19 Ağustos 2020 Çarşamba

Pabuçlar damda?!

Sabah

GEL DE YAZMA

Sermayem itibarımdır. Bir işyerinin duvarında yazılıydı bu söz, kocaman

harflerle orada öylece duruyor, gelenin gidenin hemen gözüne çarpıyordu.

Sermayesi itibarıydı işletme sahibinin. Bu büyüklükte duvara nakşedildiyse

iddialıydı ve tavizi de yoktu. Tersten söylesek, “itibarım sermayemdir” desek yine

aynı kapıya çıkıyor.  

İtibar; “değerli, güvenilir olma durumu, saygınlık” olarak tarif ediliyor

sözlüklerde, muteber de aynı kökten. Şimdi sokakta gençleri çevirsek, “itibar”

nedir, ne anlama gelir diye sorsak, kaçından doğru cevap alırız? Başka şey,

konudan da sapmış oluruz. Bir üretim için gerekli öz varlığa da sermaye deniyor.

Yani her şey para değil, yapılan iş, ortaya konan hizmet ile sağlanan GÜVEN ve

SAYGINLIK her yerde her zaman erbabına yetiyor.

Anadolu’da bir söz vardı, “Evde unun olacağına, çarşıda iyi ünün

olsun.” Ün; yani itibar, saygınlık, iyi hizmet, sağlam maldır. Bahse değer sözün

ve maksadın özeti bu. Değerli ve güvenilir olmak ŞEREF’dir, HAYSİYET’dir, itibarlı

olmak da esasen bundandır.

****

Peki, aksi davranış içinde olan yani hileli ve sahte iş yapan

n’olacak? Onlar da karşılığını alıyor muhakkak, er veya geç.. Ha, kazanmış gibi

görünebilir ama bir başka hal ile bir bedel ödediğine veya ödeyeceğine benim

şahsen kuvvetli inancım var.

Başkentte her gün dönmekte olan bir yığın hizmet var, üretim ve ticareti,

alanı-satanıyla Ankara’da 5,5 milyon insanız. Yalnız AVM olarak adlandırılan

görkemli binalar, büyük iş merkezleri değil, sıra sıra bütün dükkanlar, iş yerleri..

Bir yerde esnaf- sanatkâr, ticaret erbabı isek öte tarafta hepimiz tüketiciyiz.

Eskiden MÜŞTERİ idik, şimdi TÜKETİCİ olduk, tükettik ne varsa?!. Yiyoruz

içiyoruz, kendimizden geçiyoruz. Sunum harika(!) olunca aldanıyoruz da bazen.

Mutfakta neler olduğunu, hangi malzemeden kimin nasıl yaptığını bilmiyorsunuz

ki..  

****

Eskiden LONCA adı verilen esnaf teşkilatları vardı, fiyattan kaliteye her türlü

denetimi yapardı. Bir gün, bir kavaf yani kunduracı dükkanından alınan

ayakkabının çabucak yırtıldığı, sağlam olmadığı Lonca yetkilisine duyurur.

Kunduracı “Gel beru!..” diye çağrılır ve kusurlu ayakkabı için azarlanır,

müşterinin parası da iade edilir. Bununla kalmaz beğenilmeyen ayakkabıyı da

dama atarlar. İşte “Pabucun dama atılması” ondandır. Şimdi Lonca yok, ahi

teşkilatı da.. Bir yığın esnaf kuruluşu, oda, borsa ve belediyeler var, makamları,

makam arabaları var ve fakat dervişan bir lonca teşkilatının yerini tutmuyor

vesselam.

13 Ağustos 2020 Perşembe

Seyyah gözüyle..

Sabah


GEL DE YAZMA

Ahmet Tezcan

Eski İngiltere Büyükelçisi Ankara’nın yeşilliklerini öve öve bitirememiş hatıratında, Falih Rıfkı’ya Ankara’nın bağlarından, bahçelerinden bahsetmiş. Bugünü görseydi diyorum belki de dilini yutardı her halde şaşkınlıktan!..

Fransız coğrafyacı George Perrot, 1800 lerde Ankara’ya gelmiş. Avgustus tapınağı kazısını o yapmış. Ermeni, Rum, Yahudi, Fransız ve İtalyan azınlıklardan, onların mezarlıklarından da söz ediyor. Zengin kesim o dönem şehrin güney doğusunda; süslü binalarda otururlarmış. Bugünkü Gaziosmanpaşa tarafları oluyor. Bir şey değişmemiş demek ki?! Türkler’in çoklukla Kale semtinde oturduklarını söylüyor Perrot..

Günümüzün gözde semti Çankaya’dan “Çengi Kayası” diye bahsediliyor.

Çankaya adı buradan gelmiş olmalı, “Çengi” ve “kaya” kelimeleri birleştirilmiş. Atatürk, Reisicumhur Köşkünü yaptırıp yerleşince Cumhuriyet eliti de çevresine toplanmış.

****

İstanbul’daki Alman Hastanesinin ilk Başhekimi Dr. Mordmann da 19. asrın sonlarında Ankara’yı ziyaret eden yabancılardan..

