23 Şubat 2017 Perşembe

Tarihi karar öncesi

Ahmet TEZCAN

Tarihi karar öncesi

23.2.2017

Şimdi ülke olarak, millet ve devlet olarak Türkiye bir kararın arifesinde.
Bana göre bu karar, asrın kararı olacak. Siyasetçiler önde gözükse de eğip bükmenin bir anlamı yok..
Bu karar siyasi değil, tarihi bir karar olacak.
Bakıyorum bu tarihi karar öncesinde herkesin işi yokuşa sürdüğünü, kolaylaştırmak yerine dikine hareket ettiğini görüyorum.
Ne ki mevcudun muhafazası derdinde; çatışmanın, anlaşmazlığın, çözümsüzlüğün peşinde olanlar var..
Beş generalin yaptığı bir anayasaya biz mahkûm etmek istiyorlar.
Ama daha önce 12 Eylül'e söylemedik söz bırakmıyorlardı.
***
Belli ki bizim anayasamız, içtüzüğümüz kulağını tersten gösteriyor. Bu yüzden bu memleket bir ileri gittiyse iki de geri adım attı ve bir ilerleme sağlayamadı.
Sebebi bizim yetersizliğimiz değil, karar vermede zorlanmamızdır.
Bir zamanın çok tanınmış devlet ve siyaset adamı Mehmet Keçeciler bana anlatmıştı. Kendisi de son Ecevit hükümetinin gümrüklerden sorumlu bakanıydı. Dedi ki "Sayın Ecevit'in Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile yaşadığı yani Anayasa kitapçığı fırlatma hadisesi kamuoyuna duyurulduğu an Türkiye'nin anlık kaybı 5 milyar dolardı, biz 18 milyar dolar harcadık o yarayı kapatamadık." Faturayı kim ödedi, millet?!
Oysa biz Ahmet Necdet Sezer'i tanımazdık, Ecevit onu cumhurbaşkanı adayı olarak göstermiş, Meclis de seçmişti.
***
Karşılaştığımız tek olay değildi bu, cumhurbaşkanları ile başbakanlar bu memlekette daima kavga halinde oldular, birbirlerine küstüler, cenazede bile birbirleriyle konuşmadılar. Askerler de bu kavganın içinde oldular.
Özal-Demirel kavgalıydı, DemirelÇiller kavgalıydı, Mesut Yılmaz, Yıldırım Akbulut hepsi devletin tepesinde kavga ettiler ceremesini de millet çekti. Onların kötü yönetici olduklarından değildi bu kavgalar SİSTEM KÖTÜ KURULMUŞTU..
Belki birileri bunu böyle istiyordu, kavga etsinler isteniyordu kim bilir?!
Şimdi de birileri müthiş algı yönetiyorlar.
CNN Türk dün Aliyev'in eşinin Cumhurbaşkanı yardımcısı olduğunu uzun uzun veriyor, Bir kısım yazarlar da bu haberi köpürtüyorlar. Yani diyorlar ki; "yarın bizde de Tayyip Erdoğan oğlunu, kızını yakınlarını aynı şekilde atayabilir haa dikkat edin." Böyle sistem değişmez, madem iki ipi bir iğneye geçireceğiz öyleyse bükeceğiz.

gazete

16 Şubat 2017 Perşembe

Asrın kararı…

Ahmet TEZCAN

Asrın kararı…

16.2.2017

Aylıklısından aylak gezenine, işçisinden iş erbabına kadar bütün insanlarımızla fırsat buldukça görüşüyor, toplumun bütün kesimleriyle temas halinde olmaya gayret ediyoruz. Hep raporlardan, gazete haberlerinden memlekete bakmak her zaman insanı doğru sonuca götürmüyor.
Bazen gidişata hayatın içinden bakmak gerekiyor. "Üç tanesini meydanda sallandıracaksın" benzeri doğrudan çözüm (!) arayanları hariç tuttuğumuzda makul çözümün aşikâr olduğu görülüyor. Ben insanımıza şahsen güveniyorum.
Memleket olarak bunca kritik durum yaşadık ve çoğunluğun sorun yarattığı hiç görülmemiştir. Son seçimlerde ve daha önceki referandumda vatandaşımız kanaatini anlaşılır şekilde ifade etmiştir. Rakamların dili açık ve net; insanımızın Hükümete, Meclise, mevcut siyasi kadroya teveccühünün devam ettiğini kabul ettiği açıkça görülüyor, bundan ötesi beyhude gayret olur.

