9 Şubat 2017 Perşembe

Kendin olmak...

Ahmet TEZCAN

Kendin olmak...

9.2.2017

Prof. Dr. Recep Ercüment Konukman, bilim adamı olduğundan fazla siyasetçiydi, ülkesine, devletine, milletine tutkuyla bağlı, araştıran, yazan bir kültür adamıydı aynı zamanda.
Kaybedeli iki yıl oldu ve onu çok özledik.
Bu yazı Ercüment Konukman'ı anma yazısı değildir, bilahare vefatının yıldönümünde bunu yapacağız inşallah. Küçük bir not aktarmak bunları hatırlatmak gerekti.
Yakın dostları onu "Ercüment Hoca" olarak anardı. Turgut Özal'ın göçlerden, göçmenlerden sorumlu Devlet Bakanıydı ve o günlerde de Bulgaristan'daki komünist rejimden, Jivkov zulmünden kaçanlar Türkiye'ye yönelmiş, tıpkı Eset'den kaçanlar gibi akın akın geliyorlardı.

***

Göçler, göçmenler o günlerde de Milli Güvenlik sorunuydu ve Bakan Konukman MGK gündemine alınan konu için hazırlık yapıyordu ama makamın gelen gidenleri Hoca'nın çalışmasını güçleştiriyorlardı. O da çantasını toparlayıp aynı binada yakın bir başka dairenin kapısını çaldı hazırlığını tamamlamak için. Ne ki karşısına çıkan memurlar nazikçe onu geri çevirip bir başka yerde çalışmasını sağlarlar. Hoca ısrar etmez peki, diyerek kendisine açılan odada hazırlığını yapar.
Ama o günü ve olayı unutmaz Hoca, bir süre sonra bize şöyle bir cümle sarf eder: "Orası bir başka ülke adına çalışanlar tarafından kullanılıyordu!!!" Düşünebiliyor musunuz, bakanlıkların bulunduğu bir binada, başka bir katta, bir başka ülke adına çalışanlar.. Bu ülke hep sıkı gözlem altında tutulmuştur, en az iki asırdır bu böyledir. (Ecevit, "Apo'yu bize neden teslim ettiklerini anlayamadım" dememiş miydi?) Görüntüde yakalayıp getiren bizdik ama?!

***

Bizim coğrafyamız çok değerlidir. Harita üstünde sivri ucunu batırıp çevremizi içine alan bir daire çizseniz; Kudüs, Mekke-Medine, Tahran, Moskova, Atina o dairenin içinde yer alır, hiçbir şey o dairenin değerini karşılamaz ve tüm bu merkezler bize kuş uçuşu 1,5 saat mesafededir. O daire içinde 50 trilyon dolarlık bir ekonomi döndürülür, dünyanın yüzde 70 enerji ihtiyacı bu coğrafyadan karşılanır, asla ilgisiz kalınamaz, kendi kimliğinle burada muktedir olmaya kalkarsan başın beladan kurtulmaz. Burada KENDİN OLMAK risklidir, çilelidir ama o derece asil ve manen mutmain yani tatmin edici olacağı için de çok keyiflidir. Peki, bu coğrafyada nasıl KENDİN olunur denirse; her türlü karara kendin imza atar, milli ve yerli olur, içindeki hiçbir hıyanete fırsat vermeyecek sistemini kurarsan olur.
Bunun şartı; kendine güvenen, güven veren ve hızlı karar alan güçlü bir Türkiye olmaktır.

gazete

2 Şubat 2017 Perşembe

Sözün özü

Ahmet TEZCAN

Sözün özü

2.2.2017

"Gerçeğin mayası gözle görünmez" demiş Exupery, yürekle baktığınız zaman ancak gerçeği görebileceğimizi söylemiş. Göz işte, gördüğü yere kadar gösterebiliyor! Görmek için asıl duymak gerekiyor ama kulakla değil, yine yürekle.. Yürek, hem duyar hem görür ve her hassa yüreğe bağlı hareket eder. Bir adama "yüreksiz" denildiği vakit ona yalnızca "cesaretsiz" demiş olmuyor, ona her şeyi söylemiş oluyorsunuz.

***

"Gerçek ve Görüntü" hakkında söylenmiş yüzlerce söz var belki. Hugo mesela, herkesin insanlığı değiştirmeye çalıştığını ama hiç kimsenin önce kendisini değiştirmeyi düşünmediğini söylüyor. Bu söz de bana "Siz kendinizi değiştirmediğiniz sürece ben sizi değiştirmem" mealindeki Kur'an sözünü hatırlattı sanki?! Bu da bir başka gerçeğin ta kendisi, üzerine söylenecek tek laf yok. Laf diyorum bir de "lafı güzaf" var yani "boş, beyhude" olan sözler.

