31 Ekim 2012 Çarşamba

Eski evler yenileniyor ya gönüller?!..

Gel de yazma

Eski evler yenileniyor ya gönüller ?!..



Birçok yerde eski Türk evleri restore ediliyor.
Sıvası dökülmüş yıkık dökük eski evler, bir bakıyorsunuz boyalanmış cilalanmış
ve aslına uygun olarak yenilenmiş..
En yakın en güzel örneklerini Ankara’da Altındağ’da görebilirsiniz. Başkan
Veysel Tiryaki ilçedeki pek çok eski evi bu şekilde dönüştürdü.
Yalnızca Ankara’da değil birçok şehirde gördüm bu çalışmayı.
Dış duvarları yüksek, cumbalı, iç avlulu, mabeyinli o evlerde doğup büyümüş biri
olarak benim çok hoşuma gidiyor bu dönüştürme işlemi..

****

Eski evlerin cumbası binanın çıkıntısıdır, pencereleri iki yandan yukarı doğru
sürgülü olarak açılır, sedirde sırtınızı sokağa verip fesleğen saksısının arkasından
gelen geçeni seyredersiniz.
Niçin fesleğen saksısı, onun da esprisi var kendine göre.
Bir kere eski gelenektir.. Her evde mevsimi gelince fesleğen başta olmak üzere
teneke kutulara bolca çiçek ekilirdi. Fesleğenin güzel kokusu fena kokulara perde
olduğu gibi bazı haşarata da manidir. Fesleğenin seyir penceresi önüne konulması
ise yalnızca kokuya yakın olmak değil, oturana da perdedir. Dolayısıyla konu-
komşuya “akşama kadar pencerede” dedirtmemek gerekir. Ayrıca mahallenin
gelin ve damat adayı gençleri fesleğen ardından çaktırmadan gözlenir.
Bahçedeki musluğun önü tuğlayla çevrilip, betonla sıvanarak küçücük bir havuz
oluşturulur, kenarına da bu çiçekler dizilirdi.
Bu küçük havuz da çok önemlidir. Bahçeye ekilen domates, biber gibi sebzeler,
bu havuzcukta toplanan suyla sulanır, böylelikle kullanma suyu değerlendirilirdi.
Eskinin insanı ekmeğin suyun dirhemini boşa harcamazdı.

****

Velhasıl TOKİ’nin görkemli sitelerine değişilmez o eski evlerin çoğu artık birer
ticari mekan, içinde ne babanne çığlığı ne çocuk sesleri duyabilirsiniz. Yalnızca
görüntüleriyle teselli buluyoruz.
Eskiden herkesin evi ayrıydı ama gönülleri birdi. Şimdi aynı sitelerde
oturduğumuz halde gönül beraberliği içinde olduğumuzu söylemek çok zor.
Birbirimizi hiç tanımıyor, tanımak da istemiyoruz.


24 Ekim 2012 Çarşamba

Hayırlı bayramlar




Bu vesileyle bayramınızı kutluyor, kurbanınızla birlikte dualarınızın kabulünü diliyorum.