***

Zaman değişmiştir, içinde yaşadığımız şartlar daha hızlı hareket etmeye, hızlı karar almaya bizi mecbur etmektedir. Ülkenin sonuç vermeyen müzakere ve münakaşalarla geçirecek vakti yoktur. Her zaman "tu kaka" tavrını sürdürmek ülke ve dünya gerçeğiyle de bağdaşmamaktadır. İktidar olmanın yıpratıcı etkisine rağmen mevcut yönetimin kredisi vatandaş nezdinde artarak devam ediyor. Asrın kararıdır bu, referandum Türkiye'nin içinden çıkılmaz karar mekanizmalarını değiştirecek, artık siyasetteki kargaşa da sona erecektir. Ülke gündemi Meclisin içinden çıkılmaz tartışmalarıyla uğraşıp durmayacaktır.
Birlikte düşünmek ve aklıselimle çözüm aramaktan daha doğru bir yol yoktur.
İçinde yaşadığımız hararetli ve hareketli günlerde buna daha çok ihtiyaç var. Aksaklık yok mu denirse; elbette var ama sistemdeki bu değişiklik bilinsin ki çok şeyi değiştirecek.

***

Ankaralıları dinliyorum, akil ve ayağı yere basan sözler işitiyorum. Çok partili hayata geçtiğimizden bu yana siyasetin, dolayısıyla devletin kavga ve kargaşayla vakit kaybettiği, artık memleketin sisteme feda edilemeyeceği itiraf gibi ifade ediliyor. Birkaç gayretkeş siyaset ve devlet adamının münferit çabası dışında gerçekten memleketin on yılları acemi elinde çarçur edildi. İnsanımız da sisteme kurban edildi, büyük vebali var bunun. Türkiye, sistem kargaşasından kurtulmalıdır. Geçmişin alışkanlıklarıyla medet umanlar yok değil ama onlara fırsat da yok. Kavgaya kargaşaya prim de yok. Tahrikler karşılık bulmuyor, dilerim hiçbir şekilde bulmaz. Etrafımız yangın yeri ve biz bu topraklarda birlik içinde olup gücümüzü artırmak mecburiyetindeyiz, başka izahı yok bunun.

gazete

9 Şubat 2017 Perşembe

Kendin olmak...

Ahmet TEZCAN

Kendin olmak...

9.2.2017

Prof. Dr. Recep Ercüment Konukman, bilim adamı olduğundan fazla siyasetçiydi, ülkesine, devletine, milletine tutkuyla bağlı, araştıran, yazan bir kültür adamıydı aynı zamanda.
Kaybedeli iki yıl oldu ve onu çok özledik.
Bu yazı Ercüment Konukman'ı anma yazısı değildir, bilahare vefatının yıldönümünde bunu yapacağız inşallah. Küçük bir not aktarmak bunları hatırlatmak gerekti.
Yakın dostları onu "Ercüment Hoca" olarak anardı. Turgut Özal'ın göçlerden, göçmenlerden sorumlu Devlet Bakanıydı ve o günlerde de Bulgaristan'daki komünist rejimden, Jivkov zulmünden kaçanlar Türkiye'ye yönelmiş, tıpkı Eset'den kaçanlar gibi akın akın geliyorlardı.

***

Göçler, göçmenler o günlerde de Milli Güvenlik sorunuydu ve Bakan Konukman MGK gündemine alınan konu için hazırlık yapıyordu ama makamın gelen gidenleri Hoca'nın çalışmasını güçleştiriyorlardı. O da çantasını toparlayıp aynı binada yakın bir başka dairenin kapısını çaldı hazırlığını tamamlamak için. Ne ki karşısına çıkan memurlar nazikçe onu geri çevirip bir başka yerde çalışmasını sağlarlar. Hoca ısrar etmez peki, diyerek kendisine açılan odada hazırlığını yapar.
Ama o günü ve olayı unutmaz Hoca, bir süre sonra bize şöyle bir cümle sarf eder: "Orası bir başka ülke adına çalışanlar tarafından kullanılıyordu!!!" Düşünebiliyor musunuz, bakanlıkların bulunduğu bir binada, başka bir katta, bir başka ülke adına çalışanlar.. Bu ülke hep sıkı gözlem altında tutulmuştur, en az iki asırdır bu böyledir. (Ecevit, "Apo'yu bize neden teslim ettiklerini anlayamadım" dememiş miydi?) Görüntüde yakalayıp getiren bizdik ama?!