***

Tahran'da Bab-ı Ali diye bir yer vardı. Adına bakıp bizdeki çağrışımından basınla ilgili sanılmasın. Tahran'ın Babıali'si canlı müzik eşliğinde ailece yemek yenilen "müzikhol" gibi bir mekan, fakat bir farkı var; Mevlâna'dan, Hayyam'dan rübailer söyleniyor. Farisi dilinde muhteşem mısralar ud, rebab, def, daire eşliğinde icra ve terennüm ediliyor. (Ankara'da böyle söz ve şiir ortamı var mı bilmiyorum?!) Tahran'da dinlediğim sühan yani söz ustası, "ilk sahibinden selamla" diye başlıyor söze.. Sözün ilahi kaynaklı olduğunu hatırlıyorsunuz, sözün ilk sahibi O çünkü ve Söz'ün ilk sahibi anılmadan geçilir mi?

***

Velhasıl Dil, insanları bir araya getiren en önemli vasıtadır, dil olmazsa söz olmaz, insan olmaz, insan olmazsa dünya olmaz. Rabbim FOXP2 konuşma geniyle bizi bütün canlılardan ayırmış. Türk Dili tahsili yapmış biri olarak sözü kendi dilimize getirmeden geçemem. Bütün lehçeleriyle beraber bugün dünyada 220 milyon insan Türkçe konuşuyor. Lisan ağaç gibidir, dilimizi konuşan her insanı da o ağacın meyveleri gibi görmek lazım. Dünyanın en eski, en yaygın, en derin ve en zengin dillerinden biridir Türkçe ve yeryüzünde konuşulan ilk on lisan arasındadır. Türkçemiz bizim yalnızca dilimiz değildir, ortak duygumuz, düşüncemiz, sevgimizdir. Yunus ne diyor; Gelin tanış olalım. Bu çağrıyı yapanın söyleyecek sözü gösterecek değerleri var demektir. Ve söz meclisten içeri diyorum ve doğru, tertemiz konuşarak dilimizi Türkçemizi sevmek, sevdirmek durumunda olduğumuzu hatırlatmak istiyorum. Ne mutlu katkıda bulunanlara..

gazete

26 Ocak 2017 Perşembe

Aidiyetimiz milletimizedir

Ahmet TEZCAN

Aidiyetimiz milletimizedir

26.1.2017

Cihannüma adlı dernek "Sabah Namazı Buluşmaları" adıyla güzel bir etkinlik yürütüyor. Güne gündeme uygun bakan, bürokrat ve akademisyenlerle işaret edilen mabette buluşup akabinde verilen konferansa kalabalık sayılabilecek bir grupla katılıyorlar. Bu konferanslar, insanın düşünce dünyasına, dünya gerçeklerine sanki camlı bir terastan ufuk turu sağlıyor ve fevkalade yararlı oluyor, Cihannüma adına da çok yakışıyor gerçekten. Sabahın seherinde hangi işe girişildi de bereket bulmadı?
Günün o saatinde çoğunluğu gençler olmak üzere insanların akın akın buluştuklarına şahsen şahit olduğumu söylemeliyim.
***
Kocatepe Camii'ne denk düşen buluşmalarına ben de birkaç kez katıldım. Bir keresinde Numan Kurtulmuş'tan, ülkemiz açısından iki kelime ile özetleyebileceğim "Günümüz- Geleceğimiz" başlıklı bir konuşma dinledik.
Daha sonraki buluşmada Sosyal Bilimler Üniversitesi Rektörü Prof. Mehmet Barca, Endülüs penceresinden İslâmî yaşayış ve anlayışa ışık tuttu.
Kocatepe'de katıldığım son buluşmada ise İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, caminin altındaki konferans salonunda hitap etti.
Yalnız ondan önce kürsüye çıkan dernek yöneticilerinden ve Ankara Temsilcisi Ahmet Akça'nın şu cümlesini nakletmeden geçmeyeceğim.
Akça, Cihannüma Derneği'nin "faaliyet" değil "aidiyet" derneği olduğunu dile getirdi, çerçevesini de şöyle çizdi:
Aidiyetimiz bu millete, bu topraklara ve kadim medeniyet değerlerimizedir. Ve bir tek idealimiz var: Adil bir dünya ve yeniden büyük Türkiye.
***
Tabi bunun şartları var. Konuşmalar arasında mesela Kristof Kolomp adı geçti. O sırada salona bu adı sorsanız; Ünlü gezgin, kâşif diyeceklerdir ve Amerika'yı keşfeden denizci olduğunu söyleyeceklerdir. Çünkü on yıllarca ders kitaplarımızda bize bu öğretildi.
Peki, öyle midir?
Bunun için uzağa gitmeyin, "Tarih Arşivi" adlı bir site var internette, oradan "Kristof Kolomp Kâşif mi Katil mi?" başlığıyla Ahmet Sırrı Arvas'ın bir yazısı var, okumanızı tavsiye ederim. Bana sorarsanız katildir, altın avcısı, maceracı bir çapulcu güruhunun başıdır o kadar. Çocuklarımızın ders müfredatını kendimiz hazırlamaz isek hakikati de saptırmış oluruz. Müjdesini de aldık, bu tür yanlışların bütünüyle ders kitaplarından temizleneceği iddia ile dile getirildi ve mayıs ayı telaffuz edildi.
Netice itibariyle Cihannüma ideali milletin idealidir, aidiyeti de Büyük Türkiye'dir.
Güçlünün değil, haklının güçlü olacağı çağın yaklaşmakta olduğuna inanıyor büyük ümitle bekliyoruz.