17 Ekim 2012 Çarşamba

Anneme Şifa dileğiyle


                                                            Ahmet Tezcan / Gel de yazma
Bir haftadır bir hastane odasında 80 yıllık yorgun bir bedenin ağrısını acısını dindirmeye, dinlendirmeye  çabalıyoruz.
Doktorlar, hemsireler, hastabakicilar..
Uzaktan yakından dostlar, çocuklar, torunlar hepimiz bu son aile büyüğümüz için seferberiz.
Dualar ediyor, şifa dileğinde bulunuyoruz.
Annem, artık 40 kg kadar kalmış olsa bile bu yorgun bedeni kaldırmaya  takât bulamıyor.
Genç bedenlerden bulduğumuz beş torba taze kanla belki bir nebze toparlandı. (Burada onlara mutlaka teşekkür etmeliyim. Melike Güler'e, Seda'ya, Mustafa Büyükbayram ve Hurşit Komşuoğlu ile Ulaş'a ve Sadettin Çiçek'e bilhassa teşekkür ederim. Çoğu Selçuk Ünivesiteli gençler, bir anonsla imdadımıza koştular..)
                                                   ****
Nabız, solunum, tansiyon değerlerini gösteren monitör ve serum
kabloları..
Elinde, kolunda damar girişleri ve boynunda kateterlerle annem başka bir varlığa dönüşüyor sanki..
Sabahlara kadar uyku yok, sağına soluna çevirmede zorlanıyoruz, damarları bulunamıyor, her yani delik deşik, iğneden yer yer morarmış kolları iki yanda tebabete ve Allah'a açık.
Sağlığı yeniden kazanmak her yerde bu kadar zor ve ızdıraplı mı ?   
Onun acısını bedenimde hissedemesem de ızdırabını taa içimde duyuyor, gözyaşlarıma mani olamıyorum.
Bazen gözünü aralayıp fısıldıyor, biliyorum, boğazı dudakları kurudu, bir yudum  su veriyorum yahut  bir iki üzüm tanesi sıkıyorum ağzına o kadar.
                                                    ****
Bu kadar mı yorumuştun anne, seni yoran işler miydi yoksa bizler miydik?
Oysa 60 yıl önce bana hamileyken mahallenin en güzel geliniymişsin. Upuzun boyunla komşu kadınların sana "Konyalı gelin" lakabı taktıklarını, hayran kaldıklarını duymuştum..
80 yılın sonunda 6 çocuğuyla artık annem çok yorgun, hasta, ihtiyar bir anne o..
Yalnız "anne" değil, 15 torunun "büyükanne"si ve bir ömre bedel torun çocuğu üç "canavar" ın da "büyük büyük anne"si..
Geçen hafta hastanede yazmaya fırsat bulamamıştım, yedi yıldır bu sütun belki ilk kez boş kaldı. Bu defa bir fırsat Annemin başucunda sabahı beklerken duygularımı yazdım, sütun boş kalsın istemedim.
Tedavi sürüyor, annem ve tüm hastalar için Allah'tan şifa, dostlardan dua bekliyoruz.

3 Ekim 2012 Çarşamba

Kocatepe ve engeller

Kocatepe ve engeller

Ahmet Tezcan/Gel de yazma
Kocatepe Camii ve engelliler konusu daha önce de bu köşede yer aldı.
1 Milyon liraya (eski parayla 1 trilyona) asansör yaptırdılar kullanmıyorlar
demiştim. Engelli vatandaşımızın Kocatepe’ye ulaşamadıklarını dile getirmiştim.
Camiler ve Engelliler Haftası dolayısıyla nihayet asansörün faaliyete geçtiğini
gördüm.
Lakin yine bir engel daha çıktı, Kocatepe’de engeller bir türlü bitmiyor.
Bu defa da caminin mimarı “benden onay alınmadı” diyerek asansöre karşı
çıkıyormuş.

***

Asansör yapmak için caminin neden üç kat delindiğini de sormuş Mimar, ibadet
mahalline tek kat bir asansörle ulaşılabileceğini söylüyormuş..
Mimar haksız değil, ama tam olarak haklı da değil.
Caminin mimarı Hüseyin Tayla, şu anda 90 yaşına ulaşmış tecrübeli bir usta.
Fakat, Büyük Usta hanımları unutuyor. Özellikle Cuma namazında erkekler ilk iki
katı doldurunca kadınlar 3. kata çıkacak yol bulamıyorlar. Şimdi asansörü
kullanarak en üst kata çıkabilecekler.
Asansör yalnızca engelliler düşünülerek kurulmamış olmalı.

***
Kocatepe, herhangi bir cami değildir..
Başkent’in “ulucamii” niteliğindeki bu muhteşem mabedin cemaati ve ziyaretçisi
mahalle sakinlerinden ibaret de değil..
Yerli yabancı, İran’dan Bosna’ya, Avrupa’dan Ortadoğu’ya Başkent’e yolu düşen
misafirler Kocatepe’ye uğramadan geçmiyorlar.
Bugün caminin konferans salonunda “Camiler ve Engelliler” paneli var, saat
14.00’te.. İlgili Bakan Sayın Bekir Bozdağ da katılacaktır umarım.
Çok değerli bilim adamları İslam’ın ve Peygamberimizin engellilere bakışını,
sosyal hayatla ilişkilerini, din hizmetinden yararlanmaları için alınan tedbirleri
anlatacaklar.

***
Bence Kocatepe’den başlamalılar anlatmaya..
Minarelerdeki hoparlörlerin neden çalışmadığı, binden fazla camiden yankılanan
Kocatepe ezanını komşuların neden duymadığı, saçaklara konulan 16 hoparlörle
yan apartmanların sarsılması yüzünden yaşanan tartışmalar, yerin 20 metre
derinindeki tuvaletlerin “korku tüneli” ne dönüştüğü gibi her şey dile gelmeli.