***

Bizim coğrafyamız çok değerlidir. Harita üstünde sivri ucunu batırıp çevremizi içine alan bir daire çizseniz; Kudüs, Mekke-Medine, Tahran, Moskova, Atina o dairenin içinde yer alır, hiçbir şey o dairenin değerini karşılamaz ve tüm bu merkezler bize kuş uçuşu 1,5 saat mesafededir. O daire içinde 50 trilyon dolarlık bir ekonomi döndürülür, dünyanın yüzde 70 enerji ihtiyacı bu coğrafyadan karşılanır, asla ilgisiz kalınamaz, kendi kimliğinle burada muktedir olmaya kalkarsan başın beladan kurtulmaz. Burada KENDİN OLMAK risklidir, çilelidir ama o derece asil ve manen mutmain yani tatmin edici olacağı için de çok keyiflidir. Peki, bu coğrafyada nasıl KENDİN olunur denirse; her türlü karara kendin imza atar, milli ve yerli olur, içindeki hiçbir hıyanete fırsat vermeyecek sistemini kurarsan olur.
Bunun şartı; kendine güvenen, güven veren ve hızlı karar alan güçlü bir Türkiye olmaktır.

gazete

2 Şubat 2017 Perşembe

Sözün özü

Ahmet TEZCAN

Sözün özü

2.2.2017

"Gerçeğin mayası gözle görünmez" demiş Exupery, yürekle baktığınız zaman ancak gerçeği görebileceğimizi söylemiş. Göz işte, gördüğü yere kadar gösterebiliyor! Görmek için asıl duymak gerekiyor ama kulakla değil, yine yürekle.. Yürek, hem duyar hem görür ve her hassa yüreğe bağlı hareket eder. Bir adama "yüreksiz" denildiği vakit ona yalnızca "cesaretsiz" demiş olmuyor, ona her şeyi söylemiş oluyorsunuz.

***

"Gerçek ve Görüntü" hakkında söylenmiş yüzlerce söz var belki. Hugo mesela, herkesin insanlığı değiştirmeye çalıştığını ama hiç kimsenin önce kendisini değiştirmeyi düşünmediğini söylüyor. Bu söz de bana "Siz kendinizi değiştirmediğiniz sürece ben sizi değiştirmem" mealindeki Kur'an sözünü hatırlattı sanki?! Bu da bir başka gerçeğin ta kendisi, üzerine söylenecek tek laf yok. Laf diyorum bir de "lafı güzaf" var yani "boş, beyhude" olan sözler.

***

Tahran'da Bab-ı Ali diye bir yer vardı. Adına bakıp bizdeki çağrışımından basınla ilgili sanılmasın. Tahran'ın Babıali'si canlı müzik eşliğinde ailece yemek yenilen "müzikhol" gibi bir mekan, fakat bir farkı var; Mevlâna'dan, Hayyam'dan rübailer söyleniyor. Farisi dilinde muhteşem mısralar ud, rebab, def, daire eşliğinde icra ve terennüm ediliyor. (Ankara'da böyle söz ve şiir ortamı var mı bilmiyorum?!) Tahran'da dinlediğim sühan yani söz ustası, "ilk sahibinden selamla" diye başlıyor söze.. Sözün ilahi kaynaklı olduğunu hatırlıyorsunuz, sözün ilk sahibi O çünkü ve Söz'ün ilk sahibi anılmadan geçilir mi?

***

Velhasıl Dil, insanları bir araya getiren en önemli vasıtadır, dil olmazsa söz olmaz, insan olmaz, insan olmazsa dünya olmaz. Rabbim FOXP2 konuşma geniyle bizi bütün canlılardan ayırmış. Türk Dili tahsili yapmış biri olarak sözü kendi dilimize getirmeden geçemem. Bütün lehçeleriyle beraber bugün dünyada 220 milyon insan Türkçe konuşuyor. Lisan ağaç gibidir, dilimizi konuşan her insanı da o ağacın meyveleri gibi görmek lazım. Dünyanın en eski, en yaygın, en derin ve en zengin dillerinden biridir Türkçe ve yeryüzünde konuşulan ilk on lisan arasındadır. Türkçemiz bizim yalnızca dilimiz değildir, ortak duygumuz, düşüncemiz, sevgimizdir. Yunus ne diyor; Gelin tanış olalım. Bu çağrıyı yapanın söyleyecek sözü gösterecek değerleri var demektir. Ve söz meclisten içeri diyorum ve doğru, tertemiz konuşarak dilimizi Türkçemizi sevmek, sevdirmek durumunda olduğumuzu hatırlatmak istiyorum. Ne mutlu katkıda bulunanlara..

