30 Ağustos 2012 Perşembe

Egemenliğe uzanan el..



Ahmet Tezcan/Gel de yazma
 
Hiçbir memlekette milletin meclisinde bulunup vekalet üslenmiş olanların,
devlet- millet düşmanlarıyla bu derece sarmaş dolaş ilişki içinde olamayacaklarını
yazdım geçen yazımda..
Milletten maaş alıyor ama milletin çocuklarını katledenlerle
kucaklaşıp öpüşüyorlar..
ABD’de yahut Almanya’da veya Fransa’da hiçbir ülkede bu nevi davranışlar
karşılıksız kalmaz. Bunun bizde de bir yaptırımı olmalı dedim ve bir kitaptan
bahsettim:
Prof. Ahmet Mumcu yazmış, adı SİYASETEN KATL..

****

Örfi hukuku, hükümdarın kudretini incelemiş tarihten örneklerle, kurumsal
olarak “siyaseten katl”in tarihsel gelişimini anlatmış.
Bir bakıma Osmanlı’da devletin dolayısıyla milletin egemenliğine uzanan
ellerin nasıl kırıldığını anlatıyor. Hükümdarın kudretinin son sınırı diyor,
“kendi takdir hakkını kullanarak ölüm cezası verebilmekti.. Tabii bu, egemenliğin
tek elde toplandığı devletler için söz konusuydu” diye de ilave ediyor.
Osmanlı, Abbasi, Bizans, Selçuklu mirasçısı bir devlet, daha da eski; Türk ve
Moğol kültürlerinin de mirasçısı..
Hükümdara siyaseten katl hakkını tanıyan kurumun gelişme göstermesi
yalnızca Avrupa’ya yayılmış olmasının bir sonucu değil elbette. O zaman
hanedan üyelerinin hükümdarca katledilmelerini nasıl izah edeceğiz?

****

Bu hukuki bir yazı değil, ben de hukukçu değilim zaten. Bu kurumun
Osmanlı’daki gelişimine bakarken günümüze yansıması ve gereklilik hallerini
aklımdan geçirirken bu kitap elime geçti. Bugünkü kurumsal yapıyla bugün bu
nasıl olacaktı?!
Neyse, olmadık mesajlar(!) veriyor olsa da biz kitaba dönelim.
Prof. Mumcu Hz. Ebubekir döneminde yaşanan “ridde” olayını hatırlatıyor
bir yerde. Peygamberin vekili sıfatıyla ridde olayını bastırmaya giden
komutanlarına bir mektup gönderip emre karşı gelenlerin yakılarak
cezalandırılmalarını bildiriyor. Zararsız olanlara bir şey yapılmamasını istiyor,
onların içlerini Allah’ın düzelteceğini söylüyor.
Büyük askeri dehası ile mutlak hükümdar olan Cengiz Han’ın seçildiği gün
verdiği emir: hainlerin boynunu koparın oluyor.
Altınordu Hükümdarı Batu Han da yasaya aykırı harekete eden herkesin
başını kaybedeceğini ferman buyurmuş.

****

Büyük Selçuklu’nun büyük veziri Nizamülmülk de padişahın boyun
vurdurmasını “gayet tabii” olarak kabul ediyor.
Velhasıl “kamu rahatı için” çıkarılan kanun ve nizamlara aykırı cürümler,
“veliyyülemrin aleyhine çalışarak onun şeref ve şanını kıracak şekilde halkı
rahatsız eden, kamunun selameti aleyhine çalışanlar” ve daha pek çok durumun
genel olarak siyaseten katli gerektirdiğini öğreniyoruz.

****

IV. Mehmet, Merzifonlu’nun yerine atadığı Kara İbrahim Paşa’ya mührü
verirken bakın ne diyor:
“Allah’ın kullarını sana, seni Allah’a emanet ettim. Gözünü aç yoksa
seni selefinden beter ederim.”
Osmanlı her konuda olduğu gibi derya, bilhassa devlet idarecileri
bakımından emsalsiz tecrübeler kaynağı, insanın okudukça okuyası geliyor.

26 Ağustos 2012 Pazar

BDP-PKK tandemi*



Ahmet Tezcan/Gel de yazma
Bunların teröristlerle muhabbetini biliyorduk da bu kadarını beklemiyorduk.
Kalkıp bir de sarmaş dolaş kucaklaşmaları her şeyi bitirdi.
Her mücadelenin bir kuralı, ahlakî bir boyutu vardır. İnsan olduğumuz için
aranır bu boyut ve de olmalıdır.
Ne adına olursa olsun -velevki ülkeyi bölme adına- birileri, ellerine silah
alarak, öldürerek, bombalayarak mücadele etmeyi bir yöntem olarak tercih
etmişler, ya da öyle emir almışlardır, çıkış yolu bulamamışlar ve en ilkelini
seçmişlerdir.
Bütün bunlar bir yere kadar anlaşılabilir. Adam neticede silahlı mücadeleyi
seçmiş, katil ve canidir. Bebekleri bile katletmekten çekinmiyorlardır artık, gözleri
dönmüştür.
Onlarla insanlık konuşulur mu, ondan insanlık adına bir davranış beklenebilir
mi? Millete bir müddet başağrısı olurlar sadece ve bir sonuç da
alamazlar.