***

Kocatepe, ENGEL konusunda çok iyi bir örnektir. En büyük engel de, camiyi
yöneten iradedir.
Yani Diyanet Vakfı..
Vakıf, Kocatepe’nin yönetiminde başarılı olamamıştır. Bu bilindiği için Başkan yeni
bir genel müdür atamış, Çankaya Müftüsü de yeni, dileriz birlikte başarırlar.
Burada çok iş var yapılacak.
Çankaya ve Ankara Müftüleri vakit namazını bazen bir adım ötelerindeki
Kocatepe’de cemaatle eda etseler bunlar şimdiye hallolurdu.

26 Eylül 2012 Çarşamba

Seyyah gözüyle Ankara

Ahmet Tezcan/Gel de yazma

 
Eski İngiltere Büyükelçisi Ankara’nın yeşilliklerini öve öve bitirememiş,
Falih Rıfkı’ya bağlarından, bahçelerinden bahsediyor.
Bugünü görseydi diyorum dilini yutardı her halde şaşkınlıktan..
Fransız coğrafyacı George Perrot, 1800 lerde Ankara’ya gelmiş. Ermeni,
Rum, Yahudi, Fransız ve İtalyan azınlıklardan, onların mezarlıklarından söz
ediyor. Zamanın zengin kesimi de şehrin güney doğusunda; süslü binalarda
otururlarmış. Bugünkü Gaziosmanpaşa tarafları oluyor..
Bir şey değişmemiş demek ki?!
Türkler’in de çoklukla Kale semtinde oturduklarını söylüyor Perrot..
Günümüzün gözde semti Çankaya’dan “Çengi Kayası” diye bahsediliyor.
Çankaya adı buradan gelmiş olmalı, “Çengi” ve “kaya” kelimeleri
birleştirilmiş.
Atatürk, Reisicumhur Köşkünü yaptırıp yerleşince Cumhuriyet eliti de
çevresine toplanmış.
****
İstanbul’daki Alman Hastanesinin ilk Başhekimi Dr. Mordmann da 19.
asrın sonlarında Ankara’yı ziyaret eden yabancılardan..
Kent insanlarının çalışkan olduklarından bahsediyor Dr. Mordmann, yün,
yapağı, tiftik üzerine bir uğraş.
Birkaç yabancı dışında Türk hekim yokmuş o zamanlar Ankara’da. Dr.
Mordmann, Ankara’nın hekimleri olarak; Palermolu Leonardi, Yunanlı Rigas,
Udimeli Bartalomeo Malfatti ve Fransız Duclos gibi birkaç isim sayıyor.
Tournefort ve Texier isimli seyyahlar, -ne için gelip dolaşmışlarsa-
Ankara’da sanayileşme adına hiçbir şeye rastlamadıklarını anlatmışlar.
19 yüzyılın başlarında Ankara’da Levant Company İngilizlerin ve East
İndia Company adlı Hintli şirketler faaliyet göstermiş, şirket çalışanları, refah
adına bir şey bulamadıklarını not düşmüşler hatıralarında..
****
Bunları ben Nejat Akgün’ün, “Burası Ankara” adlı kitabından öğrendim,
ilginç bilgiler var.
Anladığım kadarıyla 19 ncu yüzyıl Ankara için iyi bir zaman değil.
Gerçekten Ankara’nın geçmişte çok kötü dönemleri olmuş, toplumsal
hayatı gezginlerin hatıralarından öğreniyoruz, bilgiler sınırlı..
Çeteler de sadece bugüne mahsus değil, Anadolu’daki ayaklanmalardan
Ankara çok çekmiş..
Ancak, bugünkülerle kıyaslandığında yakıp yıkan, insanları haraca
bağlayan, baskınlar yapan o günün çeteleri eminim mumla aranır.
Bilmem yanılıyor muyum?!..

10 Eylül 2012 Pazartesi

Başaracağız


                                                          Ahmet Tezcan/Gel de yazma
Okulların açılışı ile herkesin işi de, telaşı da arttı.
Öğrenci nüfusumuz bile 17 milyonu buluyor, bu rakam birçok komşu ülkeyi
katlıyor.
Bu işlerin üstesinden gelmek kolay olmasa gerek.
Şu “dört dörtlük minikler” in yani “4+4+4” sistemine dahil yavrularımızın
sayısı bile milyonu geçiyor.