gazete

19 Ocak 2017 Perşembe

Sektörleşen hayatlar

Ahmet TEZCAN

Sektörleşen hayatlar

19.1.2017

Şehir ve medeniyet tasavvurumuz giderek bambaşka bir hal alıyor. Site evlerdeki hayatlarımız bir bakıma sektörleşiyor sanki. Eskiden "Şerefül mekan bil mekin" ifadesiyle anlamını bulan; "Makamların, mekânların şeref ve izzetlerinin içinde oturanlarla kaim olması anlayışımız" çok gerilerde kalmış gibi gözüküyor. Bunu nasıl tersine çeviririz, hangi nesil bunu geri getirir doğrusu endişelerim var.
Ne mi söylüyorum?

***

Bir derginin, ŞEHİR ve KÜLTÜR dergisinin Ekim sayısı elime geçti. "Değerlerimiz Yerel Kimlik ve Şehir" başlıklı Cem Eriş'in kaleme aldığı yazısını okudum ve adeta çarpıldım.
Yazıda şehirleri büyüttükçe insanımızı küçülttüğümüz ve bu büyüklük içinde onu ezerek, insanı yalnızlaştırdığımız, değersizleştirdiğimiz, şahsiyetsizleştirdiğimizden söz ediliyordu.
Ne kadar haklı, ne kadar önemli ve ne kadar güncel ve bence "hayatî" bir mevzuadan bahis açıyor Cem Eriş, ama kim duyuyor?
Eriş, sıradan biri değil, yüksek mimar, restorasyon uzmanı, İstanbul Büyükşehir Belediyesinde de İmar Müdürü, üstelik Koruma Kurulunda görev yapıyor. Yani meselenin tam ortasından bir adam..

***

Sektörel hayatlara dâhil oluyoruz derken kastım buydu. Kendi evimizde mi yaşıyoruz yoksa bir oluşumun üyesi olarak bir sektöre hizmet mi ediyoruz belli değil. Bir site düşünün, bir komisyon tarafından idarede, profesyonel oldukları har hal ve tavrıyla belli. Belki yönettikleri bu kaçıncı site?! Kaideler şartlar oluşturuyorlar, talimatlar veriyor, sınırlar koyuyorlar. Orada yaşayanlar değiliz, sanki anlayamadığım, tanımlayamadığım bir şeye dahiliz, birileri de bizi adeta yönetiyor. Şifrelerimiz var, uzaktan kumanda cihazlarımız, asansörlere doluşup çıkıyoruz, iniyoruz, ne bir selam ne de iki kelam yok.

***

Bizim eski mahalle sıcaklığımızı arıyoruz ki, hak getire. Oysa bu milletin hayata dair olduğu kadar bir yapı, bir insan tasavvuru vardı, bu tasavvurlarını medeniyetleştirmişti bu millet. Cem Eriş'in hatırlattığı gibi rahmetli Turgut Cansever'in deyimiyle "ecdat ruhunu taşa ve ahşaba nakşetmişti" milletimiz... Sitelerin reklamlarına da dikkat çekiyor Cem Eriş, ne diyorlar pazarlarken dikkat edin; "çağın tüm teknik donanımına sahipliğinden, alışveriş merkezlerine yakınlığından, kafe, restoran, snack bar vesairesinden söz ediyorlar.. Aslında kendilerini ele veriyorlar, nasıl bir "yaşam" kurulacağından bahsediyorlar. Artık işler tersine döndü, mekanların şeref ve izzetleridir bizi şerefli ve izzetli kılan, öyle değil mi?!

gazete

12 Ocak 2017 Perşembe

Sözünüzü yükseltin..

Ahmet TEZCAN

Sözünüzü yükseltin..