Kent insanlarının çalışkan olduklarından bahsediyor Dr. Mordmann, yün, yapağı, tiftik üzerine nasıl uğraş verdiklerini anlatmış.

Birkaç yabancı dışında Türk hekim yokmuş o zamanlar Ankara’da. Dr. Mordmann, Ankara’nın o zamanki hekimleri Palermolu Leonardi, Yunanlı Rigas, Udimeli Bartalomeo Malfatti ve Fransız Duclos gibi birkaç isim sayıyor.

Tournefort ve Texier isimli seyyahlar kuş uçmaz kervan geçmez zamanlarda ne için gelip dolaşmışlarsa; Ankara’nın sanayileşmesine dikkat çekmişler ve sanayi adına kayda değer bir şeye rastlamadıklarını anlatmışlar.

19 yüzyılın başlarında Ankara’da faaliyet gösteren Levant Company ve East İndia Company adlı şirketlerdeki çalışanlar da olumlu bir kayıt vermiyorlar; “Refah adına bir şey bulamadık” diye not düşmüşler hatıralarında..

****

Bunları ben Nejat Akgün’ün, “Burası Ankara” adlı kitabından öğrendim, ilginç bilgiler var.

Anladığım kadarıyla 19 ncu yüzyıl Ankara’sı “seyyahlar için iyi bir seçim olmasa” da gelip gezmiş, dolaşmış ve notlarını ülkelerine taşımışlar.

Şehir hayatı açısından şanssız dönemleri olmuş Ankara’nın, biz de bir yabancı gözüyle gezginlerin hatıralarından bunları öğreniyoruz ama bilgiler tatminkâr değil, sınırlı.. Başkentin dününü anlatan derli toplu hatırat var mıdır bilmiyorum. 

“Çete” diye adlandırılan zorbaların bahsi de geçiyor, Anadolu’daki ayaklanmalardan Ankara çok çekmiş.. Bugünle kıyaslandığında nasıl bir sonuç ortaya çıkar her yönüyle ayrıntılı incelemek gerek.

6 Ağustos 2020 Perşembe

Bir top dondurma kaç kalori?

Sabah

GEL DE YAZMA

Ahmet Tezcan

Mevsimin bunaltıcı sıcağında Corona korkusunu unutturacak, içimizi serinletici bir

şey yazmak istedim bugün. Her yaşta sevilerek ama temkinle tüketilmesi

gereken dondurmanın 4 bin yıllık bir tarihi olduğunu biliyor muydunuz? En çok

dondurma tüketen ülkeler, bizdeki durum, yararları, zararları hepsini bu yazıda

bulacaksınız.

İlk dondurmanın kar ve buz üzerine meyve suları ilavesiyle elde edilen bir

karışım olduğu ileri sürülüyor. Osmanlıdaki adı KARSAMBAÇ. Yani bizde

dondurmanın atası olarak kabul ediliyor karsambaç. İşin içine süt girince

bugünkü halini alıyor. Dondurma çocukların vazgeçilmezi, hiçbir şey yemezler

ama dondurmaya hiçbir zaman HAYIR demezler.

****

Selçuk Üniversitesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Nihat Akın, hani derler ya;

dondurmanın kitabını yazmış. ''Dondurma Bilimi ve Teknolojisi'' adlı kitabında

Akın, herkesin severek tükettiği dondurmanın süte göre 3-4 kat daha fazla yağ

ve protein içerdiğini belirterek; “Serinleyelim derken kiloları almayalım”

uyarısında bulunuyor. Yalnız şekere dikkat! Şekere “Tatlı Zehir” denmesi boşuna

değil. Diğer besinlere karşı da isteksizlik yaratıyor. Protein ve karbonhidratın yanı

sıra kalsiyum, fosfor, magnezyum, potasyum gibi mineralce zengin olan

dondurma çocuklara çok yararlı ancak ölçülü olması şartıyla. Güvenilir ve

hijyenik şartlarda olduğu takdirde 4 mevsim tüketilmesi tavsiye ediliyor.

Dondurmanın dünya hikâyesi çok ilginç. Avrupa’dan 250 yıl sonra keşfetmelerine

rağmen en çok dondurma tüketen ülke ABD, 18 yüzyılda hayatlarına girmiş.

Vanilyalısı dünyada en sevilen dondurma çeşidi ve çukulatalısı 2. Sırada..

Dondurma külahı da ilk kez ABD’de yapılmış. Ve hesap etmişler bir külah

dondurmayı tüketmek için 50 kez yalamak gerekiyormuş.