gazete

26 Ocak 2017 Perşembe

Aidiyetimiz milletimizedir

Ahmet TEZCAN

Aidiyetimiz milletimizedir

26.1.2017

Cihannüma adlı dernek "Sabah Namazı Buluşmaları" adıyla güzel bir etkinlik yürütüyor. Güne gündeme uygun bakan, bürokrat ve akademisyenlerle işaret edilen mabette buluşup akabinde verilen konferansa kalabalık sayılabilecek bir grupla katılıyorlar. Bu konferanslar, insanın düşünce dünyasına, dünya gerçeklerine sanki camlı bir terastan ufuk turu sağlıyor ve fevkalade yararlı oluyor, Cihannüma adına da çok yakışıyor gerçekten. Sabahın seherinde hangi işe girişildi de bereket bulmadı?
Günün o saatinde çoğunluğu gençler olmak üzere insanların akın akın buluştuklarına şahsen şahit olduğumu söylemeliyim.
***
Kocatepe Camii'ne denk düşen buluşmalarına ben de birkaç kez katıldım. Bir keresinde Numan Kurtulmuş'tan, ülkemiz açısından iki kelime ile özetleyebileceğim "Günümüz- Geleceğimiz" başlıklı bir konuşma dinledik.
Daha sonraki buluşmada Sosyal Bilimler Üniversitesi Rektörü Prof. Mehmet Barca, Endülüs penceresinden İslâmî yaşayış ve anlayışa ışık tuttu.
Kocatepe'de katıldığım son buluşmada ise İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, caminin altındaki konferans salonunda hitap etti.
Yalnız ondan önce kürsüye çıkan dernek yöneticilerinden ve Ankara Temsilcisi Ahmet Akça'nın şu cümlesini nakletmeden geçmeyeceğim.
Akça, Cihannüma Derneği'nin "faaliyet" değil "aidiyet" derneği olduğunu dile getirdi, çerçevesini de şöyle çizdi:
Aidiyetimiz bu millete, bu topraklara ve kadim medeniyet değerlerimizedir. Ve bir tek idealimiz var: Adil bir dünya ve yeniden büyük Türkiye.
***
Tabi bunun şartları var. Konuşmalar arasında mesela Kristof Kolomp adı geçti. O sırada salona bu adı sorsanız; Ünlü gezgin, kâşif diyeceklerdir ve Amerika'yı keşfeden denizci olduğunu söyleyeceklerdir. Çünkü on yıllarca ders kitaplarımızda bize bu öğretildi.
Peki, öyle midir?
Bunun için uzağa gitmeyin, "Tarih Arşivi" adlı bir site var internette, oradan "Kristof Kolomp Kâşif mi Katil mi?" başlığıyla Ahmet Sırrı Arvas'ın bir yazısı var, okumanızı tavsiye ederim. Bana sorarsanız katildir, altın avcısı, maceracı bir çapulcu güruhunun başıdır o kadar. Çocuklarımızın ders müfredatını kendimiz hazırlamaz isek hakikati de saptırmış oluruz. Müjdesini de aldık, bu tür yanlışların bütünüyle ders kitaplarından temizleneceği iddia ile dile getirildi ve mayıs ayı telaffuz edildi.
Netice itibariyle Cihannüma ideali milletin idealidir, aidiyeti de Büyük Türkiye'dir.
Güçlünün değil, haklının güçlü olacağı çağın yaklaşmakta olduğuna inanıyor büyük ümitle bekliyoruz.

gazete

19 Ocak 2017 Perşembe

Sektörleşen hayatlar

Ahmet TEZCAN

Sektörleşen hayatlar

19.1.2017

Şehir ve medeniyet tasavvurumuz giderek bambaşka bir hal alıyor. Site evlerdeki hayatlarımız bir bakıma sektörleşiyor sanki. Eskiden "Şerefül mekan bil mekin" ifadesiyle anlamını bulan; "Makamların, mekânların şeref ve izzetlerinin içinde oturanlarla kaim olması anlayışımız" çok gerilerde kalmış gibi gözüküyor. Bunu nasıl tersine çeviririz, hangi nesil bunu geri getirir doğrusu endişelerim var.
Ne mi söylüyorum?

***

Bir derginin, ŞEHİR ve KÜLTÜR dergisinin Ekim sayısı elime geçti. "Değerlerimiz Yerel Kimlik ve Şehir" başlıklı Cem Eriş'in kaleme aldığı yazısını okudum ve adeta çarpıldım.
Yazıda şehirleri büyüttükçe insanımızı küçülttüğümüz ve bu büyüklük içinde onu ezerek, insanı yalnızlaştırdığımız, değersizleştirdiğimiz, şahsiyetsizleştirdiğimizden söz ediliyordu.
Ne kadar haklı, ne kadar önemli ve ne kadar güncel ve bence "hayatî" bir mevzuadan bahis açıyor Cem Eriş, ama kim duyuyor?
Eriş, sıradan biri değil, yüksek mimar, restorasyon uzmanı, İstanbul Büyükşehir Belediyesinde de İmar Müdürü, üstelik Koruma Kurulunda görev yapıyor. Yani meselenin tam ortasından bir adam..