12.1.2017

Türkiye neredeyse her gün Meclis gündemiyle yatıp kalkıyor. Dolayısıyla medya gündemi de ağırlıklı olarak siyaset..
Dünyada siyaseti bu yoğunlukla yaşayan ülkelerin sayısı çok fazla değildir. Bizdeki durumu ülkenin "yöneten siyaset"e kuvvetle ihtiyaç duyması hali olarak açıklayabiliriz belki.. Biliriz ki 100 yıldır belki bu coğrafya siyaseten yönetilir durumda değildir, bu milletin 100 yıldır bu topraklarda kendi olması engellenmiştir. Dolayısıyla imparatorluk sonrası bu coğrafyada tam bir hükümranlık kurabilmiş değildir. Çok mu iddialı oldu? Evet, ama bunların hepsi tarih içinden örneklendirilebilir. Bir şeycik söyleyeyim sadece; "Eski Türkiye" döneminde, üyesi bulunduğu zeminlerde, hangi uluslar arası kararda bizim delegasyonlarımız Batı'nın bilhassa ABD'nin ihsası olmadan irade beyanında bulunabilmiştir sormak lazım?!

***

Şimdilerde kendi göbeğimizi kendimiz kesmeye başlamışken istiyoruz ki kararlarımızı Mecliste ve meydanda; derin bir tarih şuuru, kuvvetli bir inançla, aklıselimimizi kullanarak, ortak duyguyla alalım.. Ama olmuyor.. Eski alışkanlık mıdır, kendine güvenememe duygusu mudur nedir; adına müzakere denilen oturumlarda hakaretler, ima ve istihza ile aşağılamalar havalarda uçuyor.

***

Gelin biz özellikle yeni vekiller için bazı tavsiyelerde bulunalım, ne ki bu Meclise yıllarımızı verdik. Vekillik mazbatayla başlar fakat vekil olmak bir süreç meselesidir. Milletvekilliği memuriyet değil, toplam bir görevdir, farklıdır, özelliklidir, yüksek ufuklu bir bakış açısı gerektirir. Memleketin herhangi köşesinde avukat, doktor, mühendis olabilir, siyasetle de meşgul olmuş bulunabilirsiniz ama milletin Meclisinde durum ve şartlar farklıdır. Her gün kürsüye çıkmak, yüzlerce önergeyle bir hakkı kilitlemek iş değildir.
Kimileri için giyotindir kürsü.. Parlamento adı üstünde "konuşulan yer" olmakla birlikte DİNLEMEK SÖYLEMEKTEN ÖNEMLİ-
DİR ve ÖNCELİKLİDİR. Meclisin de DİNLENİR konuşmalara ihtiyacı vardır. Mevlâna'nın 26 bin beyitlik Mesnevisi'nin ilk kelimesidir DİNLE...
Söylerken değil, dinlerken de çok dikkat gerekir. Hz. Pîr'in çok önemli iki tavsiyesi var ki bana kalsa genel kurul salonunun alnına, altın harflerle bu sözleri nakşederim. Meal olarak diyor ki; SESİNİZİ DEĞİL, SÖZÜ- NÜZÜ YÜKSELTİN, YÜKSEK SÖZÜN
YÜKSEK SESE İHTİYACI YOKTUR.
İkincisi de; "HER AĞZINA GELENİ SÖYLEME, HER ÖNÜNE KONULANI
YEME."

gazete

5 Ocak 2017 Perşembe

Metronuz hayırlı olsun


Metronuz hayırlı olsun

5.1.2017

Anadolu bozkırının ortasında, -bir iddiaya göre- 3 bin yıllık bir kent Ankara.
Hitit'ten, hattâ ondan öncesinden günümüze derin bir tarih ve kültür barındırıyor.
Ancak Cumhuriyetin başkentini herkese sevdirip "Benim Ankara'm" dedirtebilmiş değiliz.
"Dönüşü güzel" olmaktan kurtulmuş değiliz henüz! Bunun da şartları var, en başta ulaşım.
Tarih, trafik, ışıklandırma, aydınlatma, estetizm başkentte dikkatle ele alınması gereken konulardır.
Bizde projektörler, "vahşi aydınlatma araçları" olarak insanı kör ederken, başka memleketlerde sadece "ışıklandırma ve aydınlatma" amaçlı sivil toplum kuruluşları olduğunu biliyorum. "Çatı mimarisi" kavramı henüz bizim şehircilik anlayışımızda yok.
Başkaları şehrin havadan görünüşüne de estetik kazandırma gayretinde… Şu sıralar mesela şehre gece yüksekçe bir yerden veya havadan bakanlar Kocatepe Camisini iki minareli görüyorlar, neden? Caminin ışıklandırması aylardır arızalı, yarım aydınlatılıyor, iki minaresi gece görünmüyor da ondan.