****

Ülkemize gelince dondurmanın tadını, keyfini, zevkini ilk keşfeden ülkelerden biri

Türkiye. Hiç geri kalmıyoruz bu konuda. Osmanlı mutfağında dondurmanın

envaitürlüsü var. Bilhassa sarayda hünkârların damak tadına göre demirhindili,

çilekli, kavunlu dondurmaların dev kepçelerle yoğrulduğu biliniyor. Türkiye’de

kişi başı 3,5 Kg. dondurma tüketiliyor. Finlandiya soğuk bir ülke olmasına

rağmen kişi başı tüketim 9 Kg. Kanada’da yazları değil, en çok kışın dondurma

tüketiliyormuş. Abbasiler gülsuyu ile dondurma yapmışlar, Marco Polo bunu

görüp tarifi, İtalya’ya götürmüş. Kökü bizim coğrafyadan aparma bir bakıma.

Fransızlar resmi yemeklerde dondurulmuş süt servis ederken, zaman içinde

dondurmayı bulmuşlar deniyor.

Netice olarak kalsiyumca zengin, glisemik endeksi oldukça düşük olan dondurma

sadece çocukların, yetişkinlere de uzmanlarca tavsiye ediliyor. Bir top sütlü

dondurmanın 100 kalori olduğunu unutmadan istediğiniz kadar tüketebilirsiniz!

29 Temmuz 2020 Çarşamba

Bayram neş’e, huzur demek

GEL DE YAZMA

Ahmet Tezcan

Kurban da; kelime olarak yakın olma, yakınlaşma, akrabalık anlamına

geliyor. Binlerce yıllık bir gelenektir bu. Kendine göre YÜCE olana, büyük büyük

bir güce, iradeye boyun eğip, teslim olmadır bir anlamda. Nedir büyük güç?

YARADAN’dır, Allahtealâ’ya isnat eder. Onun adı anıldıktan sonra “celle celal ve

celle şanehu” denir, adının, şanının yüceliği tazim ve takdis edilir.

Güç, yücelik; bütün alemi, yıldızları, bir sistem içinde çekip çeviren,

döndüren, on binlerce derece harareti bir kürenin içinde muhafaza eden,

milyonlarca canlıya rızkını veren, hayatta kalmasını sağlayandır. Bir bakıma

“ULUHİYYET”in yani ilahlığın tarifidir bu. Kurban kesmek de O’na tabi olma ve

teslimiyetin somutlaşmış halidir. Bütün dinlerde, bütün medeniyetlerde en

başından beri bu var.


****


Son din İslâmiyet de kurban kesmeyi yasaklamamış, et için değil, İBADET

olarak devam ettirmiş. Çünkü kurban kesmenin dinî olduğu kadar sosyolojik,

psikolojik ve dahi ekonomik yönleri var, uzmanından öğrenilebilir bunlar. “E

kardeşim, inanmıyorum” deyip inkârı seçen, her şey doğaya bağlayan da var.

Hz. Mevlâna “Kâfire yani inkâr edene de şükran borcumuz var münafık olmadığı

için” diyor. Ya olduğun gibi görünecek ya da göründüğün gibi olacaksın.

Yalnız şunu unutma: Bir gün dükkânı kapatınca raflara ne koyup nasıl

boşalttığını, ne alıp sattığını maliyeye, belediyeye haber vermek zorunda olduğun

gibi bu kısacık ömrün de hesabı verilecek. Can boğaza düğümlenirken nerede,

nasıl yaşadığını soracak bir makam mutlaka olacak. “Ay vahşet! binlerce

hayvancık canından oluyor” diyenler de bu sözlerini nefis kokular içinde

kebapçıda yahut kasap dükkanında “Şu ön kolu sıyır, 2 Kg. da kıyma ver, çift

çekilmiş olsun” derken de hatırlamalılar.

****


Günümüz insanı belki şartlar bayramı da değiştirdi. Görmeden,

dokunmadan siparişle kurban kestirip "tele-bayram" yapıyoruz adeta. Bedelini

yatırıp kendimizi tatile atıyoruz. Bizzat kendimiz kurbanız belki farkında değiliz?!

Hayvanı sevmek, okşamak yani yaşamak başlı başına bir terapi aslında.

Sokaktaki kedi köpeği beslemek, sahiplenmek de belki bu ihtiyacın bir sonucu

kim bilir?!. Çünkü insan diğer canlılarla birlikte yaşama arzusunda ve

ihtiyacındadır, müşterek yaşamanın adıdır hayat. Böyle dinle, inançla, örf ve

ananelerle öğreniyoruz hayatı. Anne-baba çoluk çocuk tüm aile, halalar dayılar,

tüm toplum; kurban, bayram, düğün-dernek asırlardır beraber yaşamayı,

dayanışmayı, izzet ve ikramı öğrendiler, öğrettiler. Bu toprakların çocukları

ayırarak, ayrıştırarak, bölerek değil, birleştirip bütünleşerek, büyüterek koca

koca devletler kurdular ve asırlarca yönettiler.

Yine Mevlâna’dan bir sözle bitirelim: Bir ipi iğneye geçirmek kolay, iki ipin

iğneye geçmesi için bükmek, bükülmek gerektir vesselam. Bayramınızı kutluyor,

çoluk çocuk daha güzel bir hayata ulaşmanızı diliyorum.

23 Temmuz 2020 Perşembe

Ankaragücü bu sezon üzdü..