****

İl Milli Eğitim Müdürlüğü bilgilerine göre, dört dörtlüklerin Ankara’daki sayısı
100 bin dolayında öngörülüyor.
İlkokulların 1. sınıfına  (66 ay ve üzeri) zorunlu kayıt olması gereken öğrenci
sayısı 90 bin 178, tahsis edilen şube sayısı  3 binin üzerinde.
Şube başına düşen öğrenci sayısı 33 olarak planlanmış.

****

Rakam vermişken Ankara’nın  bu seneki rakamlarını da söyleyeyim.
Toplam resmi okul sayımız 1384 ve özellerle birlikte bu rakam 1800’ü geçiyor.
Ankara’daki toplam rakam derslik baz alındığında 26 bin 33..
Öğrenci toplamı ise 926 bin..
Bunun yalnızca 25’i imam hatip lisesi, onun da 12’sinin içinde imam hatip
okulu (İHO) mevcut..
Yani yaygaraya neden olacak bir durum yok.
Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’e bu nedenle yapılan tazyiklerin ideolojik temelli
olduğunu düşünüyorum.

****

Esas önemli olan müfredat..
Milli Eğitim müfredatımız şimdiye kadar hiç bu kadar gerçekçi olmadı.
Çocuklarımıza, geleceğimize okutulan, öğretilen şeylerin, milletin kültürüne,
tarihine, geleneğine uygun olması nedense pek istenmedi?!
Artık bu memleketin çocukları kendi inancına, kendi coğrafyasına uygun
müfredatı takip edecek ve kendi olacak.
Zil çaldı, bize de buradan hayırlar dilemek kalıyor.

2 Eylül 2012 Pazar

Gerçekçi olalım kendimiz olalım


                                                              Ahmet Tezcan/Gel de yazma

Okulların açılışı yaklaştıkça sektöre dâhil olanların telaşı arttı. Zordur, bizim gibi bir memlekette işlerin üstesinden gelmek öyle pek kolay olmaz.
Bunun çok çeşitli sebepleri var.
Bir kere Türkiye, idaresi kolay bir ülke değildir, dünyanın en iyi yöneticilerini getirseniz bu ülkede -argo tabirle- çuvallarlar.
Her konuda Türkiye’nin içte ve dışta müdahili çoktur ve dış müdahillerimiz de içeriden çok kolay işbirlikçi bulabilmektedirler.
Baksanıza çevrenize, bunca katliamlarına rağmen Beşar Esed'ın bile bu ülkede taraftarları var.
Bu yüzden bu memlekette en zor sağlanan şey her zaman MUTABAKAT olmaktadır.

****

Türkiye, 50-60 yıldır hiçbir konuda tam anlamıyla kendisi olamamıştı.
Bu nedir biliyor musunuz? "Müstemleke" halinin kibarcası. Biz 50-60 sene çok az şeyi kendimiz planlayıp programlamışızdır, bu yüzden ülke menfaatleri değil, çoğu kez dengeler gözetilmiştir.
Bakın eğitimden örnek verelim.
“Müfredat” denilen okullarda çocuklarımıza uygulanan program, hiç gerçekçi olmamıştır. hep dayatılan bir program oldu.
Eğitim namına verilen şeylerin milletin tarihine, coğrafyasına, geleneğine,kültürüne uygun olması pek istenmemiştir nedense?!
Bizim öğrencilik dönemimizde mesela; tahtaya asılan haritada, Türkiye’nin kuzey doğusu boydan boya sarı renkte boyalı ve üzerinde dört harf yazılıydı: S.S.C.B. Bunun başka bir ülkeyi simgelediğini bilirdik de telaffuz dahi edemezdik. Bu SSCB’de kimler yaşar, kaç kişidir, nasıl idare edilirler pek bilmezdik.
Meğer o ülkede Türkler de varmış, Gürcüler, Ermeniler de yaşarmış!
Komünist filan olduklarını çok sonraları öğrendik, uğruna çetin kavgalar verildi ve bu kavgada kendi bayrağımızı değil, onların orak çekiçli kızıl bayrağını dalgalandırdılar. Tam bir kimliksizlik, aymazlıktı bir bakıma. Şimdi onlar "ulusalcı" kesildiler, bayrak diyorlar da başka bir şey demiyorlar. Ruscu olmayanlar Çinci oldular, hatta zavallı Arnavutluktan Enver Hoca diye bir diktatöre öykündüler.
Kendimiz olamadık bir türlü yani..
Velhasıl müfredatı herkes kedi ideolojisine uydurmaya çalışırdı.