****

Amma ve lakin mücadelesi için siyaseti tercih etmiş, mecliste vekâlet görevi
üslenmiş olanların kalkıp eli silahlı canilerle kucaklaşıp öpüşmesi, “dağdaki
gençler, bizim çocuklar” diyerek onları sempatize etmeleri ne anlaşılabilir ve ne
de kabul dilebilir.
Eğer bunu yapıyorlarsa söylenecek şey; akıl tutulması içine düştükleridir
yahut terörizmin kuklasıdırlar artık.
Hâlâ savunuluyor olması da zaten bunu göstermektedir. Dolayısıyla onlarla
bundan sonra ne demokrasi konuşulur, ne de hak- hukuk, insanlık mevzu
olmaktan çıkar.

****

Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir hareketin içinde BÖYLESİ görülmemiştir.
Böylesi dediğim, tanımlayamadığım hareketi anlatmada “densizlik”,
“küstahlık” kelimeleri hafif kalıyor, ondan ötesi ama kelimeyi bulamıyorum.
Amerikan kongresinde hiçbir üye devlet millet düşmanı hainlerle kucaklaşıp
görüşemez.. Alman parlamentosunda da bir üyenin böyle bir hareket içine
girmesi asla kabul edilmez, girerse o üyenin siyasi hayatını bitirirler, affetmezler.
Bizim memlekette oluyor maalesef böyle şeyler ve üstelik görüntülenerek
gözümüze sokuluyor adeta! Bir kerecik ekrana gelse neyse, olaydan her
bahseden her bültende dayıyor görüntüyü, iğrençliği milyon kere seyrediyoruz
ekranlardan ve millet olarak kafalarımızın arkasında bir şeyler oluşturuluyor
sanki!
Zaten bu buluşma bunun için görüntülenip yayınlatıldı, bundan sonrasına
hazırlık.. Daha önce kaç kez buluşup öpüştüler kim bilir?!

****

Kaçırıldığı söylenen milletvekili Hüseyin Aygün’den bir örnek;
Olaydan önce (12 Ağustos)yazılı basında Hüseyin Aygün adına sadece üç
haberde rastlıyoruz. 13 Ağustos’ta 40 haber, kaçırıldı denince haber sayısı 303
çıkıyor. Bir hafta müddetle sadece Aygün’den ve dolayısıyla terör örgütünden
bahseden haber sayısı günde 250 nin altına düşmüyor, binleri buluyor.
Propaganda böyle olur(!),Aygün’ün haberleri reytingde o hafta Başbakan
Erdoğan’ı bile geride bıraktı.
Bu BDP-PKK tandemine bir yaptırımın olması lazım, karşılıksız kalamaz.
Elime bir kitap geçti, 3 gündür bırakamıyorum, adı “Siyaseten Katl”, Prof
Ahmet Mumcu yazmış; Osmanlı’da devlet egemenliğine uzanan ellerin nasıl
kırıldığını anlatıyor hukuki bakımdan.

Ecdat, devletin ve dinin düşmanını hiç affetmemiş. Cuma günü bu kitaptan
bir nebze bahsedeceğim.
(*Tandem: Birlikte yürütülen ikili iş)

24 Ağustos 2012 Cuma

Vatana ihanet ne, hain kim?


Ahmet Tezcan/Gel de yazma

TBMM’nin iki numaralı kanunu nedir bilir misiniz?
“Hıyanet-i Vataniyye” yani” “vatana ihanet” kanunudur.
29 Nisan 1920’de Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında Büyük Meclis’in
otoritesine karşı çıkacak kişi ve gurupları etkisiz kılmak üzere hükümetin elini
güçlendirmek için çıkarılmıştır bu kanun.
Birinci Madde aynen şöyledir:
“Büyük Millet Meclisi’nin meşruiyetine isyanı mutazammım kavlen veya fiilen
veya tahriren muhalefet ve ifsadatta bulunan, haini vatan addolunur”
Günümüz Türkçesiyle ifade olunursa;
Büyük Millet Meclisi’nin meşruluğuna başkaldırma niyetinde olarak,
söz, eylem ve yazı ile karşı koyanlar ve karışıklık çıkarmak isteyen kişiler
vatan hainidir.  
Yani devletin temel yapısını yıkmak üzere bir eylem ortaya konulduğunda
bu; “hıyanet” yani “hainlik” sayılmaktadır.
****

Tam 14 maddedir Hıyaneti Vataniye Kanunu, ileriki tarihlerde yapılan
çeşitli değişikliklerle kapsamı daha da genişletilmiştir.
Şimdi sıkı durun..
12 Nisan 1991’de 3713 Sayılı Terörle Mücadele Kanunu ile Hıyanet-i
Vataniye Kanunu yürürlükten kaldırılmış, yerine yeni bir Vatana İhanet
Kanunu’nu da çıkarılmamış.
Yani Anayasamızda bugün sadece cumhurbaşkanları için; “Vatana İhanet”
suçundan yargılanabileceğine dair bir ibare var o kadar.
Günümüz Türkiye’sinde böyle bir kanun yok, hainlik diye bir suç
tanımlanmış, tarif edilmiş değildir anlayacağınız.
Eylemi suç sayan kanun olmadığına göre; vatana ihanetin suç olmadığını
söylemek mümkün müdür?

