22 Aralık 2016 Perşembe

Sabah Ankara 12 yaşında

Ahmet TEZCAN

Sabah Ankara 12 yaşında

22.12.2016

Sabah Ankara başkentin ilki idi, elimize doğmuştu adeta, 12 yaşına gelmiş.
"Maşallah" deyip daha nice uzun yayın yılları dilemek düşer bizlere. O yaşadığı sürece biz yazar mıyız bilemem, "ya nasip" der devam ederiz. Zaten ısrarla ve istikrarla şimdilik devam ediyoruz, bundan sonra da öyle yaparız inşaallah. Takipçilerimiz bilir, Sabah Ankara çıkmaya başladığından bu yana bu sütunlarda yazıyoruz, yerel-genel demiyor her konuya nefes veriyoruz. Gelişen teknoloji bizi buna mecbur ediyor. Dünyanın öteki ucunda da olsa internet ortamında her türlü yayın organını izlemek mümkün hale geldi. Gelinen noktada iletişim ve habercilik sahası da çok değişti; hızlandı ilerledi ve çok gelişti. En fazla 10-20 yıl sonra belki bambaşka bir hal alacak, kim bilir?!

***

Ne diyordu Üçüncü Dalga'nın Fütürist yazarı Alvin Toffler; Learn, Unlearn, Relearn.. Yani "öğren, unut, yeniden öğren.." Başka bir şey daha söylüyordu Toffler: 21. yüzyılın cahilleri okuma yazması olmayanlar değil; öğrenmeyi, unutmayı ve yeniden öğrenmeyi beceremeyenler olacaktır.
Haber ve fotoğrafları kâğıt üzerine basmak suretiyle yapılan, matbuata dayalı gazetecilik en fazla 10 yıla kadar 'The End' diyecektir.
Nitekim ABD'li gazetelerinden Washington Post, son basılı sayısının 1 Ocak 2023 tarihli olacağını okuyucularına duyurdu. Bu tarihten sonra bu ülkede kâğıda basılı belli başlı gazete kalmayacak. Nostaljik duyguyla çıkarılacaklar müstesna.. ABD ile sıkı teması olan bir dostum, Denver'da 100 yıllık bir gazetenin yayın hayatına son verdiğini anlattı.

***

Sebep, kâğıt tüketimi, orman varlığı, çevre filan değil, her şey hızla elektroniğe kayıyor.
Gazetelerin kâğıt baskıyla çıkmaya son vermek istemelerinin sebebi de bu. Kâğıt tüketimi de azalmıyor artıyormuş üstelik.. "KULLAN AT" mantığı her türlü malzemeyi kâğıt türevlerine yönlendiriyor. Tüketimi tırmandıran kitap, defter, gazete, mecmua da değil..
Temizlik ve ambalaj kâğıtlarında müthiş bir tüketim patlaması yaşanıyormuş.. Kâğıt sanayi küçümsenecek bir pazar değil.. 400-500 milyon tonluk bir

***

Sabah Ankara'nın yaş gününden konuyu buralara getirmişken bir araştırma konusuna da dikkat çekmeden geçmek istemiyorum.
Uluslararası Haber-Medya Pazarlama Birliği INMA verilerine göre; G 7 ülkelerindeki günlük gazete satışları 2000 yılından sonra kademeli olarak düşmüş... Biz Sabah Ankara'mıza uzun ömürler, yayın ve yapımındaki arkadaşlarımızın da başarılarının devamını diliyoruz.