***

Sektörel hayatlara dâhil oluyoruz derken kastım buydu. Kendi evimizde mi yaşıyoruz yoksa bir oluşumun üyesi olarak bir sektöre hizmet mi ediyoruz belli değil. Bir site düşünün, bir komisyon tarafından idarede, profesyonel oldukları har hal ve tavrıyla belli. Belki yönettikleri bu kaçıncı site?! Kaideler şartlar oluşturuyorlar, talimatlar veriyor, sınırlar koyuyorlar. Orada yaşayanlar değiliz, sanki anlayamadığım, tanımlayamadığım bir şeye dahiliz, birileri de bizi adeta yönetiyor. Şifrelerimiz var, uzaktan kumanda cihazlarımız, asansörlere doluşup çıkıyoruz, iniyoruz, ne bir selam ne de iki kelam yok.

***

Bizim eski mahalle sıcaklığımızı arıyoruz ki, hak getire. Oysa bu milletin hayata dair olduğu kadar bir yapı, bir insan tasavvuru vardı, bu tasavvurlarını medeniyetleştirmişti bu millet. Cem Eriş'in hatırlattığı gibi rahmetli Turgut Cansever'in deyimiyle "ecdat ruhunu taşa ve ahşaba nakşetmişti" milletimiz... Sitelerin reklamlarına da dikkat çekiyor Cem Eriş, ne diyorlar pazarlarken dikkat edin; "çağın tüm teknik donanımına sahipliğinden, alışveriş merkezlerine yakınlığından, kafe, restoran, snack bar vesairesinden söz ediyorlar.. Aslında kendilerini ele veriyorlar, nasıl bir "yaşam" kurulacağından bahsediyorlar. Artık işler tersine döndü, mekanların şeref ve izzetleridir bizi şerefli ve izzetli kılan, öyle değil mi?!

gazete

12 Ocak 2017 Perşembe

Sözünüzü yükseltin..

Ahmet TEZCAN

Sözünüzü yükseltin..

12.1.2017

Türkiye neredeyse her gün Meclis gündemiyle yatıp kalkıyor. Dolayısıyla medya gündemi de ağırlıklı olarak siyaset..
Dünyada siyaseti bu yoğunlukla yaşayan ülkelerin sayısı çok fazla değildir. Bizdeki durumu ülkenin "yöneten siyaset"e kuvvetle ihtiyaç duyması hali olarak açıklayabiliriz belki.. Biliriz ki 100 yıldır belki bu coğrafya siyaseten yönetilir durumda değildir, bu milletin 100 yıldır bu topraklarda kendi olması engellenmiştir. Dolayısıyla imparatorluk sonrası bu coğrafyada tam bir hükümranlık kurabilmiş değildir. Çok mu iddialı oldu? Evet, ama bunların hepsi tarih içinden örneklendirilebilir. Bir şeycik söyleyeyim sadece; "Eski Türkiye" döneminde, üyesi bulunduğu zeminlerde, hangi uluslar arası kararda bizim delegasyonlarımız Batı'nın bilhassa ABD'nin ihsası olmadan irade beyanında bulunabilmiştir sormak lazım?!

***

Şimdilerde kendi göbeğimizi kendimiz kesmeye başlamışken istiyoruz ki kararlarımızı Mecliste ve meydanda; derin bir tarih şuuru, kuvvetli bir inançla, aklıselimimizi kullanarak, ortak duyguyla alalım.. Ama olmuyor.. Eski alışkanlık mıdır, kendine güvenememe duygusu mudur nedir; adına müzakere denilen oturumlarda hakaretler, ima ve istihza ile aşağılamalar havalarda uçuyor.

***

Gelin biz özellikle yeni vekiller için bazı tavsiyelerde bulunalım, ne ki bu Meclise yıllarımızı verdik. Vekillik mazbatayla başlar fakat vekil olmak bir süreç meselesidir. Milletvekilliği memuriyet değil, toplam bir görevdir, farklıdır, özelliklidir, yüksek ufuklu bir bakış açısı gerektirir. Memleketin herhangi köşesinde avukat, doktor, mühendis olabilir, siyasetle de meşgul olmuş bulunabilirsiniz ama milletin Meclisinde durum ve şartlar farklıdır. Her gün kürsüye çıkmak, yüzlerce önergeyle bir hakkı kilitlemek iş değildir.
Kimileri için giyotindir kürsü.. Parlamento adı üstünde "konuşulan yer" olmakla birlikte DİNLEMEK SÖYLEMEKTEN ÖNEMLİ-
DİR ve ÖNCELİKLİDİR. Meclisin de DİNLENİR konuşmalara ihtiyacı vardır. Mevlâna'nın 26 bin beyitlik Mesnevisi'nin ilk kelimesidir DİNLE...
Söylerken değil, dinlerken de çok dikkat gerekir. Hz. Pîr'in çok önemli iki tavsiyesi var ki bana kalsa genel kurul salonunun alnına, altın harflerle bu sözleri nakşederim. Meal olarak diyor ki; SESİNİZİ DEĞİL, SÖZÜ- NÜZÜ YÜKSELTİN, YÜKSEK SÖZÜN
YÜKSEK SESE İHTİYACI YOKTUR.
İkincisi de; "HER AĞZINA GELENİ SÖYLEME, HER ÖNÜNE KONULANI
YEME."