****

Hemen şu soruları yüksek perdeden sorduğunuzu duyar gibiyim:
Terör, terörist nedir peki, bu suç “Vatana ihanet” kapsamına girmez
mi?
Fidan gibi Mehmetçiklerimizi, sabi yavruları, masum sivilleri katledip
milleti kahrettikleri yetmez mi?
Teröristi gülücüklerle kucaklayıp öpen, onlara “canımız ciğerimiz”
muamelesi çekenler hangi kategoriye girer peki? 
Evet, TCK 302-308, Devletin birliği ve ülke bütünlüğünü bozmayı, düşmanla
işbirliği yapmayı, Devlete karşı savaşa tahriki, milli yararlara karşı hareket
etmeyi, askeri tesisleri (karakollar bunun içinde) tahrip etmeyi ve düşmanla (siz
gerilla diyebilirsiniz) anlaşmayı ve ona yardım etmeyi ‘vatana ihanet’ demese de
hainlik kapsamında suç saymaktadır.
O halde biz neyi bekliyoruz?
Ecdadımız, Devletin birliği ve ülke bütünlüğü söz konusu olduğunda
kardeşini, amcasını boğdurmaktan geri durmamış, kimsenin gözünün yaşına
bakmamış da biz bunlara maaş ödemeye devam mı edeceğiz?
Peki, öyleyse hain kim, ihanetin bir bedeli olmayacak mı?
Yan yana koyduğumda katil bile hainden bir gömlek üstün çıkıyor, eli
silahlıdır ve hiç olmazsa bellidir katil olduğu.

19 Ağustos 2012 Pazar

Bilgi, ilgi, illaki sevgi..




Bayramınızı kutlarken Tayland’daki bir anımı paylaşmak istedim bugün.
Birkaç yıl önceydi iletişimle, işimizle ilgili bir geziydi, Bangkok’da bazı
meslektaşlar ve Dışişleri’nin Türkiye ile ilgili bürokratlarıyla görüşmüştük.
Tayland bizden çok farklı bir yer, dili, kültürü, alfabesi bize hiç benzemez,
(a)yı (b)yi seçemezsiniz Tai alfabesinde. İnançları da farklı, Budizm’e inanmış
insanlar, ayakta, oturan, yatan Buda heykelleri önünde her an tazimdeler.
Bizden farklı demek her zaman bize yabancı anlamına gelmiyor.
Tayland da öyle, dolayısıyla sorun teşkil etmiyor. Ancak iklimi çok farklı, her gün
yağmur, her gün ıslak, şemsiyesiz dolaşılmaz bu ülkede.
Anlayacağınız hem nemli hem önemli bir memleket Tayland..

****

Fakat asıl önemlisi mutfak..
Bizi bir dert sardı ki; koca Bangkok’da ne yer ne içeriz, nasıl karnımızı
doyururuz en çok bunu düşündük?
Süslü gösterişli sofralar kuruluyor, bol soslu bol renkli yemekler önümüze
geliyor ama damak başka, birine bile el süremiyoruz. Palmiye yağında kızartılmış
yılan soslu tırtıl mı, yoksa acı soslu maymun pirzolası mı, ne?! Pilav, pirinç lapası,
tuz bilinmiyor, zeytin peynir de hak getire..
İlk başta ve ilk bakışta yemek en büyük sorun gibi gözüküyor. Fakat öyle
olmadığı, zamanla sorunun mesela deniz ürünleriyle aşılabildiğini görüyorsunuz.

****

Heyet adına bize de söz düştü ama hiçbir yönüyle bize benzemeyen bir
ülkede insanlarla ne konuşacaksınız?
Efendim, diyerek söze girdim bilge bir diplomat edasıyla, iki ülke ilişkilerinin
üçayağı olması gerektiğini, bu sağlanmadan ilişkilerin gerçekçi ve sürdürülebilir
olamayacağını söyledim.
Taylandlı diplomatlarla birlikte heyet arkadaşlarım da dikkatle kulak
kesilmişlerdi, sonra başladım sıralamaya.
 İlişkilerin gerçekçi ve sürdürülebilir olmasının birinci ayağı BİLGİ dir,
 İkincisi İLGİ dir,
 Ve üçüncüsü, bence en önemlisi SEVGİ dir.
Bu üç temel üzerine kurulmayan hiçbir ilişkinin sağlıklı sürdürülmesi
mümkün değildir. Ülkelerimizle ilgili önce sağlam bilgilere sahip olmalıyız, bu
yetmez. Ciddiyet ve samimiyetle birbirimize her alanda ilgi göstermeliyiz ve bunu
severek yapmalıyız. Aksi halde yürümez.
Her şey sevgi ikliminde yeşerir.
İkili ilişkilerin üçüncü bir unsur aracılığıyla yürütülmesi de doğru olmaz.
Üçüncü göz, üçüncü el yabancı olur, beni sana seni bana yanlış anlatıp, yanlı
gösterebilir.

****
Bunların hepsi Mesnevîdendi.. Hz. Mevlâna esas insan ilişkileri için
söylemişti bunları. İnsanların birbirine ilgi ve iltifatını istemiş, sevmeden hiçbir
şey olamayacağını taa 13. asırda vaaz etmişti insanlığa.
Bayramdır diye ben de bir bahane hatırlatmış oldum. Görüşmeden çıkarken
Taylandlı diplomat bana ne dedi biliyor musunuz?
Bu formülü kullanmak için benden izin istedi. Benim değil ki dedim,
Mevlâna’nındır ve insanlığa aittir, kullanabilirsiniz.
Peki, o kim diye sordu bu defa, nasıl anlatırım iki dakikada ayaküstü?
O da bizim Buda’mız deyiverdim usulca.. Yanlış mı söyledim diye hâlâ içim
içimi kemiriyor.

12 Ağustos 2012 Pazar

Kocatepe’de semazenler

 Gel de yazma
 
Başkentin ‘Ulucami’sidir Kocatepe, neden mahya asılmaz diye sormuştum.
Mahya geleneği sadece İstanbul yahut Bursa, Edirne gibi payitaht şehirlere
mahsus ise Ankara’mız da son payitaht..
Gerçekten de öyledir..
İstenirse, mahya ve daha ilerisi; kubbe üstünde semazenlerin ney
eşliğinde sema etmeleri dahi mümkündür. Lazer teknolojisiyle harika
görüntüler ortaya çıkarılarak muhteşem bir gösteri olur ve Ankara'nın her
köşesinden de keyifle seyredilir.
Ama dediğim gibi istenirse tabi..