 


GEL DE YAZMA 

Ahmet Tezcan

Bu sütunda spora dair pek fazla kalem oynatmış değilim ama Başkent’in

gündemine de bigâne kalamam. MKE Ankaragücü, Başkent’in tarihinde önemli

bir yer tutar. Sadece Başkent’in değil, ülkenin en eski futbol kulüplerinden biridir

Ankaragücü.. Sarı-Lacivertliler’in Süper Lig’e veda etmesi Ankara’da spor

gündeminde konuşulmaya devam ediyor. Filhakika başarısızlığın sebeplerini

yöneticiler, teknik ekip, oyuncular oturup bir hesap ortaya çıkaracaklardır. Hesap

kimin adına çıkarsa çıksın neticede Başkent’in bir ekibinin, ligin dibinde

kendinden söz ettirmesi Ankaralıları üzmüştür. Koskoca Ankara Süper Lig’de

neden tek takımla temsil edilsin? Düşme ne kelime, Gençler ile beraber taraftar

tabiriyle KAFA’ya oynasalar kim mutlu olmaz? Erman Toroğlu’nun ağzındaki

maskeyi gözüne kapatarak yaptığı yorum sadece şampiyonlukla ilgili de olmasa

gerek?! Ligin genel atmosferini anlatıyor bence..

****


Neyse, Antalya’ya mağlup olan takımımız neticede süper lige veda etti.

Maçın bitiş düdüğü bizim bu sezon süper ligde bitişimizin de ilanı oldu. TFF

Birinci Lig’de yer alan Osmanlıspor’dan birkaç saat sonra Ankaragücü’nün Süper

Lig’den bir alt lige düşmesi başkentlileri üzüntüye garketmiştir. Hadi Osmanlıspor

için mucize gerekti diyelim; Ankaragücü, Türkiye'nin en eski, en köklü futbol

kulüplerinden birisi. Sarı-lacivertlilerin lige vedası çok dramatik oldu ve duygu

dünyamızda yerini aldı. “Bu Sezon salgın yüzünden bir garip oldu, mücadele yaz

sıcağına sarktı” filan diyebiliriz, başka şeyler söyleyebiliriz.

Bu bir oyun diyerek meseleyi hafife almamalıyız. Evet bir oyun ama EURO

cinsinden milyonlarla ifade edilen bir oyun. Geneli itibariyle Savunma sanayi

rakamlarıyla yarışan, eşleşen bir oyun(!)dan söz ediyoruz. Böylesine harcamalar

yapılıyorsa sonuç alıcı ve tatminkâr olmalı. Herkes için söylüyorum; oyuncular

artık yerli kaynaktan sağlanmalıdır. Altyapı bu amaca yönelik kurulmalıdır.

Rakamların cazgırları aradan çıkartılmalıdır.

Evet, şimdi başkentliler olarak hüznümüzü Eryaman Stadı’nın yeşilliklerine

gömüp geleceğe bakma zamanı. Belki bu sezon sadece Gençler ile süper lig

heyecanı yaşayacağız ama bu heyecan koskoca başkenti tatmin etmez. Gönül

ister ki sadece futbolda değil, bütün branşlarda Ankara başarılara adını

yazdırmalıdır.


****


Ankaragücü için “ekonomik problemler” deniliyor, transfer yasağının sezon

başında kaldırılamaması, dolayısıyla kısıtlı bir kadroyla mücadele verilmesi

konuşuluyor. İyi de hesapların sezonluk yapılmaması gerekmez mi? Ankaragücü,

51 kez yer aldığı Türkiye’nin en üst futbol organizasyonunda küme düşme

üzüntüsünü beş defa yaşamış. Hadi 70’li yılları unuttuk, ancak 2000’lerin

mantalitesi farklı.

TBMM eski üyelerinden bir dostumu dün başında Ankaragücü kepi ile

dolaşırken gördüm. “Önemli olan şimdi bu kepi başta taşımak” dedi, “Biz düşenin

dostuyuz” demeye getirdi. Bir şey söyleyeyim mi; “Taraftarlık Ruhu” dimdik

ayakta, 1910’a mesajla “Yanımızda ol” kampanyanızın karşılığını bulacağına

inanıyorum, üzüntüye gerek yok. Başkan Mert’in dediği gibi Ankaragücü, büyük

camia, düştüğü yerden güçlenerek ayağa kalkacaktır. Kimsenin bundan şüphesi

olmasın.

