramda... Militansız, maskesiz, molotofsuz, asırlardır olduğu şekliyle ve anlamıyla dümdüz bir bayram olarak herkesin bir şekilde kutladığı bir bayram Hıdırellez. Kargaşaya kan ve gözyaşına asla yer yok bu bayramda, memleketin 1 kuruş zararı da... Bilakis tam bir bahar sevinci ve neş'esiyle, "Rahmetini esirgeme ülkemizden" diyerek dualarla sessiz sedasız kutlanır.
Eskiden torunlara soğan kabuğunda yumurta boyanırdı, boyalı yumurtalar çayırda yuvarlanırken yeni nesil ve yeni ürün için dilek tutan ağzı dualı ihtiyarlarımız vardı. Mayısın 6'sı oldumu kırlara çıkılır, bebekler ninelerin dizlerinde uyutulurken gelinler, kızlar da bir türkü tutturarak, "tekecen, yemlik, kuzu kulağı, güneyik" gibi yabani bahar otları kazarlardı kırlardan, evden getirdikleri sarmalar dolmalarla üç nesil bir arada yerler eğlenirlerdi.
***
Halâ bir yerlerde bu bahar coşkusunu böyle yaşayanlar mutlaka vardır. Biz, çocukluk hafızamızda kalanları söylüyoruz.
İnsanımız Hızır ve İlyas peygamberlere hürmetini bereketle yaşıyor.
Yüzyıllara dayanan bir kültürdür Hıdrellez, barbekü-mangal partisi değildir, içki de içilmez, bolluk, bereket umulur, rahmet dilenir bahar coşkusu böylece anlamlandırılır.
Ne hikmetse memleketin huzuru pahasına her sene 1 Mayıs'ı iple çekenler var.. Olmaz olsundiyor ve umutla bahar bayramınızı kutluyoruz.
Bir şeyi daha...
Pazar günü ANNELER GÜNÜ ama Annemsiz... Onu rahmetle anıyor bütün anneleri de kutluyorum.

gazete

1 Mayıs 2014 Perşembe

Üç aylar kutlu günler

Ahmet TEZCAN

Üç aylar kutlu günler

1.5.2014

Biz ölümü daha çok mübarek günlerde hatırlarız nedense?! Kaygıyla, korkuyla meşhur şarkının mısralarındaki "dönülmez akşamın ufku" na gideriz. (Ha, sahi Yahya Kemal'in o şiiri sadece bir şarkıya güfte miydi acaba?! Münir Nurettin'in segâhında yeniden terennüm ve tezekkür gerek.) Ölüm ötesini tam anlamıyla pek kavrayamasa da, insanın kaygı ve korkularıyla kutlu gecelere, 'seçilmiş zamanlar'a sarılma, sığınma ihtiyacı duyduğu bir gerçektir.
***

Daha önce yazmıştım, yeri geldi bir kere daha tekrarlamak da yarar var. Bizim insanımız, ölümün de bir nimet olduğunu, zor ölümün Allah korusun, ne büyük külfet, kendine, çevresine en büyük ıstırap olduğunu bilir. Bu bakımdan "İki gün yatak 3. gün toprak" beklentisi Anadolu insanına yaşam felsefesi olmuştur. Toprak, bu dünya için hayatın ana unsuru olduğu kadar, ötesine olan inanmışlığın da kuvvetli ifadesidir ve bir iman eseridir. Öyle bekler ve öyle umut ederiz. Ölüm beklenir mi demeyin, kâmil insan için ölümün hayattan farkı ne ki? Hayatın ve ötesinin sırlarına ermiş, insan denen varlığın tüm kodlarını çözmüş olan Büyük Velî Celaleddin Rumî, insanın üç kez doğduğunu anlatır. Üç doğum varsa üç de hayat var öyleyse?! İlkini "ana rahmine doğuş" olarak adlandırıyor, rızkı kandır diyor. Ana karnında bebeğin tek besin kaynağıdır KAN, damarlardan besleniriz? İkincisi "dünyaya, güne, güneşe doğuş" ki rızkımızın bir lokma ekmek bir sahan aştan ibarettir biliriz.. Hz. Pîr, ölümle dirildiğimiz üçüncü doğuşa dikkatimizi çekmek ve çevirmek için anlatıyor bunları.. Biz korkarken onlar açlıkla beslendiler, hayatın ötesini 'uykuda yan değiştirmek' kadar basit görüp ölümü de "düğün günü" ilan ettiler. Dilsiz, dudaksız, harfsiz, yönsüz, iklimsiz bir hayatın envai çeşit lezzetlerini bize anlatmaya çalıştılar.
***