****

Kenar semtlerden Kocatepe’ye akın olur,“özel teravih seferleri” gerekir
denirse belediyeler bunu seve seve üslenirdi.
Bu Ramazan geçti, gelecek Ramazan’a kavuşursak bir heveslisi çıkabilir.
10 bin kişinin aynı anda namaz kılabildiği Kocatepe’nin de böylelikle hakkı
verilmiş olur. Çünkü cemaat caminin, cami de cemaatin hakkıdır.
Kocatepe’nin cemaati eridi gitti bu Ramazan..
Bir coşku yaşanabilmesi için en başta bu işlerin sevilmesi lazım gerçekten
coşan insanların olması gerekir. Kim bu zamanda kalkıp camiyle, cemaatle
uğraşacak dersen olmaz, sevgi dolu yürek..
Diyanet Vakfı bile elinin ucuyla tutuyor artık bu işleri, parkla bahçeyle
uğraşıyor. Otoparkçılar teravih mesaisi yaptıklarına göre ortaklar her halde diye
düşünüyor cemaat?!
Cami, Diyanet’in ilgi alanının dışında gibi.. Kocatepe’nin altında çocuklar
için yer düzenlendi engelli asansörü gibi bir dünya masrafla, daha bir gün iki
tane çocuk görmedim, bir Ramazan süresince çocuklar caminin içini kullandılar
oyun alanı olarak.
Bütün bunlar için Ankara ve Çankaya Müftüleri’ne bir şey sormalı mı
acaba?

****

Ha sahi semazen dedim de; dönüyorlar, hem de gerçek, adamdan
semazenler yani sanal değil..
Yalnız kubbenin üstünde değil, caminin altındaki AVM’de ve de kanun,
keman eşliğinde dönüyorlar! “Dönüyorlar” diyorum, bunlar “dönme
semazenler”, semazenlikten dönmüşler her halde?! Dönme semazenler için
kudüme, neye ihtiyaç yok, çalgı olsun yeter, onlar düğünde, dernekte, nikâhta
şenlikte her yerde dönerler!
Yuh diyesim geldi..
Beğendik AVM’si de böylece “şenlik” kısmına katılmış oldu mübareğin..
Ramazan’da Kur’an dağıtan gazeteler gibi, ihtiyaca binaen(!) olmalı..
Hiç beğenmedik..
Ne gelenek gözeten var ne denetleyen..
Nerede gerçek Mevleviler, Mesnevi’nin ruhuna erenler, nerede
devlet filan dermişim?!
Böylelikle Kocatepe’nin üstünde ararken coşkuyu altında buluyoruz!

****

Mahya teklifimden de vazgeçtim. Bırakın mahyayı Kocatepe’de normal
vakit namazı kılınabildiğine şükretmek gerekir. Nitekim önceki Cuma
Kocatepe’de sabah namazı ve mukabele tehlikeye girmiş, sebep elektriklerin
kesik olması..
Diyeceksiniz ki koca camide bir küçük ışıldak da mı yokmuş?

Küçücük semt camilerinde dahi hini hacet için bulundurulan bir ışıldaktan
bile mahrum Kocatepe.. Kocaman egzozlarından yaydığı zehir ve gürültüyle
mahalleyi ayağa kaldıran eski model dizel jeneratörü de işe yaramamış, gençlerin
cep telefonlarının aydınlatmasında kılınmış sabah namazı.
Namaz bu, vakit şartı var, elektrik bekleyemezsiniz, zamanında edası
gerekir.

9 Ağustos 2012 Perşembe

Türk Şehitlikleri

Gel de yazma

Uzak coğrafyalarda şehitlikleri olan kaç ülke vardır acaba?
Kaç Mehmetçiğimiz vatan toprakların hasret yabancı topraklarda bizden bir
Fatiha bekliyor?
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Myanmar, eski adıyla Burma’daki Türk
şehitliğinden bahsedince bu soruyu sordum kendime.
Cevabı bulmak zor olmadı; Almanya, Arnavutluk, Avusturya’dan tutun
İtalya, Letonya, Polonya’ya.. Romanya’dan, Ukrayna’ya kadar tam 34 ülkede 78
ayrı Türk şehitliği bulunduğunu öğrendim.
Başbakan’ın eşi ve kızıyla birlikte gittiği Myanmar’da bu gece dönüyorlar

****

Türk devlet adamları gezilerinde şehitliklerimizi ihmal etmiyorlar.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İngiltere ziyareti sırasında Portsmouth’daki
Türk Deniz Şehitliği'ni ziyaret ederken çok çarpıcı bir söz söyledi, dedi ki;
“Ülkelerin büyüklükleri sadece başarılarıyla ölçülmez, yaptıkları
fedakârlıklar da çok önemlidir.
Türk milleti çok büyük fedakârlıklar yapan bir millettir.”
Evet, bu millet gerektiğinde canını feda ederek en büyük fedakârlığı gözünü
kırpmadan yapabilen bir millet..
Canfeda millete can feda edilir ve bu çok önemli bir yüksek ruh halidir.
Kafkaslarda, Yemen’de Azerbaycan’da.. Dünyanın öteki ucu Kore’de,
Myanmar’da Türk şehitlikleri var ve böylesi bir ülke dünyada yok.