****

Türkiye, patronajını henüz devraldı ve şimdi işin başında tam manasıyla olmasa da kendisi var. Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer'e hücumların sebebi de bu, ideolojik yani. Çünkü Türkiye, ne öğreteceğine şimdi kendi karar veriyor, müfredatını kendi hazırlıyor.
Ekonomi, çalışma hayatı, diplomasi hemen her konuda bu böyle..
Türkiye artık kendi işini, olabildiğince yerli ve milli kaynaklardan kendisi görmeye çalışıyor. O nedenle başarı da başarısızlık bundan sonra kendine ait olacak.

****

Öğrenci sayısımız bu sene 17 milyonu buluyor. Etrafımızdaki birçok ülkenin nüfusu bile bu rakamı bulmaz. Şu “dört dörtlük minikler”in, yani 4+4+4 sistemine girecek yavrularımızın sayısı bile 250 bini buluyor.
Aslında bugün ben onları yazacaktım. “Çişini yapamaz, düğme ilikleyemez, 20’ye kadar sayamaz” diye çocuklarını olumsuzlayan anneleri yazacaktım. Fultaym mesaide, “çalışan anne” oldukları için çocuklarıyla tam meşgul olamadılar zavallılar, kabiliyetlerini de bu yüzden kestiremiyorlar.

30 Ağustos 2012 Perşembe

Egemenliğe uzanan el..



Ahmet Tezcan/Gel de yazma
 
Hiçbir memlekette milletin meclisinde bulunup vekalet üslenmiş olanların,
devlet- millet düşmanlarıyla bu derece sarmaş dolaş ilişki içinde olamayacaklarını
yazdım geçen yazımda..
Milletten maaş alıyor ama milletin çocuklarını katledenlerle
kucaklaşıp öpüşüyorlar..
ABD’de yahut Almanya’da veya Fransa’da hiçbir ülkede bu nevi davranışlar
karşılıksız kalmaz. Bunun bizde de bir yaptırımı olmalı dedim ve bir kitaptan
bahsettim:
Prof. Ahmet Mumcu yazmış, adı SİYASETEN KATL..

****

Örfi hukuku, hükümdarın kudretini incelemiş tarihten örneklerle, kurumsal
olarak “siyaseten katl”in tarihsel gelişimini anlatmış.
Bir bakıma Osmanlı’da devletin dolayısıyla milletin egemenliğine uzanan
ellerin nasıl kırıldığını anlatıyor. Hükümdarın kudretinin son sınırı diyor,
“kendi takdir hakkını kullanarak ölüm cezası verebilmekti.. Tabii bu, egemenliğin
tek elde toplandığı devletler için söz konusuydu” diye de ilave ediyor.
Osmanlı, Abbasi, Bizans, Selçuklu mirasçısı bir devlet, daha da eski; Türk ve
Moğol kültürlerinin de mirasçısı..
Hükümdara siyaseten katl hakkını tanıyan kurumun gelişme göstermesi
yalnızca Avrupa’ya yayılmış olmasının bir sonucu değil elbette. O zaman
hanedan üyelerinin hükümdarca katledilmelerini nasıl izah edeceğiz?

****

Bu hukuki bir yazı değil, ben de hukukçu değilim zaten. Bu kurumun
Osmanlı’daki gelişimine bakarken günümüze yansıması ve gereklilik hallerini
aklımdan geçirirken bu kitap elime geçti. Bugünkü kurumsal yapıyla bugün bu
nasıl olacaktı?!
Neyse, olmadık mesajlar(!) veriyor olsa da biz kitaba dönelim.
Prof. Mumcu Hz. Ebubekir döneminde yaşanan “ridde” olayını hatırlatıyor
bir yerde. Peygamberin vekili sıfatıyla ridde olayını bastırmaya giden
komutanlarına bir mektup gönderip emre karşı gelenlerin yakılarak
cezalandırılmalarını bildiriyor. Zararsız olanlara bir şey yapılmamasını istiyor,
onların içlerini Allah’ın düzelteceğini söylüyor.
Büyük askeri dehası ile mutlak hükümdar olan Cengiz Han’ın seçildiği gün
verdiği emir: hainlerin boynunu koparın oluyor.
Altınordu Hükümdarı Batu Han da yasaya aykırı harekete eden herkesin
başını kaybedeceğini ferman buyurmuş.