16 Temmuz 2020 Perşembe

Ayasofya ve 15 Temmuz




GEL DE YAZMA 
Ayasofya’nın ibadete açılmasının yankıları sürüyor. 15 Temmuz ihanetinin de
üzerinden tam 4 yıl geçti. Peki, bu ikisi arasında bir ilişki var mıydı? İşte bu
yazımızın esası bu olacak. Önce Ayasofya ile ilgili söyleyeceklerimiz var.
Bir kere bu millet Ayasofya’nın müze yapılmasını bir türlü kabullenememiştir.
Beş asırlık İslam mabedinin MÜZELİK olması milletin gönlünde makes
bulmamıştır. Muhteşem bir imparatorluğun paramparça olması maşeri vicdanı
kanatmışken; fethin sembolü, ecdat mirası Ayasofya’nın vasiyete rağmen
müzeye çevrilmesini kim ister? O fetih ve komutanı, dahi Hükümdar Fatih
Sultan Mehmet Han’ın İslam inancında dillerde ve gönüllerde pelesenk bir
karşılığı vardır. Fatih, bu fetihle Peygamberimiz (SAV) Efendimizin övgüsüne
mazhar olmuşken, ÖVÜLMÜŞ KOMUTAN’ın vasiyeti yok sayılabilir mi? Neticede
86 yıllık hasret bitmiş, Ayasofya’mız kim ne derse desin yeniden cami olmuştur.
Muhteşem mabed ziyarete de artık 7/24 açık olacaktır.

****

Ayasofya’nın ibadete açılması kararı DİNÎ değil MİLLÎ bir meseledir ve
aidiyetle alâkalıdır. Herkes elbet aidiyetine uygun söz ve davranış gösterecektir.
Bu kararın anlamı şudur: Ayasofya bizimdir ve nasıl kullanılacağına ancak biz
karar veririz. Çoğu kavram ve tanımlar dini olsa da olay millidir. Öncelikle bunun
iyi anlaşılması gerekiyor. “Namaz kılacaksanız cami mi yok” sözleri safsatadır.
“Zulüm 1453’te başladı” diyenlerin ürettikleri bir safsatadır. EGEMENLİK, Kayıtsız
Şartsız Milletinse Ayasofya kararı da millete aittir. Bu millet Ayasofya’yı elinde
kalan bu son vatan parçasının bir mührü, bir bakıma tapusu olarak görmektedir.

****

Sütü bozuk bir hamle ile bu millete ve vatana ihanet edenlerin giriştiği 15
Temmuz darbesi eğer başarılı olsa idi bakın ne olacaktı.
Hassasiyeti çok iyi bildikleri için hemen Ayasofya’yı ibadete açarak milletin
gönlünü almaya, ortalığı yatıştırmaya çalışacaklardı. Pensilvanya’daki
Besleme alay-ı vâlâ ile Türkiye’ye getirilecek ve ilk Cuma namazı onun
imametinde Ayasofya’da kılınacaktı. Gönlünde bu muhteşem mabedin 86 yıldır
cami olmasını besleyen ve bekleyen halkın Cuma namazı için akın akın İstanbul’a
gelmesi sağlanacak, Divanyolu’na uzanacak milyonluk cemaatle büyük bir gövde
gösterisine sahne olacaktı İstanbul. Ayasofya’yı da kullanacaklardı bir bakıma. En
dekolte TV’ler bile ekranlarını ardına kadar açacaktı bu iş için. Darbenin asıl
sahipleri de Türkiye’de FETÖ eliyle elde edecekleri “İslâm görüntülü iktidar” ile
yalnız Türkiye’yi değil, halkı Müslüman olan tüm coğrafyaları tek elden, Türkiye
üzerinden ve perde gerisinden yöneteceklerdi. Yönetme ne kelime, iliklerine
kadar sömürmeye devam edeceklerdi. Asıl o zaman MÜZELİK olan Türkiye
Cumhuriyeti Devleti olacaktı.
Şu çok iyi bilinmelidir ki; Ayasofya kararına tepki aslında Türkiye’nin
egemenlik hakkınadır o kadar.
Ve 24 Temmuz’da kim mihraba geçer söylemeyeceğim ama ilk Cuma namazı
Fetih Suresi ile kılınacak ve manevi coşkusu çok yüksek olacak. Her 24
Temmuz’da da bu yaşanacak.

9 Temmuz 2020 Perşembe

Baronun kelime manası..



GEL DE YAZMA

Ankara’da 20 bine yakın avukat var. Yaklaşık rakamlarla İstanbul’da 50 bin,
İzmir’de 10 bin, toplamda 130 bin avukat varmış memlekette.
Kanunlaşma yolundaki çoklu baro sisteminin hararetle müzakere edilmekte
olduğu Türkiye Büyük Millet Meclisindeki Milletvekillerinin 132’si hukukçu ve
bunların 130’u kendisini avukat, hâkim ve savcı olarak başkanlığa deklare etmiş.
Millet onlardan usulet ve suhuletle bir baro sistemi ortaya çıkarmalarını
beklemektedir.
“Benim avukatlık işim olmaz” demezseniz bir hesaba ve de nüfusumuza göre
hali hazırda 500 kişiye bir avukat düşmektedir.
Türkiye’de kaç hukuk fakültesi var derseniz; tam 132 hukuk fakültesinin her yıl
mezun verdiğini biliyoruz. Az mıdır çok mudur onu barolar bilir. Avukat olduktan
sonra yakaya iliştirilen BARO rozeti itina ile emeklilikte bile taşınır. Yakasında
mezun olduğu fakülte rozetini taşıyan avukatlar ise bir elin parmakları kadar bile
değildir nedense?!