****

İngilizler, Irak cephesinde esir düşen Türkleri Burma’ya, şimdiki adıyla
Myanmar’a götürmüşler. Myanmar yönetimi şimdi de Müslümanlara zulmediyor,
İngiliz sömürgesi ne olacak?
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Konyalıların iftar yemeğinde anlattı;
dedelerimizin mezarlarının bulunması ve ihyası için Myanmar Dışişleri Bakanı'na
mektup göndermiş, büyükelçimize de “araştır” demiş. Bir şehitlikte 700,
diğerinde 300 şehidimizin yattığı tespit edilmiş, benzer 6-7 şehitlik daha varmış.
Davutoğlu büyükelçiye talimatında diyor ki;
”Bu aziz bayrak için şehit düşen dedelerimizin makamlarına varın,
huzurlarında onlardan ruhsat alın, deyin ki; Uğruna şehit düştüğünüz bu al
bayrağı ebediyen burada dalgalanmak üzere size getirdik.”
Evet, güçlü bir devletin yapacağı işler bunlar, çap ister ister.

****

Rusya ile de bir anlaşma yaptık; yaşanan savaşlarda hayatlarını kaybeden
askerlerin mezarları imar edilecek. Putin Ekim’de Türkiye’ye gelince
Krasnoyarsk Türk şehitliği için yapılan anlaşmaya karşılıklı imza koyulacak.
Yalnız Rusya değil, dünya ölçeğinde şehitlerimizin hatıralarının canlı tutulması için
çalışmalar yapılıyor.
Osmanlı’nın en çok esir verdiği ülkelerin başında geliyor Rusya, Kafkas
Cephesi’nden esir düşenlerin 60-70 bini bulduğu söyleniyor.
Ertuğrul Fırkateyni şehitleri Abdülhamit Han'ın özel elçisi Osman Paşa ile
birlikte Japonya’ya gidiyorlardı, dostluk ziyaretiydi maksatları. 15 Eylül 1890’da
tayfuna yakalanıp Oşima kayalıklarında parçalandılar. Kurtulamayan 260 Türk
denizci adadaki şehitlikte yatıyor.
Görüldüğü üzere dünyanın dört bucağında şehitlerimiz var. Kahraman
vatan evlatlarını Kürt Laz, Çerkez diye değil, Türk Şehitleri olarak anılıyor.
Yaşarken bu ayırım neden yapılıyor anlamak güç?!

5 Ağustos 2012 Pazar

Kavganın kökü dünde



Gel de yazma
Bu memleket yıllarca lider kavgalarından çok çekti, enerjisi de ziyan oldu.
Önce cumhurbaşkanları ile başbakanların yıldızlarının hiç barışmaması gerekirdi.
Sonra siyasiler, cenazede bile yan yana gelemeyecek hale getirilmeliydi..
Halkın kahrolmasını, ülkenin enerji kaybını kim düşünür, basına da malzeme
lazım?!
On yıllarca biz vatandaş olarak bu manzarayı izledik.
İnönü-Bayar, Demirel-Ecevit kavgaları, yakın tarihe gelindiğinde Özal-Demirel-
Çiller-Mesut Yılmaz arasındaki çekişmeler.. Yıldırım Akbulut bile Körfez Savaşında
Özal ile yaka paça oldu.
Bu coğrafyadaki kavgalara sebep bulmak için zahmet gerekmez, yoksa
dahi bir gazete haberiyle ateşlenebilir kavgalar.
İşte en taze örneği Malatya, sahur davulundan toplumsal kavga çıkarmak
istediler olmadı, avuçlarını yaladılar.

****

Geçmişte öyle olmadı, çok kötü sınavlar verdik, çok can yandı, çok ocaklar
söndü.
Sorumlusu da çıkmaz bu kavgaların, neye malolduğu düşünülmez. Memlekete
zarar verenlerin hep yanına kalmış, hiçbir şeyin hesabı sorulmamıştır. (Şimdi biraz
hesap sorulur olmuştur.)
Çünkü baş başa, baş padişaha bağlıydı, en başta kim var kimse bilmezdi bu
memlekette? Ülkeyi kimin yönettiği belli değildi, işleri alttan alta birileri yürütüyor ve
yönetiyordu ama kimse bilmezdi.
Hizmet adına ortaya çıkan siyasi partiler milleti birbirine düşürmek içindi.
Dinimize bir parti kurdular, milliyetimize bir parti.. İşçi, emekçi dediler,
sermaye dediler, yetinmediler mezhep, bölge partileri kurdular ve on yıllarca
bizi birbirimize düşürdüler.
Boğazda oturanların partisi kazandı hep; Ne adı vardı, ne adresi, ne amblemi
belliydi, ne de genel başkanı.. Ama bütün partileri yönettikleri herkesin bilgisi
dahilindeydi.
Ne isterlerse o oldu, kim başbakan olacak, koalisyon mu kurulacak hep onlar
belirledi. Paraları vardı, gerekirse silahlı adamları da.. Önlerine çıkanı suikastla
ortadan kaldırmışlar. Uluslar arası destek bulmada da zorluk çekmiyorlardı, Atlantik
ötesinden medya desteği görüyor, içeridekilere de kaynak oluşturuyorlarmış. Bunları
hep bugün öğreniyoruz.