****

Büyük Selçuklu’nun büyük veziri Nizamülmülk de padişahın boyun
vurdurmasını “gayet tabii” olarak kabul ediyor.
Velhasıl “kamu rahatı için” çıkarılan kanun ve nizamlara aykırı cürümler,
“veliyyülemrin aleyhine çalışarak onun şeref ve şanını kıracak şekilde halkı
rahatsız eden, kamunun selameti aleyhine çalışanlar” ve daha pek çok durumun
genel olarak siyaseten katli gerektirdiğini öğreniyoruz.

****

IV. Mehmet, Merzifonlu’nun yerine atadığı Kara İbrahim Paşa’ya mührü
verirken bakın ne diyor:
“Allah’ın kullarını sana, seni Allah’a emanet ettim. Gözünü aç yoksa
seni selefinden beter ederim.”
Osmanlı her konuda olduğu gibi derya, bilhassa devlet idarecileri
bakımından emsalsiz tecrübeler kaynağı, insanın okudukça okuyası geliyor.

26 Ağustos 2012 Pazar

BDP-PKK tandemi*



Ahmet Tezcan/Gel de yazma
Bunların teröristlerle muhabbetini biliyorduk da bu kadarını beklemiyorduk.
Kalkıp bir de sarmaş dolaş kucaklaşmaları her şeyi bitirdi.
Her mücadelenin bir kuralı, ahlakî bir boyutu vardır. İnsan olduğumuz için
aranır bu boyut ve de olmalıdır.
Ne adına olursa olsun -velevki ülkeyi bölme adına- birileri, ellerine silah
alarak, öldürerek, bombalayarak mücadele etmeyi bir yöntem olarak tercih
etmişler, ya da öyle emir almışlardır, çıkış yolu bulamamışlar ve en ilkelini
seçmişlerdir.
Bütün bunlar bir yere kadar anlaşılabilir. Adam neticede silahlı mücadeleyi
seçmiş, katil ve canidir. Bebekleri bile katletmekten çekinmiyorlardır artık, gözleri
dönmüştür.
Onlarla insanlık konuşulur mu, ondan insanlık adına bir davranış beklenebilir
mi? Millete bir müddet başağrısı olurlar sadece ve bir sonuç da
alamazlar.

****

Amma ve lakin mücadelesi için siyaseti tercih etmiş, mecliste vekâlet görevi
üslenmiş olanların kalkıp eli silahlı canilerle kucaklaşıp öpüşmesi, “dağdaki
gençler, bizim çocuklar” diyerek onları sempatize etmeleri ne anlaşılabilir ve ne
de kabul dilebilir.
Eğer bunu yapıyorlarsa söylenecek şey; akıl tutulması içine düştükleridir
yahut terörizmin kuklasıdırlar artık.
Hâlâ savunuluyor olması da zaten bunu göstermektedir. Dolayısıyla onlarla
bundan sonra ne demokrasi konuşulur, ne de hak- hukuk, insanlık mevzu
olmaktan çıkar.

****

Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir hareketin içinde BÖYLESİ görülmemiştir.
Böylesi dediğim, tanımlayamadığım hareketi anlatmada “densizlik”,
“küstahlık” kelimeleri hafif kalıyor, ondan ötesi ama kelimeyi bulamıyorum.
Amerikan kongresinde hiçbir üye devlet millet düşmanı hainlerle kucaklaşıp
görüşemez.. Alman parlamentosunda da bir üyenin böyle bir hareket içine
girmesi asla kabul edilmez, girerse o üyenin siyasi hayatını bitirirler, affetmezler.
Bizim memlekette oluyor maalesef böyle şeyler ve üstelik görüntülenerek
gözümüze sokuluyor adeta! Bir kerecik ekrana gelse neyse, olaydan her
bahseden her bültende dayıyor görüntüyü, iğrençliği milyon kere seyrediyoruz
ekranlardan ve millet olarak kafalarımızın arkasında bir şeyler oluşturuluyor
sanki!
Zaten bu buluşma bunun için görüntülenip yayınlatıldı, bundan sonrasına
hazırlık.. Daha önce kaç kez buluşup öpüştüler kim bilir?!