***

Çankaya Belediyesi gibi uzun bir süre salt partizanlığa kurban edilmiş bir şehirdir Ankara. Çukurlar açılır "etrafımıza verdiğimiz rahatsızlık yüzünden" diyerek "özür" afişleriyle aylarca çıkmaza geçilmeze mahkûm olurduk, yok edilen ağaçlar güya bir başka yere "tayin" olurdu, biz de yutardık!
Dolayısıyla Ankara, şehircilikte modern, mütenasip hızlı bir gelişme ve güzelleşmeyi on yıllarca sağlayamamış, resmi hüviyeti yapışmış kalmıştır suratına. Başkanların Ankara için hizmet gayretinde olmadıklarını söylemiyorum; bir kısır çekişmeye, imkânsızlıklara, bir müdahil yapıya kurban edilmiştir Ankara!
"Şehirciliğe bakacak hal mi vardı?!" denirse yüzde yüz hak veririm. Biz zaten ülke olarak adeta "müstemleke bir hal"den henüz kurtulmaya çalışıyoruz. Kendi yaşadığımız şehrin düzenini bile yabancıların tercihiyleriyle yönlendirdik. Uzun yıllar 'JUSMAT' lar, 'TUSSLOG'lar bizim yaşantımıza yön verdi. Nedir bunlar? diyenler bi zahmet internete girip baksınlar öğrensinler..

***

Son dönemde modern bir başkent ortaya çıkarma adına çok önemli çalışmalar yapılıyor.
Alt, üst geçitler, raylı ulaşım, uydu kentlerle modern bir şehir hüviyeti kazanmaya başladık. Ama henüz yeterli değil, daha çok eksiğimiz var! Bugün Keçiören metrosu açılıyor, 12 yıl sonra da olsa sevindirici. Bağdat demiryolu bir asır önce 6 yılda tamamlandı, dünyada metroyu İstanbul'da Galata- Karaköy arasında ilk kuran da biziz ama Paris, Moskova, metrolarıyla meşhur başkentler...
Niye? 100 sene geç kalmışlığımız ya da geç bırakılmışlığımız var kabul edelim...

gazete

29 Aralık 2016 Perşembe

2017 numaralı yeni yılımız..

Ahmet TEZCAN

2017 numaralı yeni yılımız..

29.12.2016

Evet, 2016 yılı 15 Temmuz işgal girişimi ile tarihe adını yazdırmış oldu. Eşikten döndük unutmak mümkün mü? 2017 numaralı yıla girerken de yeni yılın ne numaralara gebe olduğunu bilemiyoruz?! Bir asır önceydi, sözde "birleşme, ilerleme ve özgürleşme" adına imparatorluğu İttihat ve Terakki Jönleri eliyle darmadağın etmişlerdi. Milyonlarca kilometrekarelik vatan toprağı bin bir entrika ile elden çıkmış, millet Anadolu'ya hapsolmuştu. İstedikleri "Yeni düzeni" kurmayı -Tek Parti iktidarıyla üstelikyarım asırda tamamlayamadılar. Kurdukları ruhsuz yapıyı yaşatmak için sayısız askeri darbeler yaşadık. Neler kaybettik saymak imkânsız. Ama en önemli hasarı ruhumuzda yaşadık; kırıldık, gücendik, örselendik.. Onca çabayla bir milleti sindirmeye çalışanlar, bunun imkânsız olduğunu 15 Temmuz'da gördüler. Milletin hafızası gelmeye başla dı. Bu müdahalelerin asıl nereden kaynaklandığını anlamaya başladık, sahiplerini de tanıyoruz. Ben burada 100 yıl öncesinden, tarihin tozlu raflarında kalmış sadece bir olayı aktararak okuyucuyu düşünmeye davet etmek istiyorum.

***

Sultan Abdülhamit vardı tahtta, fitne ateşini yakanlar "İstanbul'un sokaklarında nehirler gibi kan akıtmayı" planlamışlardı. Düzmece Hareket Ordusu ile meşrutiyetin ilanına muvaffak oldular. İngiliz sefiri Sir Nicholas O'Connor bunun için büyük mücadele vermişti, ömrü yetmedi, ihtilâldan 4 ay önce öldü. Yerine gelen Sir Gerard Lowther'i kahramanlar gibi karşılayan "Jön Türkler", yeni elçinin arabasının koşumlarını çözüp "şükran nişanesi" olarak atların yerine kendileri geçtiler ve arabayı elçiliğe kadar kendileri çektiler. Bugün de durum değişmedi, bizi zorlayan Batı değil, onların arabasına koşumlananlardır.