gazete

5 Ocak 2017 Perşembe

Metronuz hayırlı olsun


Metronuz hayırlı olsun

5.1.2017

Anadolu bozkırının ortasında, -bir iddiaya göre- 3 bin yıllık bir kent Ankara.
Hitit'ten, hattâ ondan öncesinden günümüze derin bir tarih ve kültür barındırıyor.
Ancak Cumhuriyetin başkentini herkese sevdirip "Benim Ankara'm" dedirtebilmiş değiliz.
"Dönüşü güzel" olmaktan kurtulmuş değiliz henüz! Bunun da şartları var, en başta ulaşım.
Tarih, trafik, ışıklandırma, aydınlatma, estetizm başkentte dikkatle ele alınması gereken konulardır.
Bizde projektörler, "vahşi aydınlatma araçları" olarak insanı kör ederken, başka memleketlerde sadece "ışıklandırma ve aydınlatma" amaçlı sivil toplum kuruluşları olduğunu biliyorum. "Çatı mimarisi" kavramı henüz bizim şehircilik anlayışımızda yok.
Başkaları şehrin havadan görünüşüne de estetik kazandırma gayretinde… Şu sıralar mesela şehre gece yüksekçe bir yerden veya havadan bakanlar Kocatepe Camisini iki minareli görüyorlar, neden? Caminin ışıklandırması aylardır arızalı, yarım aydınlatılıyor, iki minaresi gece görünmüyor da ondan.

***

Çankaya Belediyesi gibi uzun bir süre salt partizanlığa kurban edilmiş bir şehirdir Ankara. Çukurlar açılır "etrafımıza verdiğimiz rahatsızlık yüzünden" diyerek "özür" afişleriyle aylarca çıkmaza geçilmeze mahkûm olurduk, yok edilen ağaçlar güya bir başka yere "tayin" olurdu, biz de yutardık!
Dolayısıyla Ankara, şehircilikte modern, mütenasip hızlı bir gelişme ve güzelleşmeyi on yıllarca sağlayamamış, resmi hüviyeti yapışmış kalmıştır suratına. Başkanların Ankara için hizmet gayretinde olmadıklarını söylemiyorum; bir kısır çekişmeye, imkânsızlıklara, bir müdahil yapıya kurban edilmiştir Ankara!
"Şehirciliğe bakacak hal mi vardı?!" denirse yüzde yüz hak veririm. Biz zaten ülke olarak adeta "müstemleke bir hal"den henüz kurtulmaya çalışıyoruz. Kendi yaşadığımız şehrin düzenini bile yabancıların tercihiyleriyle yönlendirdik. Uzun yıllar 'JUSMAT' lar, 'TUSSLOG'lar bizim yaşantımıza yön verdi. Nedir bunlar? diyenler bi zahmet internete girip baksınlar öğrensinler..

***

Son dönemde modern bir başkent ortaya çıkarma adına çok önemli çalışmalar yapılıyor.
Alt, üst geçitler, raylı ulaşım, uydu kentlerle modern bir şehir hüviyeti kazanmaya başladık. Ama henüz yeterli değil, daha çok eksiğimiz var! Bugün Keçiören metrosu açılıyor, 12 yıl sonra da olsa sevindirici. Bağdat demiryolu bir asır önce 6 yılda tamamlandı, dünyada metroyu İstanbul'da Galata- Karaköy arasında ilk kuran da biziz ama Paris, Moskova, metrolarıyla meşhur başkentler...
Niye? 100 sene geç kalmışlığımız ya da geç bırakılmışlığımız var kabul edelim...

gazete

29 Aralık 2016 Perşembe

2017 numaralı yeni yılımız..

Ahmet TEZCAN

2017 numaralı yeni yılımız..

29.12.2016

Evet, 2016 yılı 15 Temmuz işgal girişimi ile tarihe adını yazdırmış oldu. Eşikten döndük unutmak mümkün mü? 2017 numaralı yıla girerken de yeni yılın ne numaralara gebe olduğunu bilemiyoruz?! Bir asır önceydi, sözde "birleşme, ilerleme ve özgürleşme" adına imparatorluğu İttihat ve Terakki Jönleri eliyle darmadağın etmişlerdi. Milyonlarca kilometrekarelik vatan toprağı bin bir entrika ile elden çıkmış, millet Anadolu'ya hapsolmuştu. İstedikleri "Yeni düzeni" kurmayı -Tek Parti iktidarıyla üstelikyarım asırda tamamlayamadılar. Kurdukları ruhsuz yapıyı yaşatmak için sayısız askeri darbeler yaşadık. Neler kaybettik saymak imkânsız. Ama en önemli hasarı ruhumuzda yaşadık; kırıldık, gücendik, örselendik.. Onca çabayla bir milleti sindirmeye çalışanlar, bunun imkânsız olduğunu 15 Temmuz'da gördüler. Milletin hafızası gelmeye başla dı. Bu müdahalelerin asıl nereden kaynaklandığını anlamaya başladık, sahiplerini de tanıyoruz. Ben burada 100 yıl öncesinden, tarihin tozlu raflarında kalmış sadece bir olayı aktararak okuyucuyu düşünmeye davet etmek istiyorum.