****

Yıllarca “vur abalıya rejimi” hüküm sürdü velhasıl.
Olaya “sağcı-solcu, dinli-dinsiz, alevi-sünni, Kürt-Türk, zengin-yoksul,
patron-emekçi” diye baktığın vakit yanılırsın.
Nitekim 50 yıldır bu yanılgıyı yaşadık. Bu coğrafyada bundan tabi bir şey olabilir
mi? Yanlış olan bu unsurların üstüne oturup siyaset yapmaktı, temel yanılgı buydu.
Hâlâ bunda ısrar edenler var fakat mevsim geçti, maymun da gözünü açtı.
Herkes çocuğunu en iyi şekilde okutmak, kazanmak, tatil yapmak, iyi yerde
oturmak, iyi beslenmek istiyor, kavga etmek istemiyor. Dinini de dinsizliğini de
serbestçe yaşamak, gezmek tozmak, memleketini sevmek, gururlanmak, başarılı
olmak herkesin hakkı. Kimsenin hakkı gasbedilmesin, torpille iş yapılmasın, eşitlikçi
davranılsın, inancından ötürü aşağılanmasın, takdir görsün..
Herkesin istediği buydu, milleti serbest bıraksan kendi yolunu bulurdu. Ama
rahat bırakmadılar, her gün her an milletin sinir uçlarıyla oynadılar. Sıkıntı, zor ne
varsa önümüze yığdılar. İşleri içinden çıkılmaz hale getirip bıraktılar.
Bugünkü kavganın kökü dünde, dün dünde kalmadı cancazım, üç nesli
etkileyecek tohum attılar. Şimdi ayıklamakta büyük zorluklar yaşıyoruz.
Kavga çıkarmak için yine kaşıyorlar, sakın oyuna gelmeyin.

2 Ağustos 2012 Perşembe

Kocatepe Camii’ne mahya neden asılmaz?



Gel de yazma
Bilhassa büyük şehirlerin ulu camilerinde Ramazan’ın MAHYA yazılarıyla
anılması eski bir gelenektir. Bu gelenek günümüzde ağırlıkla İstanbul camilerinde
devam ettirilmektedir.
İstanbul dışında mahyacılık bildiğim kadarıyla, “eski payitaht” olması
hasebiyle Edirne’de, Bursa’da sürdürülüyor.
İlk başkent Konya’da da camilere zaman zaman mahya asıldığı oldu.

****

Bu sanatın başlangıcı 16 yüzyıla, II. Selim dönemine kadar uzanıyor. Bir
Osmanlı sanatı olan mahyacılık, tıpkı Karagöz-Hacivat, ortaoyunu, meddah
kadar bizimdir. Devrin hafızlarından Ahmed Kefevi’nin Ramazan girince
Sultanahmet Camii'ne bir kandil asmasıyla başlayıp geliştiğini söyleyenler var.
Mahya sonraki yıllarda çok önemli hale gelmiş. Öyle ki; sırf mahya kurulsun
diye Eyüp minarelerinin boylarının yükseltildiği, Üsküdar Camii tek minareliyken
vatandaşın mahya talebi nedeniyle ikinci bir minare ilave edildiği
kaydedilmektedir.

****

Şimdiki iletişim araçlarının olmadığı dönemlerde mahya yazılarının çok
büyük merak uyandırmış. İnsanlar ne yazılacağını merakla beklerken mahya
ustaları yazacakları sözü sır gibi saklar birbirlerine göstermezlermiş.
 "Hoş geldin ya Şehr-i Ramazan" veya “elveda” , "Ya Allah", Ya
Muhammed", "Oruç Tut Sıhhat Bul", "Şefaat Ya Resulullah" gibi ifadelerin
yanı sıra devre göre bu sözlerin yerini veciz(!) siyasi mesajların aldığı da olmuş.
Mesela Cumhuriyet devri mahyalarında:"Ne Mutlu Türk'üm Diyene",
"Cumhuriyet Fazilettir", "Varol İnönü", "Atatürk" , "Para biriktir", "Yerli malı
kullan" gibi yazılar yazılmış
Eskiden kandil gecelerinde de mahya çekilirmiş. Bir keresinde Kadir gecesi
topun patlamasıyla birlikte ezanlarla kocaman bir “La ilahe illallah,
Muhammeden Resulullah” yazısı aydınlatılınca halk çok heyecanlanmış, iftarı
unutup pencerelere, yüksekçe yerlere koşuşmuşlar.

****

Yani Ramazan’ı camilerde renklendirmek, hareketlendirmek, heyecan
katmak gerekiyor, insanları namaza, oruca, ibadete teşvik etmek, sevdirmek için.
Mahyanın espirisi de biraz bu.. Mahyacılıkta “kandil” döneminden “lazer” çağına
ulaştık. Her gece lazerle Camilere mahya yazısı yazmak mümkünken Başkentte
koskoca Kocatepe Camiine neden mahya çekilmez merak etmişimdir?!
Bırakın mahyayı Kocatepe’de ibadet dahi eziyet olmaya başladı. 1 trilyona
yaptırıldığı söylenen cami içindeki asansör çalıştırılmıyor. Engellilerin camiye
girebilmesi ancak kucağa alınarak mümkün olabilir.
Üstelik Ramazan gününde park alanında inşaat başlattılar kompresörle
günlerce insanların kafasını ütülediler. Daha çok ziyaretçilerin oluşturduğu
Kocatepe cemaati Cuma, teravih namazlarına arabalarıyla geliyor. Başlı başına bir
sorun olan “cami çevresi otopark işletmeciliği” anlayışıyla camiye gelen
vatandaş bunaltılıyor.
Bütün bu olumsuzluklar Reis’in “Görmez” tarafına denk geliyor olmalı!
Diyanet Vakfı’nın burada iyi sınav verdiğini söylemek zor. İnsanlar bu
muhteşem ortamda ibadetten daha fazla haz almalı diye düşünüyorum.