****

Baro, Fransızca “barreau” kelimesinden dilimize geçmiş, BARON kelimesiyle bir
irtibat ve iltisakı yok. Avukat da Fransızca bir kelime. Bin yıl üç kıtada hüküm
sürerken nasıl bir hukuk düzeni vardı bu kavram ve kurumların karşılığı neydi
unuttuk
Baro ne anlama geliyor diye merak ettim, şaşırtıcı ve bir o kadar da düşündürücü
bir cevap çıktı karşıma:
Baro, kelime olarak “engel, mahkemede avukatları hâkimden ayıran
bariyer” anlamına geliyormuş! Avukat da “savunucu” demek oluyor ama
Latince “bağırıp çağırmak” anlamına gelen “vocare” kelimesinden türemiş, ilginç!

****

Barolar bir kamu kuruluşu değildir, devlet yapısı içinde yer almazlar. Neticede
TOBB gibi TESK gibi meslek kuruluşlarıdır. “Peki, neden resmi (siyah) plakalı
araç kullanırlar devlet gibi?” derseniz o başka bir tartışma konusudur. Sivil
bir toplum kuruluşu yani STK iken resmi plaka kullanma ihtiyacında olanlara
sormak gerekir!
Velhasıl barolar, tamamen bağımsız, hukukun ve adaletin sağlanması yolunda
hizmet etmek durumundadırlar ama bizde öyle değildir. Çoğunlukla CHP’nin arka
bahçesi gibi Altıok hizmetindedirler adeta ve sözde laikliğin amansız
savunucularıdır. Duyarlılıklarını hep bu yönde kullanırlar, saniyen hukuk ve
adalette. CHP’nin de her kademedeki yönetimine, görevine potansiyel aday
olarak her hal ve şartta orada, baroda hazırdırlar ve statükoyu da korurlar.
Statüko denen mefhumu da bir başka yazımızda inceleyelim.  09.07.2020   

2 Temmuz 2020 Perşembe

Başkentin Başkanları

GEL DE YAZMA

Başkentin başkanları ne yapıyor, nasıl çalışıyor ancak mahallinde yaşıyorsa vatandaşın onlardan haberi oluyor. Ana akım medyanın onlara ayıracak zamanı yok! Zaman zaman "bizden yazmıyorsun" gibi sitemlerle karşılaşıyoruz. Başkentin başkanlarından vatandaşı haberdar etmek elbet bizim de görevimiz, SABAH Ankara bunu layıkıyla yapıyor, biz de fırsat buldukça köşemizde dile getiriyoruz.

Sincan Belediye Başkanı Murat Ercan muhtarlarla istişarelerine devam ediyor. Geçen hafta son toplantıda Başkan Ercan, muhtarlara belediye faaliyetleri ve devam eden projeleri anlattı ve onların taleplerini not aldı. 

Kahramankazan Başkanı Serhat Oğuz ilçe ziyaretlerini sürdürüyor. Son olarak sanayicileri ziyaret etti. Sanayi alanında yoğun potansiyele sahip olan ilçedeki fabrika, üretim tesisi ve iş yerlerinde hayli çalışan var. Oğuz, çalışanlara kolaylıklar diledi ve "İstihdam yaratan, üreten herkes baş tacıdır" dedi. Onlar için elimizden geleni yapıyoruz" dedi. 

Altındağ vatandaşın rahat bir ortamda alışverişlerini yapabilmesi için 3 mahallede yapımına başlanan semt pazarları yakında tamamlanacak. Karacaören, Karapürçek ve Gültepe mahallelerinde oturan vatandaşlar sabırsızlıkla inşaatın bitmesini bekliyorlar. Başkan Asım Balcı, mahalle sakinlerinin rahat ve güvenli bir biçimde alıveriş yapabilecekleri kapalı semt pazarlarında her detayı düşündüklerini söyledi. Asım Balcı Kurban Bayramı hazırlıklarının da başladığını kaydetti.

Keçiören Başkanı Turgut Altınok makamda nadir oturur. Bunu başkanın çevresindekiler söylüyor. Her fırsatta Keçiörenlilerle beraber olan Altınok, Kartaltepe'deki Dağ Kızağı Parkı'nı tanıttı. Kent Ormanı Mesire Alanı'ndaki park için "heyecan arayanları buraya davet ediyoruz" dedi. 

Yenimahalle Belediye Başkanı Fethi Yaşar, temizlik İşleri için yeni hizmet binası çabasında. Geçen hafta inşaat alanını ziyaret etti. Yaşar, salgının başlangıç günlerinde temizlik çalışanlarının gece gündüz demeden Yenimahalle'yi dezenfekte ettiklerini yeni bir hizmet binasıyla onların ödüllendirileceğini ifade etti. Macun Mahallesi'nde yapılacak olan bina birkaç ay içinde tamamlanacak. 