***

Sultan Abdülhamit vardı tahtta, fitne ateşini yakanlar "İstanbul'un sokaklarında nehirler gibi kan akıtmayı" planlamışlardı. Düzmece Hareket Ordusu ile meşrutiyetin ilanına muvaffak oldular. İngiliz sefiri Sir Nicholas O'Connor bunun için büyük mücadele vermişti, ömrü yetmedi, ihtilâldan 4 ay önce öldü. Yerine gelen Sir Gerard Lowther'i kahramanlar gibi karşılayan "Jön Türkler", yeni elçinin arabasının koşumlarını çözüp "şükran nişanesi" olarak atların yerine kendileri geçtiler ve arabayı elçiliğe kadar kendileri çektiler. Bugün de durum değişmedi, bizi zorlayan Batı değil, onların arabasına koşumlananlardır.

***

Evet, dünyamız güneşin etrafındaki 939 milyon km.lik eliptik yörüngesini cumartesi günü tamamlayacak. Dünyamız bunu 365 günde tamamlamak için saatte 108 bin km. hızla koşuyor. Hızı sabit değildir, gündönümüne göre değişir. Beni en çok etkileyen dünyamızın 23 derecelik eğimidir. Stephan Hawking gibi uzayla düşünenler de buna bir türlü akıl erdirememekte ve "Milyarlarca yıldır, mavi gezegenin bu hızla, bu şekilde dönüp durmasıyla "yaratılış" fikrine yaklaştıklarını itirafa mecbur kalmaktadırlar. Evet, öyledir.. Güneşe değildir bu eğilme, rükû, secde veya selamlama babında "OL" emrinin sahibinedir ki baharları, yazları, türlü iklimleri ikram etmektedir bizlere. 2017 numaralı yeni yılın daha az acısız, ağıtsız olmasını diliyorum, iyi seneler...

gazete

22 Aralık 2016 Perşembe

Sabah Ankara 12 yaşında

Ahmet TEZCAN

Sabah Ankara 12 yaşında

22.12.2016

Sabah Ankara başkentin ilki idi, elimize doğmuştu adeta, 12 yaşına gelmiş.
"Maşallah" deyip daha nice uzun yayın yılları dilemek düşer bizlere. O yaşadığı sürece biz yazar mıyız bilemem, "ya nasip" der devam ederiz. Zaten ısrarla ve istikrarla şimdilik devam ediyoruz, bundan sonra da öyle yaparız inşaallah. Takipçilerimiz bilir, Sabah Ankara çıkmaya başladığından bu yana bu sütunlarda yazıyoruz, yerel-genel demiyor her konuya nefes veriyoruz. Gelişen teknoloji bizi buna mecbur ediyor. Dünyanın öteki ucunda da olsa internet ortamında her türlü yayın organını izlemek mümkün hale geldi. Gelinen noktada iletişim ve habercilik sahası da çok değişti; hızlandı ilerledi ve çok gelişti. En fazla 10-20 yıl sonra belki bambaşka bir hal alacak, kim bilir?!

***

Ne diyordu Üçüncü Dalga'nın Fütürist yazarı Alvin Toffler; Learn, Unlearn, Relearn.. Yani "öğren, unut, yeniden öğren.." Başka bir şey daha söylüyordu Toffler: 21. yüzyılın cahilleri okuma yazması olmayanlar değil; öğrenmeyi, unutmayı ve yeniden öğrenmeyi beceremeyenler olacaktır.
Haber ve fotoğrafları kâğıt üzerine basmak suretiyle yapılan, matbuata dayalı gazetecilik en fazla 10 yıla kadar 'The End' diyecektir.
Nitekim ABD'li gazetelerinden Washington Post, son basılı sayısının 1 Ocak 2023 tarihli olacağını okuyucularına duyurdu. Bu tarihten sonra bu ülkede kâğıda basılı belli başlı gazete kalmayacak. Nostaljik duyguyla çıkarılacaklar müstesna.. ABD ile sıkı teması olan bir dostum, Denver'da 100 yıllık bir gazetenin yayın hayatına son verdiğini anlattı.