****

Kaçırıldığı söylenen milletvekili Hüseyin Aygün’den bir örnek;
Olaydan önce (12 Ağustos)yazılı basında Hüseyin Aygün adına sadece üç
haberde rastlıyoruz. 13 Ağustos’ta 40 haber, kaçırıldı denince haber sayısı 303
çıkıyor. Bir hafta müddetle sadece Aygün’den ve dolayısıyla terör örgütünden
bahseden haber sayısı günde 250 nin altına düşmüyor, binleri buluyor.
Propaganda böyle olur(!),Aygün’ün haberleri reytingde o hafta Başbakan
Erdoğan’ı bile geride bıraktı.
Bu BDP-PKK tandemine bir yaptırımın olması lazım, karşılıksız kalamaz.
Elime bir kitap geçti, 3 gündür bırakamıyorum, adı “Siyaseten Katl”, Prof
Ahmet Mumcu yazmış; Osmanlı’da devlet egemenliğine uzanan ellerin nasıl
kırıldığını anlatıyor hukuki bakımdan.

Ecdat, devletin ve dinin düşmanını hiç affetmemiş. Cuma günü bu kitaptan
bir nebze bahsedeceğim.
(*Tandem: Birlikte yürütülen ikili iş)

24 Ağustos 2012 Cuma

Vatana ihanet ne, hain kim?


Ahmet Tezcan/Gel de yazma

TBMM’nin iki numaralı kanunu nedir bilir misiniz?
“Hıyanet-i Vataniyye” yani” “vatana ihanet” kanunudur.
29 Nisan 1920’de Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında Büyük Meclis’in
otoritesine karşı çıkacak kişi ve gurupları etkisiz kılmak üzere hükümetin elini
güçlendirmek için çıkarılmıştır bu kanun.
Birinci Madde aynen şöyledir:
“Büyük Millet Meclisi’nin meşruiyetine isyanı mutazammım kavlen veya fiilen
veya tahriren muhalefet ve ifsadatta bulunan, haini vatan addolunur”
Günümüz Türkçesiyle ifade olunursa;
Büyük Millet Meclisi’nin meşruluğuna başkaldırma niyetinde olarak,
söz, eylem ve yazı ile karşı koyanlar ve karışıklık çıkarmak isteyen kişiler
vatan hainidir.  
Yani devletin temel yapısını yıkmak üzere bir eylem ortaya konulduğunda
bu; “hıyanet” yani “hainlik” sayılmaktadır.
****

Tam 14 maddedir Hıyaneti Vataniye Kanunu, ileriki tarihlerde yapılan
çeşitli değişikliklerle kapsamı daha da genişletilmiştir.
Şimdi sıkı durun..
12 Nisan 1991’de 3713 Sayılı Terörle Mücadele Kanunu ile Hıyanet-i
Vataniye Kanunu yürürlükten kaldırılmış, yerine yeni bir Vatana İhanet
Kanunu’nu da çıkarılmamış.
Yani Anayasamızda bugün sadece cumhurbaşkanları için; “Vatana İhanet”
suçundan yargılanabileceğine dair bir ibare var o kadar.
Günümüz Türkiye’sinde böyle bir kanun yok, hainlik diye bir suç
tanımlanmış, tarif edilmiş değildir anlayacağınız.
Eylemi suç sayan kanun olmadığına göre; vatana ihanetin suç olmadığını
söylemek mümkün müdür?

****

Hemen şu soruları yüksek perdeden sorduğunuzu duyar gibiyim:
Terör, terörist nedir peki, bu suç “Vatana ihanet” kapsamına girmez
mi?
Fidan gibi Mehmetçiklerimizi, sabi yavruları, masum sivilleri katledip
milleti kahrettikleri yetmez mi?
Teröristi gülücüklerle kucaklayıp öpen, onlara “canımız ciğerimiz”
muamelesi çekenler hangi kategoriye girer peki? 
Evet, TCK 302-308, Devletin birliği ve ülke bütünlüğünü bozmayı, düşmanla
işbirliği yapmayı, Devlete karşı savaşa tahriki, milli yararlara karşı hareket
etmeyi, askeri tesisleri (karakollar bunun içinde) tahrip etmeyi ve düşmanla (siz
gerilla diyebilirsiniz) anlaşmayı ve ona yardım etmeyi ‘vatana ihanet’ demese de
hainlik kapsamında suç saymaktadır.
O halde biz neyi bekliyoruz?
Ecdadımız, Devletin birliği ve ülke bütünlüğü söz konusu olduğunda
kardeşini, amcasını boğdurmaktan geri durmamış, kimsenin gözünün yaşına
bakmamış da biz bunlara maaş ödemeye devam mı edeceğiz?
Peki, öyleyse hain kim, ihanetin bir bedeli olmayacak mı?
Yan yana koyduğumda katil bile hainden bir gömlek üstün çıkıyor, eli
silahlıdır ve hiç olmazsa bellidir katil olduğu.