Vatandaşın köpeklerden şikâyetleri hiç eksilmiyor. Bilhassa Çankaya bölgesinde, Yaşamkent'te köpek çeteleri özellikle çocukların güvenliğini tehdit ediyor bizden söylemesi. Başkentin başkanlarına burada bu köşede her zaman yer olacak, yeter ki çalışsınlar.

Giriş Tarihi: 2.7.2020

Sabah Gzt.

25 Haziran 2020 Perşembe

Face-food(!) hayatlar!

GEL DE YAZMA 

Simit, tost, döner, lahmacun, pide, döner, hamburger, soğuk sandviçler, pizza, kızarmış patates, parça tavuk, balık-ekmek çoğumuzun iştahla tükettiği yiyeceklerdir ve adına ne derseniz deyin bu tür beslenme giderek yaygınlaşmaktadır.

Fast-Food ve Facebook; ağzımız yemekte, gözümüz eğlenmekte olan bir hayatı ancak böyle anlatırız, özeti bu. Bizim büyüklerimiz “Yavrum nerene yiyorsun?” derlerdi. FAST-FOOD olarak karşımıza çıkan AYAKÜSTÜ beslenme tarzının sadece yemek içmek ile ilgili olduğunu düşünmüyorum. Bunu yalnızca beslenme biçimi olarak anlamak konuyu anlamamak ve eksik tanımlamak olur. Salgına yol açan virüsün sadece sağlık sorunu olmadığı gibi!..

****

İnsanların her alanda olduğu gibi beslenme konusunda da büyüklerinden öğrendikleri alışkanlıkları vardır. Biz buna kültür diyoruz. Fastfood, bir beslenme kültürüdür. Kelimenin tarifinden de bu açıkça anlaşılmaktadır. Acıktığınız zaman hemen doymak isteyeceksiniz. Fastfood bu ihtiyaca masum bir pratik çözüm olarak geliştirilmiş olabilir. İleri zamanlarda OBEZİTE gibi giderek yaygınlaşmakta olan pek çok sağlık sorunu ortaya çıkardığı saptanmış olmakla birlikte; fast-food beslenme bütün dünyada benimsenmiş ve maalesef ortak bir kültür haline gelmiştir.

****

Ne yediğimiz, nerede yediğimizden önce yiyip içmenin bence zamanı da şekli de önemlidir. Dolayısıyla konuya her açıdan bakmak gerekmektedir. Bizim toplumumuzun beslenme biçimiyle karşılaştırıp karşı çıkarsınız yahut benimsersiniz. Bizim ülkemizde genellikle ailecek yemek yeme alışkanlığı vardı. Bugün ise aile ancak hafta sonları bir araya gelebilmektedir, o da belki!

Yemek saati alışkanlığımız ortadan kalkmıştır. Çocuklar sofra adabından uzaktır, çağrıldıklarında “ben tokum” gibi uzaktan işittiğiniz ses zaten her şeyi anlatmakta, aile olarak birlikteliğinize cevap vermiş olmaktadır. Maske taktıramadığımızı, söz dinletemediğimizi, özetle çocuklarımıza bakıp yabancılaştığımızı düşünüyorsak her şeyi ile birlikte düşüneceğiz.

Ne yiyor, yediriyoruz, nasıl giyinip giydiriyoruz, nasıl yaşıyoruz; başımızı biraz(!) dijital platformlardan, bilhassa cep telefonundan kaldırıp iki elimizin arasına alma zamanıdır. Sonra çok geç olur.