***

Evet, dünyamız güneşin etrafındaki 939 milyon km.lik eliptik yörüngesini cumartesi günü tamamlayacak. Dünyamız bunu 365 günde tamamlamak için saatte 108 bin km. hızla koşuyor. Hızı sabit değildir, gündönümüne göre değişir. Beni en çok etkileyen dünyamızın 23 derecelik eğimidir. Stephan Hawking gibi uzayla düşünenler de buna bir türlü akıl erdirememekte ve "Milyarlarca yıldır, mavi gezegenin bu hızla, bu şekilde dönüp durmasıyla "yaratılış" fikrine yaklaştıklarını itirafa mecbur kalmaktadırlar. Evet, öyledir.. Güneşe değildir bu eğilme, rükû, secde veya selamlama babında "OL" emrinin sahibinedir ki baharları, yazları, türlü iklimleri ikram etmektedir bizlere. 2017 numaralı yeni yılın daha az acısız, ağıtsız olmasını diliyorum, iyi seneler...

gazete

22 Aralık 2016 Perşembe

Sabah Ankara 12 yaşında

Ahmet TEZCAN

Sabah Ankara 12 yaşında

22.12.2016

Sabah Ankara başkentin ilki idi, elimize doğmuştu adeta, 12 yaşına gelmiş.
"Maşallah" deyip daha nice uzun yayın yılları dilemek düşer bizlere. O yaşadığı sürece biz yazar mıyız bilemem, "ya nasip" der devam ederiz. Zaten ısrarla ve istikrarla şimdilik devam ediyoruz, bundan sonra da öyle yaparız inşaallah. Takipçilerimiz bilir, Sabah Ankara çıkmaya başladığından bu yana bu sütunlarda yazıyoruz, yerel-genel demiyor her konuya nefes veriyoruz. Gelişen teknoloji bizi buna mecbur ediyor. Dünyanın öteki ucunda da olsa internet ortamında her türlü yayın organını izlemek mümkün hale geldi. Gelinen noktada iletişim ve habercilik sahası da çok değişti; hızlandı ilerledi ve çok gelişti. En fazla 10-20 yıl sonra belki bambaşka bir hal alacak, kim bilir?!

***

Ne diyordu Üçüncü Dalga'nın Fütürist yazarı Alvin Toffler; Learn, Unlearn, Relearn.. Yani "öğren, unut, yeniden öğren.." Başka bir şey daha söylüyordu Toffler: 21. yüzyılın cahilleri okuma yazması olmayanlar değil; öğrenmeyi, unutmayı ve yeniden öğrenmeyi beceremeyenler olacaktır.
Haber ve fotoğrafları kâğıt üzerine basmak suretiyle yapılan, matbuata dayalı gazetecilik en fazla 10 yıla kadar 'The End' diyecektir.
Nitekim ABD'li gazetelerinden Washington Post, son basılı sayısının 1 Ocak 2023 tarihli olacağını okuyucularına duyurdu. Bu tarihten sonra bu ülkede kâğıda basılı belli başlı gazete kalmayacak. Nostaljik duyguyla çıkarılacaklar müstesna.. ABD ile sıkı teması olan bir dostum, Denver'da 100 yıllık bir gazetenin yayın hayatına son verdiğini anlattı.

***

Sebep, kâğıt tüketimi, orman varlığı, çevre filan değil, her şey hızla elektroniğe kayıyor.
Gazetelerin kâğıt baskıyla çıkmaya son vermek istemelerinin sebebi de bu. Kâğıt tüketimi de azalmıyor artıyormuş üstelik.. "KULLAN AT" mantığı her türlü malzemeyi kâğıt türevlerine yönlendiriyor. Tüketimi tırmandıran kitap, defter, gazete, mecmua da değil..
Temizlik ve ambalaj kâğıtlarında müthiş bir tüketim patlaması yaşanıyormuş.. Kâğıt sanayi küçümsenecek bir pazar değil.. 400-500 milyon tonluk bir

***

Sabah Ankara'nın yaş gününden konuyu buralara getirmişken bir araştırma konusuna da dikkat çekmeden geçmek istemiyorum.
Uluslararası Haber-Medya Pazarlama Birliği INMA verilerine göre; G 7 ülkelerindeki günlük gazete satışları 2000 yılından sonra kademeli olarak düşmüş... Biz Sabah Ankara'mıza uzun ömürler, yayın ve yapımındaki arkadaşlarımızın da başarılarının devamını diliyoruz.