29 Temmuz 2012 Pazar

Unutulan Ankara



Gel de yazma


Elime bir kitap geçti, Ankaralıların, Ankara’da yaşayanların tam da
Ramazan’da okuyacakları bir kitap:
“Unutulan Şehir Ankara”
Yazarı Abdülkerim Erdoğan, Ankara sevdalısı bir meslektaşımız..
Kendisi de Ankaralı olan Erdoğan, Ankara’ya ve Türkiye’nin manevi
coğrafyasına kafa yormuş, Vakıflar’da da önemli hizmetleri olmuş bir yazar.
“Ankara Kitapları” başlığıyla yazdığım yazıların birinde bu eserden ve
yazarından bir nebze bahsettiğimi hatırlıyorum.
Erdoğan “doğduğum ve doyduğum şehir” diyerek başlıyor sözlerine,
yalnız bu şehri tanımlarken bu kadarıyla değil, Ankara ile çok şeyi paylaştığını
anlatıyor.

****

Yazar bugünlere gelirken Başkentin tarih içinde yaşadığı süreci duygu dolu
sözlerle dile getirmiş. Haçlıların yağmalarından sultanların taht kavgalarına
göndermeler yaparak bir bakıma Müslüman Oğuz boylarının Ankara’da giriştiği
mücadeleyi ortaya koymuş.
Cumhuriyet kurulurken bütün varlıklarıyla içinde yer alan Ankaralıların
kefen paralarına varıncaya kadar istiklal mücadelesi uğruna
harcadıklarını dile getiren Erdoğan, yönetimde yer alan bazı kişilerin keyfi
uygulamalarına değinmeden de geçmemiş.
Kültür mirasının yağmalandığını, abide şahsiyetlerin merkadlerine bile
saygısızlık yapıldığını ve geçmişe ait değerlerin imha edildiğini dile getiren
Abdülkerim Erdoğan, her biri bir sanat abidesi eserlerin korunmasında vatandaşın
görev üslenmesini istiyor.

****

‘Unutulan Şehir Ankara’ da Seyyid Hüseyin Gazi’den başlayarak; türbeler,
tekkeler, tarihi ve manevi şahsiyetlerle kurdukları eserler, bunlara dair yazılıp
söylenenler “hap” haline getirmiş adeta, yer yer resimlerle de anlatım
güçlendirilmiş.
Ankara Kalesi hakkında pek çok yazı kaleme alınmıştır mesela, ama
Melamî tarikatı şeyhi Hüsamettin Ankaravî’nin kaleye hapsedilme hikâyesini
ben buradan öğrendim.
Şeyh Efendi Haymana Kutluhan’da bir cami inşasını müridleri ve gönüllü
bazı sipahi askerlerle yürütürken İstanbul’a bir haber uçurulur, denir ki;
Şeyh Efendi müridleri ve bir grup askerle birlikte “bir fesada mübaşeret
eylemek üzeredir haberiniz ola..”
Derhal tutuklanır ve Ankara Kalesine hapsedilir.
İlginç olan şu:
Şeyh Efendi mahpus bulunduğu kaledeki görevlilere “Bizi yarın defnedin”
der, ertesi sabah da hücresinde vücudu yıkanmış ve kefeni sarı hurma lifi ile
sarılmış halde defne hazır halde bulunur.
Unutulan Ankara işte böyle menkıbelerle zenginleştirilmiş. Ankara’nın
manevi çehresini anlatıyor bir bakıma.. Ramazan’ın manevi atmosferinde su gibi
gider.

26 Temmuz 2012 Perşembe

Açlık tokluk hesabı



Gel de yazma

 
Ramazan dedik oruç dedik, işte tamamı dört haftalık seçilmiş zamanın bir
haftası geride kaldı.
Bu bir haftalık süre içinde birkaç iftar proğramına iştirak ettim ve en yetkili
ağızlardan yapılan uyarıların beyhude olduğuna bir kez daha şahit oldum.
Oruçlar tutuluyor, namazlar kılınıyor, iftarlar, dualar ediliyor evet, ama iki
noktada yapılan ısrarlı uyarılara da pek riayet edilmediği ortada.
Birincisi, Başkentin belli başlı iftar sofralarında fukara yine yok.
İftar yemeklerimizin, önemli şahsiyetler, heyetler onuruna verilen “şeref
yemekleri”nden hiç farkı yok:
Üst düzey eşraf ve bol çeşit, bol laf..
İkincisi ve daha da önemlisi, israf da bol..
Envai türlü yiyecek içecek ve ucundan koparılmış ekmekler masada
kalıyor. Dualarımızın arasına “yedik, içtik, israf da ettik Allah’ım, bizi
bağışla” cümlesini ilave etmiş olsak belki kendimizi affettirebiliriz.
Pişkin pişkin her şeyi layıkı veçhile yerine getirmiş gibi oturmayız.

****

Oruç, belli zaman içindeki açlık olarak tarif edilemez.
İnsanı yükselten, yücelten, gizli bir ibadettir oruç.
Bedenen yaşanan bir durum, birisi ben orucum demediği sürece sizin onun
aç olduğunu anlamanız mümkün değil.
Günümüz dünyasında açlık çok önemli bir sorun.. Oruçlarımız, iftarda ne
yiyeceğimizi planlama değil, açın halinden anlama meselesidir. Bir dilim ekmeğe
muhtaç insanlar için ne yapılabileceğine dair kafa patlatma zamanıdır.
Dünyada milyonlarca insan bir tas unlu bulamaca muhtaç, akbabalara yem
olarak hayatını tamamlarken medeni dünyaya(!) ve öncelikle Müslümanlara çok
büyük sorumluluk yüklemektedir.
Ve bizim fakirlerden yoksun mükellef sofralarda ilahilerle sazlı sözlü iftar
programları yapmamız ne yaman çelişkidir Allah’ım?! Bunu affettirecek yegâne
davranış bu ortamları fakirlerle paylaşmaktır. Zaten orucun yükümlülük
sebeplerinden birisi ve en önemlisi de budur.