İşte ÜÇ AYLAR girdi, Recep, Şaban, Ramazan mutlu ve mübarek günler.. İçinde tahmin ötesi sırlar barındıran SEÇİLMİŞ zamanların anlamını, önemini ve derinliğini bilen bilir. Seçilmiş diyorum çünkü SEÇİLMEK ona KIYMET yüklemektir. Hâlık, günü zamanı seçti Cuma, Ramazan, bayram, kutlu gece Kandil oldu… Taşı seçti elmas, zümrüt, yakut oldu… Toprağı seçti Hicaz oldu, üstüne Kâbe konduruldu... İnsanı seçti yaratılmışların en şereflisi oldu, nebi, eren, evliya oldu. Seçilmiş, kutlu günlerde yükselmek, yücelmek dileğiyle...

gazete

24 Nisan 2014 Perşembe

"Tİ sesi neyin nesi?"

Ahmet TEZCAN

"Tİ sesi neyin nesi?"

24.4.2014

Bu başlık bana değil, Konyalı hemşehrim Alaattin Ekizer'e ait. Daha önce onun dikkatini çekmiş ve yazısına bu başlığı atmış; "Çelenk, saygı duruşu, ti sesi neyin nesi?" diye sormuş.
Yazıyı buradan okuyabilirsiniz. (www.yenikonya. com.tr/koseyazisi-1671-celenkSaygi_ DurusuTi_Sesi_ Neyin_Nesi.html) Yeni Konya, benim de 70'li yıllarda mesleğe ilk başladığım gazetedir, 10 yıl emek vermişliğim var.
Dikkatimizi çeken konu, saygı duruşu ve İstiklal Marşımız gündeme geldiğinde memleket semalarında yankılanan ve Milli Marşımız dolayısıyla bütün bir milletin, büyük bir ihtiramla dinlediği 'boru sesi'dir.
Ancak bu boru başka boru!
Biz onu kısaca "Tİ SESİ" olarak biliriz.
***

Seçim vesilesiyle hayli dolaştığımızı anlatmıştım geçen yazımda. Şoförler Derneği'nin kongresine gittik Manyas'ta. Tİ sesiyle saygı duruşu ve ardından marşımızı söyledik hep bir ağızdan, sonra kongre konuşmaları başladı.
Cemevi açtık Kalebayır Köyü'nde, Alevi Dede'si Gülbank çekmeden yine Tİ Sesiyle saygı duruşumuzu gösterdik ve marşımızı söyledik. Güzelim Gülbanka daha sonra sıra geldi ve hep birlikte bütün canlarla 'Hayır Yemeği' yedik.
Savaştepe'de de bir köy hayrı vardı, oralarda gelenektir, bütün köy halkı, köyün kıyısında kırlık bir alanda "Hayır" dedikleri şenlikte birlikte yemek yerler, dualar ederler...
Orada da yine Tİ sesiyle saygı duruşumuzu gösterdik ve milli marşımızı hep birlikte terennüm ettik.
Vatandaş alışmış, Tİ sesini duydumu hemen ayağa kalkıp saygı duruşuna geçiyor, bu boru sesi de neyin nesi düşünmüyor.
***

Tİ sesi meselesi Ege Üniversitesi'nden Prof Dr. Mustafa Kaymakçı'nın da dikkatini çekmiş. 2011'de Müzik Dergisi adlı bir internet sitesinde yayınlanan yazısında bu konuya dikkat çekmiş, (www.musikidergisi. net) mutlaka okuyun.
Kore Savaşı sırasında olsa gerek Tİ dediğimiz bu BORU SESİ bize Amerikalılar'dan geçmiş, onlar için bir AĞIT aslında; Kuzey-
Güney savaşı dedikleri meşhur Amerikan İç Savaşı'ndan kalmış... General Daniel Butterfield'in bestelediği ve "İnsanlar Yaşadıkça" filminden alındığı söylenen bu ezgi, o gün bugün savaşta ölen her ABD askerinin tabutu başında seslendirilir. ABD Başkanı Bush da; Türkiye'ye gelince karşılama töreni sırasında 'ti sesi'ni duymuş ve "kültürümüz buralara gelmiş" diye çok sevinmiş.
Ben de Boston'da söz gelimi, Amerikalılar'ı İstiklal Marşımızı söylerken görsem çok mutlu olurum.
Velhasıl diyeceğim o ki; bizim saygı anımıza bunu monte edenler - bilhassa dönemin iktidar partisi CHP'nin yöneticilerinden hasseten rica ediyorum- bunu mutlaka açıklamalıdırlar biir...
Ve saygı duruşumuzdan Tİ SESİ derhal çıkarılmalıdır ikii... Türkler'in saygıya durmak için boru sesi duymalarına bence hiç ihtiyaç bulunmamaktadır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın kulağına biri bunu fısıldasa konu zaten derhal hallolur diye düşünüyorum.
Bilmem siz de benim gibi mi düşünüyorsunuz?!