gazete

15 Aralık 2016 Perşembe

Tasavvuf kültürümüz

Ahmet TEZCAN

Tasavvuf kültürümüz

15.12.2016

Ülkemiz, çevremizde yaşananlar yüzünden savaş halinde sanki, gün geçmesin ki bir büyük acı yaşanmasın. Bu günlerde Konya'da da abide insan Mevlâna için anma törenleri gerçekleştiriliyor. Çağa inat çağlar ötesinden sevgiden, sevmekten, yaşatmaktan bahseden bir aşk adamı için törenler düzenleniyor. Savaş tamtamları bu kadar yüksek perdeden vururken ne yazık sevginin sesi kısık kalıyor.
O doğumunda Celâleddin idi yalnızca, ama yaşadığı ve yaşattıklarıyla Mevlâna oldu.
***
Bugün "Mesnevî" diye bir kitap varsa bunu Çelebi Hüsamettin'e borçluyuz. Mevlâna'yı ve ölümsüz eseri Mesnevî'yi yazmasında en önemli amil o olmuştur. Mesnevî, Mevlâna'nın muhtelif yerlerdeki söylediği sözlerdir, o söylemiş Çelebi Hüsameddin yazmıştır. Her cilt tamamlanınca yüksek sesle Mevlâna'ya okumuş, beyitler gözden geçirilerek bizzat kendisi tarafından da düzeltilmiştir.
Şems Tebrizî'yi de burada unutmamak gerekmektedir. O, Mevlâna'nın yakın dostu, kimine göre hocası ve can arkadaşlarındandır.
***
Şems'in de son derece keskin görüşleri var. Her ne kadar "Hoşgörü" ile birlikte anılsa da Mevlâna da İslâmî konularda asla tavizkâr olmamıştır. Onlar katıksız, katkısız, tavizsiz tam bir Müslüman'dırlar. Ve fakat ikisi de eleştirilmekten kurtulamamışlardır.
Bir sevincin, bir mutluluğun yahut bir ağrının anlatılması nasıl mümkün olabilir. Mevlâna'yı anlamak ve anlatmak öyle bir şeydir.
İnanan olursa ancak anlaşılırsın, ama ağrıyı çeken sen olmaya devam edersin. Yüzmek, bisiklete binmek nasıl kitaptan öğrenilemezse hayata aktarılmadığı sürece Mesnevî'yi de anlamak mümkün olmaz. Başka söze gerek yok, sadece "okuyucu, hikayeci" olunur o kadar.
***
Mevlana "Gel" diyor..
Bu çağrıyı yaparken Hz. Pîr insanları nereye, Konya'ya mı çağırmaktadır? O gel derken insanı kendine, insanın kendine gelmesini sağlamaya çalışmaktadır. Bir bakıma "hey, kendine gel.." demektedir yani..
Ve Mevlâna, "Dinle" diyor..
26 bin beyitlik Mesnevisinde kelime olarak ilk sözdür bu. Mevlâna'nın da insanlığa başlı başına büyük bir mesajıdır sanki.. Çünkü hep söyler olduk, herkes söylüyor.
Düğün de dernekte sahneye çıkan derviş kılıklı insanlara da değinmeden edemem. İki dönüp paralarını alıp ayrılıyorlar ama ne tür bir kabahat işlediklerini bilmiyorlar.
Müdahale edecek maalesef ne bir kimse ne de bir makam var. Gıda olsa zabıtalarla denetime çıkanlar burada nedense müdahale etmedikleri gibi teşvikkâr oluyorlar. Yüzlerce yıllık tasavvuf kültürümüzün Ramazan pidesi kadar hükmü yok.

gazete

1 Aralık 2016 Perşembe

Bir öncekini kim hatırlıyor?

Ahmet TEZCAN

Bir öncekini kim hatırlıyor?

1.12.2016

Adana Aladağ'da 12 yavrunun yanarak hayatlarını kaybettiği faciadan öncekini bilmem hatırlayanımız var mı?! O zaman da 16 kız çocuğumuz yine yanarak can vermişlerdi. Konya'daki o olay medyaya "Kız öğrenci yurdunda facia" başlığıyla şöyle yansımıştı, hatırlatmak babında aktarıyorum: Konya'ya 160, Taşkent'e 20 kilometre uzaklıkta Balcılar Kasabası Kurs ve Okul Talebelerine Yardım Derneği'ne ait Boğaziçi Özel Öğrenci Yurdu'nda saat 04.00 sıralarında patlama meydana geldi. Patlamanın hemen ardından 3 katlı binanın büyük bölümü gürültü ile çöktü. Ve haberin ayrıntılarında; enkaz altından 3'ü ağır 27 yaralının çıkarıldığı 16 kız öğrencinin de cenazelerine ulaşıldığı yazıyordu. Haberden arama kurtarma çalışmalarına Karaman, Aksaray ve Konya'dan gelen Sivil Savunma, İtfaiye ve 112 Acil Servis ekiplerinin katıldığını öğreniyoruz, üç öğrenci de enkaz altından sağ çıkmış ve askeri helikopterle acilen Konya'ya yetiştirilmiş, diğer yaralılar da çevre hastanelerde tedavi görmüşlerdi..

***

Şimdi o faciada ölümden kurtulanların akıbetleri ne oldu, 8 sene sonra nasıl bir hayat yaşıyorlar merak eden var mı, gazetelerden ilgilenen olmuş mu? Bu soruların cevabı asla evet değildir. Ölüm inanan insanlar için korkunç değildir. Benim en korktuğum ölümün yanarak olmasıdır. Allah korusun yanmak çok ürpertici ve hele yanmak ve ölmemek bence daha da çok korkunç. Hele kız çocuğu olarak böyle bir akıbete maruz kalmayı düşünemiyorum. Konya'daki faciayı çoktan unuttuk, yakınlarından başka hiç kimsenin hafızasında 2008 Ağustosunda, yani 8 sene önce yaşanan olayın kırıntısı bile kalmamıştır.
Göçüğün nedeni mutfak ve banyo bölümüne giden LPG borularındaki gaz kaçağıydı. Sorumlusu var mıydı, kimdi, ne ceza aldı, patlamadan sonra, o bina yurt olarak görev yapmaya devam etti mi, ettiyse o borular yenilendi mi diye de sormayacağım, gereği de yok zaten. Bildiğiniz gibi yapın diyorum ve Konya'daki olayı kapatıyorum. Hele o yangında ölenlerin yakınlarını, ölmeyenlerin durumunu öğrenmeye hiç cesaretim yok. Akıbetin dehşetini tahmin ediyorum.