18 Haziran 2020 Perşembe

Bir hayat ve bir kitap

GEL DE YAZMA
    Arkadaşınızla doğup büyüdüğünüz mahallede motorunuzla dolaşıyorsunuz. Yağmur atıştırmaya başlayınca bir kenara çekiyor ve hemen oradaki lokantada boş bulduğunuz iki sandalyeye oturup servis açan garson kıza verdiğiniz siparişlerinizi beklerken, kasada oturan şişman adam eliyle işaret ederek; “o masaya servis yapma” diyor. Dönüp “Üzgünüm” diyor garson kız da servis yapamayacağını söylüyor. 
    Olayı yaşayan şampiyon boksör Muhammed Ali’yi 2016 Haziran’ında kaybettik. Yaşadıkları ile O, İnsan Hakları ve Hak Savunucularına BAYRAK oldu. Belçikalı, Sovyet, Avusturalya ve Polonyalı boksörleri ringe serip finalde olimpiyat şampiyonu olarak ülkenizi temsilen dünyaya adınızı duyuracaksınız ama doğup büyüdüğünüz semtte -ırk ayırımı yüzünden- lokantaya oturup yemek dahi yiyemeyeceksiniz?! 
****
    Motosikletli çetelerin hakaret ve saldırılarından kurtulup eve dönerken, henüz Muhammed Ali adını almamış şampiyon boksör Cassius Clay, tişörtünün altında taşıdığı altın madalyayı üzerindeki yürüdükleri köprüden Ohio nehrinin derinliklerine fırlatıp atıyor.
Muhammed Ali bizim gençliğimizin bir anlamda güç simgesiydi. Yeni yetmelerin cesaret ve övünç duydukları bir isimdi. Azılı rakipleri Frezier ve Foreman müsabakalarını izleyebilmek için sabahın dördünde uyanıp kahvehaneye koştuğumu hatırlıyorum. Ünlü sunucu Orhan Ayhan da maçları anlatmak üzere stüdyoya giderken sabaha karşı evlerin ışıklarının nasıl birer birer yandığını hayretle anlatır. O müsabakalarda ülke ayağa kalkardı. 
****
    Muhammed Ali’nin hayatını Tamer KORKMAZ’ın kaleminden kitap olarak çıktı. Cümle Yayınlarından çıkan kitabın adı ilginç. Müslüman olduktan sonra bile ona Muhammed Ali demeyip ilk ismiyle anan boksörleri ringde döverken “BENİM ADIM NE, SÖYLE?” diyormuş. Bu soru kitaba isim olmuş: Benim Adım Ne? O bu soruyu sadece rakiplerine değil, kendisini rengiyle, inancıyla kabul edemeyen herkese soruyordu. 
    Bugün Amerika bir iç isyan yaşıyor adeta. “Süper gücün(!)” yaşadığı karışıklıklar da bu soruya ABD’de halâ cevap verilemediğini gösteriyor. Dünyanın pek çok yerinde bu HAK GASPI, bu İLKELLİK yaşanmaya maalesef devam ediyor. Korkmaz’ın kitabı dünyadaki ırkçılığı, ayırımcılığı derinden anlamamıza önemli katkı veriyor. Bütün zamanların en iyi boksörü kabul edilen dünya şampiyonu bir sporcunun ibretamiz hayat hikâyesinden öte; tam da bugünlerin kitabı, nefis bir üslupla kaleme alınmış, tavsiye ederim.    

5 Haziran 2020 Cuma

Maskeyi hiç sevmezdim!

Korona virüsü hayatımızı alt-üst etmişken, Ankara’nın Kale’sinden,
Kule’sinden mevzularla yarenlik etmeyi uygun bulmuyorum. Haziran ile beraber
Türkiye, kısmen kısıtlı YENİ NORMAL hayata geçerken, NORMAL ile yenisinin
kıyaslanması gerekiyordu. “İnsanlığa karıl” diyordu Hz. Mevlâna, ben de
Başkentin sokaklarında insanlara karıldım; dükkanlar açılıyor, lokantalar müşteri
beklemede, iş yerleri, daireler, duraklar hareketlenmiş.
“Salgın yüzünden evimize hapsolmuştuk” filan diye asla şikâyetamiz laflar
edecek değilim. Virüs bir bakıma evimizi, ailemizi yeniden keşfetmede faydalı
bile oldu ve ne güzel oldu. Birçok arkadaşımdan da bunu duydum.
Yeni Normal vatandaşı rahatlatmış gözüküyor. Kısıtlamalar kademeli
kalkarken, 3M denilen MASKE, MESAFE, MESKEN tedbirlerini asla ihmal etmemek
gerekiyor, en azından bir süre daha..
****
Bundan önceki yazımda virüsü kastederek; SADECE BİR SAĞLIK SORUNU
olarak görmenin yanlış olacağını yazmıştım. Korona’nın başta EKONOMİK olmak
üzere sosyolojik, psikolojik, dinî, siyasi hattâ askeri tesirleri olduğunu, bu süreçte
dünyanın çok büyük zarar gördüğünü izah edecek değilim. Sabah akşam
medyanın gündemi bunlar. Kamera uygulamasıyla da internetten bütün
dünyada, büyük metropollerde hayatın durduğu apaçık görünüyor. Canlı izliyoruz
adeta ölümleri! Yüz binlerle ifade ediliyor. Biz de 4 bin insanımızı kurban verdik.
Kâbe dahil bütün mabetlerin boşalması az şey mi?!
****
Virüs yüzünden bütün bu yaşananları yalnızca tıp ve fen bilimleriyle izah
etmek dedim, YANLIŞ olur. Bunun başkaca izahları da olmalı?! Hastanelerde
insanlar can çekişirken ozon tabakasının kendini yenilemesi nasıl izah edilir?
Hunharca tahrip ettiğimiz doğa ve çevre biz sokaktan çekilince kendini tamire
başladı!
Ama esas kaybı ben, dün sokağa çıkınca, insanlara karılınca keşfettim.
Maske yüzünden yüzlerimizi kaybettik, yüzümüzle ne çok şey kaybettik?
Mimikler kayboldu; kızgın mı, üzüntülü mü, yorgun mu çözemez olduk
birbirimizi, perdelendi gülücükler, kayboldu. Maskenin her türünü zaten
sevmezdim, bunu da hiç sevmedim, ben en çok insan yüzlerini özledim.
Dile, dudağa dökülmeden sözler, meğer ne çok şey ifade ediyormuş
yüzler?!.. Yüz üzerine söylenen dedim kendi kendime; şarkılar, şiirler boşa
değilmiş!!!