gazete

17 Nisan 2014 Perşembe

İyi ki sandık var...

Ahmet TEZCAN

İyi ki sandık var...

17.4.2014

Siyasilerin peşine takılınca demir asa, demir çarık gerek. Bu seçimde de öyle oldu. Adaylar, milletvekilleri, parti teşkilatı doğal olarak köy köy dolaştılar, sıkmadık el bırakmadılar.
İş sadece sarılmayla, kucaklaşmayla kalsa iyi, üstüne bir de fırça yemek var. Vatandaş oyunu veriyor ama lafını da esirgemiyor.
Seçimler, vatandaşın itibarının PİK yaptığı zamanlar. Mevkii, makamı ne olursa olsun siyaset adamı da seçim zamanı gelince tahammül sınırını en üst noktaya yükseltiyor ki anlaşma, uzlaşma sağlanabilsin.
Seçmen için siyaset adamı -tabir caizse- tam fırçalık, bizim vatandaşımız ikramını da esirgemiyor, fırçasını da… İkisinde de cömert. O yüzden politika zor iş ve siyaseti hakkıyla yapan insanlar gerçekten saygıyı hak ediyorlar. Aksi durum için söyleyecek sözüm yok. Atamayla gelenler ise özellikle yüksek bürokrasi, buna yargı mensupları da dâhil, ellerine geçirdikleri devlet erkini kullanırken çok dikkatle ve hakkaniyetle hareket etmeliler. Çünkü çok büyük vebal
***
Seçim propagandaları sırasında köylünün ilk suçlaması, seçimden seçime vatandaşın ayağına gidilmesi meselesi… Köyüne gelen politikacıyı karşısında gören vatandaşın karşılama merasiminden sonra ilk sözü "Seçimden seçime gelmeyin" oluyor, ondan sonra da sorunları sıralıyorlar. En çok dile getirilen de köy yolunun kötülüğü, ürünün para etmediği, çocukların askerden geldiği ama iş bulamadığı gibi genel şikâyetler… Politika demek, bir anlamda ikna kabiliyeti demek, başarıyorsan baş üstündesin, bu seçimde bunu anladım.
Bir kere şunu gördüm; köyde de yaşasa vatandaşımızın memleket meselelerine ilgisi ve algısı yüksek, aslında vatandaş devletin işleyiş tarzından şikâyetçi.
Bence bunun bir cümle ile tam karşılığı:
Önce adam yerine konulmak...
***
Gerçekten devlet dairelerinde çok itilip kakıldı bizim insanımız. Bunun kırılması, devlet adamının vatandaşın arasında, onlarla iç içe olması onları mutlu ediyor. Bu millet en az yüz yıldır çok horlandı ve hırpalandı. Sıradan bir köydeki yaşantıya baktığınızda hak veriyorsunuz.
Ege'de bile birçok yerde köylerin yoğun göç verdiklerini gördüm. Balıkesir'de bir köyde, yaşlı bir köylü, sokağa şöyle bir bakmamı istedi, ardından sordu: "Bir tane çocuk görüyor musun sokakta oynayan?" Bu, her şeyi anlamaya yetti. Tarla tapan, bağ bahçe ihtiyarların üzerine kalmış. Sorun belli ve çok önemli; kadın ya da erkek özellikle genç nesil köyde yaşamak istemiyor, şehirde otursun da ne iş olursa olsun!
Önümüzde iki seçim daha var, Türkiye 2016'ya kadar seçim sathı mailinde… İyi ki seçim var, sandık var. Ya seçilmeden gelseler otursalar?!

gazete