19 Ağustos 2012 Pazar

Bilgi, ilgi, illaki sevgi..




Bayramınızı kutlarken Tayland’daki bir anımı paylaşmak istedim bugün.
Birkaç yıl önceydi iletişimle, işimizle ilgili bir geziydi, Bangkok’da bazı
meslektaşlar ve Dışişleri’nin Türkiye ile ilgili bürokratlarıyla görüşmüştük.
Tayland bizden çok farklı bir yer, dili, kültürü, alfabesi bize hiç benzemez,
(a)yı (b)yi seçemezsiniz Tai alfabesinde. İnançları da farklı, Budizm’e inanmış
insanlar, ayakta, oturan, yatan Buda heykelleri önünde her an tazimdeler.
Bizden farklı demek her zaman bize yabancı anlamına gelmiyor.
Tayland da öyle, dolayısıyla sorun teşkil etmiyor. Ancak iklimi çok farklı, her gün
yağmur, her gün ıslak, şemsiyesiz dolaşılmaz bu ülkede.
Anlayacağınız hem nemli hem önemli bir memleket Tayland..

****

Fakat asıl önemlisi mutfak..
Bizi bir dert sardı ki; koca Bangkok’da ne yer ne içeriz, nasıl karnımızı
doyururuz en çok bunu düşündük?
Süslü gösterişli sofralar kuruluyor, bol soslu bol renkli yemekler önümüze
geliyor ama damak başka, birine bile el süremiyoruz. Palmiye yağında kızartılmış
yılan soslu tırtıl mı, yoksa acı soslu maymun pirzolası mı, ne?! Pilav, pirinç lapası,
tuz bilinmiyor, zeytin peynir de hak getire..
İlk başta ve ilk bakışta yemek en büyük sorun gibi gözüküyor. Fakat öyle
olmadığı, zamanla sorunun mesela deniz ürünleriyle aşılabildiğini görüyorsunuz.

****

Heyet adına bize de söz düştü ama hiçbir yönüyle bize benzemeyen bir
ülkede insanlarla ne konuşacaksınız?
Efendim, diyerek söze girdim bilge bir diplomat edasıyla, iki ülke ilişkilerinin
üçayağı olması gerektiğini, bu sağlanmadan ilişkilerin gerçekçi ve sürdürülebilir
olamayacağını söyledim.
Taylandlı diplomatlarla birlikte heyet arkadaşlarım da dikkatle kulak
kesilmişlerdi, sonra başladım sıralamaya.
 İlişkilerin gerçekçi ve sürdürülebilir olmasının birinci ayağı BİLGİ dir,
 İkincisi İLGİ dir,
 Ve üçüncüsü, bence en önemlisi SEVGİ dir.
Bu üç temel üzerine kurulmayan hiçbir ilişkinin sağlıklı sürdürülmesi
mümkün değildir. Ülkelerimizle ilgili önce sağlam bilgilere sahip olmalıyız, bu
yetmez. Ciddiyet ve samimiyetle birbirimize her alanda ilgi göstermeliyiz ve bunu
severek yapmalıyız. Aksi halde yürümez.
Her şey sevgi ikliminde yeşerir.
İkili ilişkilerin üçüncü bir unsur aracılığıyla yürütülmesi de doğru olmaz.
Üçüncü göz, üçüncü el yabancı olur, beni sana seni bana yanlış anlatıp, yanlı
gösterebilir.

****
Bunların hepsi Mesnevîdendi.. Hz. Mevlâna esas insan ilişkileri için
söylemişti bunları. İnsanların birbirine ilgi ve iltifatını istemiş, sevmeden hiçbir
şey olamayacağını taa 13. asırda vaaz etmişti insanlığa.
Bayramdır diye ben de bir bahane hatırlatmış oldum. Görüşmeden çıkarken
Taylandlı diplomat bana ne dedi biliyor musunuz?
Bu formülü kullanmak için benden izin istedi. Benim değil ki dedim,
Mevlâna’nındır ve insanlığa aittir, kullanabilirsiniz.
Peki, o kim diye sordu bu defa, nasıl anlatırım iki dakikada ayaküstü?
O da bizim Buda’mız deyiverdim usulca.. Yanlış mı söyledim diye hâlâ içim
içimi kemiriyor.