****

Günümüzün insanı açlıkla değil, toklukla imtihandadır bence!..
Aşırı ve yanlış beslenme insanlığın önünde “obezite” gibi mücadelesi
gereken önemli sorunlar ortaya çıkarmaktadır, hem de hayli maliyetli bir sorun.
Oruç açlık ise eğer, tokluktan ölenlerin sayısı açlıktan ölenlerden hiç
de az değildir.
Obezite, yanlış beslenmeyle ortaya çıkıyor belki, fakiri zengini de olmuyor..
Tıp bilimi “hastalık” olarak tarif ediyor obeziteyi, ama mükellef sofralara bakınca
“oburluk” ile akrabalığının bulunduğunu da düşünmeden geçemiyorum.
Dualarda “Açlıkla terbiye etme Allahım” şeklinde yer alan cümleyi ters
çevirmemiz gerekiyor.
Tokluğun hesabı daha çetin ve daha büyük; “Neyi, nereden aldın, nasıl
ve kiminle yedin, ne kadar yedin?” bunların bir bir hesabı verilecek.
Bu hesabı verebilene aşk olsun, afiyet olsun.

22 Temmuz 2012 Pazar

Kâbe revakları


Gel de yazma
 
Aylardan Ramazan olmasının da tesiriyle cami mevzusuı gündemden hiç
düşmüyor. Hiç ilgisi, bilgisi olmayanlar, özellikle “beynamaz taifesi”, çok
zaman saygı sınırlarını da aşarak kalem oynatmayı marifet sayıyor. İstanbul’da
yeni ibadete açılan ve yapılması tasarlanan camiler gündem olunca en olmadık
yorumlar, yakıştırmalarla koroya katıldılar.
Bunlar İstanbul’u sevdiklerinden, şehrin mimarisi yahut silueitiyle ilgili ciddi
kaygıları olduğundan filan değil- onlar bu gibi mevzulara aslında çok ‘gıcık’
olurlar- sırf olumsuz hava yaymak için sorumsuzca eleştirmekten geri
durmuyorlar.
İstanbul’un görüntüsünü bozan gökdelenler dikilirken aynı taife bu kadar
kaygılanmamış, modernlik adına savunanlar bile olmuştu!
Cami filan değil, esasen bunlar Tayyip Erdoğan’ın dindar olmasını, dini
konulara hassasiyetini bir türlü kabullenemediler.
Daha göreve gelirken onu ’imam‘ ilan eden de kendileriydi, ‘muhtar bile
olamaz‘ demişlerdi, öyleyse sonucuna da katlanacaklar.
İmamın camiden, cemaatten başka derdi olur mu?!

****

Görüldüğü üzere ‘İstanbul’un konusu bunlar’ deyip bigâne kalamıyoruz, biz
de ister istemez “güncel” e kapılıyoruz.
Ancak bu mevzunun bizi ilgilendiren bir tarafı var.
Hatırlanacağı üzere bundan üç hafta önce, 29 Haziran Cuma günkü
yazımızda Kâbe revakları yurda getirilemez mi diye sormuştum.
400 küsur sene Mübarek Kâbe’yi çepeçevre kuşatan Osmanlı revakları
yıkılacaksa biz kendimiz itinayla söküp yurda getirelim ve bir mutena muhitte
yeniden inşa edelim demiştim.
Teklifimi cazip bulunlar olmuş ve bu konuda bir kampanya başlatılabileceği
dile gelmişti.
Revakların taşınması konusunda yalnız olmadığımızı gördük, mes’ul
mevkideki insanlar da Kâbe revaklarının taşınması için bir formül geliştirmeye
çalışıyorlarmış meğer!

****

Geçen Cumartesi Radikal gazetesi “Erdoğan harekete geçti” başlığıyla bir
haber yayınladı. Haberde  Çamlıca Camii için Osmanlı Revaklarının
Kâbe’den getirileceği ifade ediliyordu.
Suud hükümetinin yıkmak istediği revakların Çamlıca Camii'nin etrafını
çerçevelemesi gündemdeymiş. Bunun için Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın
harekete geçtiği ve Suud hükümeti nezdinde görüşmelerin başladığı ileri
sürülüyor. Hattâ, cami projesiyle ilgilenen bazı isimlerin de Mekke'ye gidip
revakları incelediği haber veriliyor. 
Bundan ben ziyadesiyle memnun oldum.
Sultan Selim dönemi Mimar Sinan eseri revakların ata yadigârı olması bir
yana; 400 küsur sene Mübarek Kabe’yi kuşatıyor olması bizim için çok anlamlıdır.
Bu millet için Mekke- Medine, taşıyla toprağıyla “beldeyi Tayyibe”dir ve
çok büyük hürmet görür.
Çamlıca’ya yapılacak yüzük taşı gibi pırlanta bir camiye Kâbe revaklarıyla
derin bir ruh ve maneviyat kazandırılacağı aşikâr..
Revakların yerinde kalması öncelikli arzumuz, yıkılacaksa istiyor ve
bekliyoruz.