***

Şimdi yenisine Adana'daki yavrulara üzülüyorum, onlar kadar olmasa da içimin yandığını hissediyor, gözyaşlarıma mani olamıyorum.
Olayı yalnızca FACİA kelimesiyle geçiştirmenin ve anlatmanın mümkün olmadığı gibi duygularımızı da kelimelere dökemiyoruz.
Çocukların akıbeti karşısında yumruk gibi bir şey boğazımızda düğümlenip kalıyor.

gazete

24 Kasım 2016 Perşembe

24 Kasım’ın hatırlattıkları

Ahmet TEZCAN

24 Kasım’ın hatırlattıkları

24.11.2016

İlkokul öğretmenlerimi hatırlıyorum, ilk iki sene Saide hocanımdı, Başöğretmen Mustafa Bayrakçı'nın hanımıydı, ikiz kızları vardı. Üçüncü sınıfta ihtilal oldu, Alâaddin isminde bir öğretmen geldi, "yedek subay" derlerdi, onu biz subay zannederdik..
Onu da askerî araçlar eşliğinde "Olur mu böyle olur mu kardeş, kardeşi vurur mu kahrolası diktatörler bu vatan size kalır mı" marşıyla hatırlıyorum, kocaman bir Türk bayrağı altında bizi yürütmüştü. Bunun 27 Mayıs'ın meşhur "devrim marşı" olduğunu çok sonra öğrendik. Kimdi diktatörler, hangi kardeşler birbirini vuruyordu hiç bilmiyorduk. Dördüncü ve beşinci sınıflarda Kadriye ve Lütfiye öğretmenlerde okuduk. 24 Kasım Öğretmenler Günü'nün hatırlattıklarıdır bunlar ve 50 küsur yıl öncesine aittir. İlk öğretmenlerimizi isimleriyle ve yüzleriyle capcanlı hatırlar ve çok severiz, niçin acaba? O nedenledir ki ben; ilk öğretmenliğin çok kutsal ve neredeyse anneliğe eşit olduğunu düşünürüm.

***

Evet, 50 küsur yıl geçti ve ülke olarak çok çok büyüdük, rakamlar bunu açıkça gösteriyor:
Ankara'da ilköğretim birinci sınıflarda şu an 100 bin minik öğrenci eğitim-öğretim görüyor. Yeri gelmişken Ankara'ya ait diğer rakamlarını da vereyim. Toplam okul sayımız 2 bini geçiyor, derslik baz alındığında 30 bini buluyor. Öğrenci toplamı ise 1 milyonu geçmiş durumda. Türkiye'nin toplam öğrenci sayısı 20 milyondur dikkatinizi çekerim. Bu rakam iki bakımdan çok önemlidir; Birincisi sadece öğrenci sayımız bazı ülkelerin toplam nüfusunu geçmektedir ve 20 milyon genç nüfus öğretmenlerimizin eline emanettir. Sadece eline değil, vicdanına, imanına emanettir ve hiçbir meslek grubunun sorumluluğu bu kadar büyük değildir.

***

Esas önemlisi müfredat.. Çocuklarımıza yani geleceğimize okutulan, öğretilen şeylerin, milletin kültürüne, tarihine, geleneğine aykırı düşmeme gibi bir mecburiyeti vardır.
Artık bu memleketin çocukları, kendi inancına, kendi coğrafyasına uygun müfredatı takip etmek ve KENDİ olmak durumundadır.
YERLİ ve MİLLİ ölçüsü işte o zaman tutar. Ama önce öğretmen.. Okullarımızla, öğretmen ve öğrencilerimizle çok oynadılar, hâlâ da oynuyorlar. En önce, kasten ve planlı olarak girdikleri alanlardır eğitim-öğretim ve bu hiçbir zaman tesadüf değildir. Milli Eğitim, Cumhuriyet tarihi boyunca 77 bakanla yönetildi ve her gelen yeni bir uygulama getirdi. Üç bakanla bir yılı tamamlayamadığımız dönemler oldu. Bugün de her bakımdan muhkem bir bakanlık olmadığı en başta FETÖ yuvalanmasıyla ortaya çıkmıştır.

gazete