***

Sebep, kâğıt tüketimi, orman varlığı, çevre filan değil, her şey hızla elektroniğe kayıyor.
Gazetelerin kâğıt baskıyla çıkmaya son vermek istemelerinin sebebi de bu. Kâğıt tüketimi de azalmıyor artıyormuş üstelik.. "KULLAN AT" mantığı her türlü malzemeyi kâğıt türevlerine yönlendiriyor. Tüketimi tırmandıran kitap, defter, gazete, mecmua da değil..
Temizlik ve ambalaj kâğıtlarında müthiş bir tüketim patlaması yaşanıyormuş.. Kâğıt sanayi küçümsenecek bir pazar değil.. 400-500 milyon tonluk bir

***

Sabah Ankara'nın yaş gününden konuyu buralara getirmişken bir araştırma konusuna da dikkat çekmeden geçmek istemiyorum.
Uluslararası Haber-Medya Pazarlama Birliği INMA verilerine göre; G 7 ülkelerindeki günlük gazete satışları 2000 yılından sonra kademeli olarak düşmüş... Biz Sabah Ankara'mıza uzun ömürler, yayın ve yapımındaki arkadaşlarımızın da başarılarının devamını diliyoruz.

gazete

15 Aralık 2016 Perşembe

Tasavvuf kültürümüz

Ahmet TEZCAN

Tasavvuf kültürümüz

15.12.2016

Ülkemiz, çevremizde yaşananlar yüzünden savaş halinde sanki, gün geçmesin ki bir büyük acı yaşanmasın. Bu günlerde Konya'da da abide insan Mevlâna için anma törenleri gerçekleştiriliyor. Çağa inat çağlar ötesinden sevgiden, sevmekten, yaşatmaktan bahseden bir aşk adamı için törenler düzenleniyor. Savaş tamtamları bu kadar yüksek perdeden vururken ne yazık sevginin sesi kısık kalıyor.
O doğumunda Celâleddin idi yalnızca, ama yaşadığı ve yaşattıklarıyla Mevlâna oldu.
***
Bugün "Mesnevî" diye bir kitap varsa bunu Çelebi Hüsamettin'e borçluyuz. Mevlâna'yı ve ölümsüz eseri Mesnevî'yi yazmasında en önemli amil o olmuştur. Mesnevî, Mevlâna'nın muhtelif yerlerdeki söylediği sözlerdir, o söylemiş Çelebi Hüsameddin yazmıştır. Her cilt tamamlanınca yüksek sesle Mevlâna'ya okumuş, beyitler gözden geçirilerek bizzat kendisi tarafından da düzeltilmiştir.
Şems Tebrizî'yi de burada unutmamak gerekmektedir. O, Mevlâna'nın yakın dostu, kimine göre hocası ve can arkadaşlarındandır.
***
Şems'in de son derece keskin görüşleri var. Her ne kadar "Hoşgörü" ile birlikte anılsa da Mevlâna da İslâmî konularda asla tavizkâr olmamıştır. Onlar katıksız, katkısız, tavizsiz tam bir Müslüman'dırlar. Ve fakat ikisi de eleştirilmekten kurtulamamışlardır.
Bir sevincin, bir mutluluğun yahut bir ağrının anlatılması nasıl mümkün olabilir. Mevlâna'yı anlamak ve anlatmak öyle bir şeydir.
İnanan olursa ancak anlaşılırsın, ama ağrıyı çeken sen olmaya devam edersin. Yüzmek, bisiklete binmek nasıl kitaptan öğrenilemezse hayata aktarılmadığı sürece Mesnevî'yi de anlamak mümkün olmaz. Başka söze gerek yok, sadece "okuyucu, hikayeci" olunur o kadar.
***
Mevlana "Gel" diyor..
Bu çağrıyı yaparken Hz. Pîr insanları nereye, Konya'ya mı çağırmaktadır? O gel derken insanı kendine, insanın kendine gelmesini sağlamaya çalışmaktadır. Bir bakıma "hey, kendine gel.." demektedir yani..
Ve Mevlâna, "Dinle" diyor..
26 bin beyitlik Mesnevisinde kelime olarak ilk sözdür bu. Mevlâna'nın da insanlığa başlı başına büyük bir mesajıdır sanki.. Çünkü hep söyler olduk, herkes söylüyor.
Düğün de dernekte sahneye çıkan derviş kılıklı insanlara da değinmeden edemem. İki dönüp paralarını alıp ayrılıyorlar ama ne tür bir kabahat işlediklerini bilmiyorlar.
Müdahale edecek maalesef ne bir kimse ne de bir makam var. Gıda olsa zabıtalarla denetime çıkanlar burada nedense müdahale etmedikleri gibi teşvikkâr oluyorlar. Yüzlerce yıllık tasavvuf kültürümüzün Ramazan pidesi kadar hükmü yok.

gazete