gazete

15 Aralık 2016 Perşembe

Tasavvuf kültürümüz

Ahmet TEZCAN

Tasavvuf kültürümüz

15.12.2016

Ülkemiz, çevremizde yaşananlar yüzünden savaş halinde sanki, gün geçmesin ki bir büyük acı yaşanmasın. Bu günlerde Konya'da da abide insan Mevlâna için anma törenleri gerçekleştiriliyor. Çağa inat çağlar ötesinden sevgiden, sevmekten, yaşatmaktan bahseden bir aşk adamı için törenler düzenleniyor. Savaş tamtamları bu kadar yüksek perdeden vururken ne yazık sevginin sesi kısık kalıyor.
O doğumunda Celâleddin idi yalnızca, ama yaşadığı ve yaşattıklarıyla Mevlâna oldu.
***
Bugün "Mesnevî" diye bir kitap varsa bunu Çelebi Hüsamettin'e borçluyuz. Mevlâna'yı ve ölümsüz eseri Mesnevî'yi yazmasında en önemli amil o olmuştur. Mesnevî, Mevlâna'nın muhtelif yerlerdeki söylediği sözlerdir, o söylemiş Çelebi Hüsameddin yazmıştır. Her cilt tamamlanınca yüksek sesle Mevlâna'ya okumuş, beyitler gözden geçirilerek bizzat kendisi tarafından da düzeltilmiştir.
Şems Tebrizî'yi de burada unutmamak gerekmektedir. O, Mevlâna'nın yakın dostu, kimine göre hocası ve can arkadaşlarındandır.
***
Şems'in de son derece keskin görüşleri var. Her ne kadar "Hoşgörü" ile birlikte anılsa da Mevlâna da İslâmî konularda asla tavizkâr olmamıştır. Onlar katıksız, katkısız, tavizsiz tam bir Müslüman'dırlar. Ve fakat ikisi de eleştirilmekten kurtulamamışlardır.
Bir sevincin, bir mutluluğun yahut bir ağrının anlatılması nasıl mümkün olabilir. Mevlâna'yı anlamak ve anlatmak öyle bir şeydir.
İnanan olursa ancak anlaşılırsın, ama ağrıyı çeken sen olmaya devam edersin. Yüzmek, bisiklete binmek nasıl kitaptan öğrenilemezse hayata aktarılmadığı sürece Mesnevî'yi de anlamak mümkün olmaz. Başka söze gerek yok, sadece "okuyucu, hikayeci" olunur o kadar.
***
Mevlana "Gel" diyor..
Bu çağrıyı yaparken Hz. Pîr insanları nereye, Konya'ya mı çağırmaktadır? O gel derken insanı kendine, insanın kendine gelmesini sağlamaya çalışmaktadır. Bir bakıma "hey, kendine gel.." demektedir yani..
Ve Mevlâna, "Dinle" diyor..
26 bin beyitlik Mesnevisinde kelime olarak ilk sözdür bu. Mevlâna'nın da insanlığa başlı başına büyük bir mesajıdır sanki.. Çünkü hep söyler olduk, herkes söylüyor.
Düğün de dernekte sahneye çıkan derviş kılıklı insanlara da değinmeden edemem. İki dönüp paralarını alıp ayrılıyorlar ama ne tür bir kabahat işlediklerini bilmiyorlar.
Müdahale edecek maalesef ne bir kimse ne de bir makam var. Gıda olsa zabıtalarla denetime çıkanlar burada nedense müdahale etmedikleri gibi teşvikkâr oluyorlar. Yüzlerce yıllık tasavvuf kültürümüzün Ramazan pidesi kadar hükmü yok.

gazete

1 Aralık 2016 Perşembe

Bir öncekini kim hatırlıyor?

Ahmet TEZCAN

Bir öncekini kim hatırlıyor?

1.12.2016

Adana Aladağ'da 12 yavrunun yanarak hayatlarını kaybettiği faciadan öncekini bilmem hatırlayanımız var mı?! O zaman da 16 kız çocuğumuz yine yanarak can vermişlerdi. Konya'daki o olay medyaya "Kız öğrenci yurdunda facia" başlığıyla şöyle yansımıştı, hatırlatmak babında aktarıyorum: Konya'ya 160, Taşkent'e 20 kilometre uzaklıkta Balcılar Kasabası Kurs ve Okul Talebelerine Yardım Derneği'ne ait Boğaziçi Özel Öğrenci Yurdu'nda saat 04.00 sıralarında patlama meydana geldi. Patlamanın hemen ardından 3 katlı binanın büyük bölümü gürültü ile çöktü. Ve haberin ayrıntılarında; enkaz altından 3'ü ağır 27 yaralının çıkarıldığı 16 kız öğrencinin de cenazelerine ulaşıldığı yazıyordu. Haberden arama kurtarma çalışmalarına Karaman, Aksaray ve Konya'dan gelen Sivil Savunma, İtfaiye ve 112 Acil Servis ekiplerinin katıldığını öğreniyoruz, üç öğrenci de enkaz altından sağ çıkmış ve askeri helikopterle acilen Konya'ya yetiştirilmiş, diğer yaralılar da çevre hastanelerde tedavi görmüşlerdi..

***

Şimdi o faciada ölümden kurtulanların akıbetleri ne oldu, 8 sene sonra nasıl bir hayat yaşıyorlar merak eden var mı, gazetelerden ilgilenen olmuş mu? Bu soruların cevabı asla evet değildir. Ölüm inanan insanlar için korkunç değildir. Benim en korktuğum ölümün yanarak olmasıdır. Allah korusun yanmak çok ürpertici ve hele yanmak ve ölmemek bence daha da çok korkunç. Hele kız çocuğu olarak böyle bir akıbete maruz kalmayı düşünemiyorum. Konya'daki faciayı çoktan unuttuk, yakınlarından başka hiç kimsenin hafızasında 2008 Ağustosunda, yani 8 sene önce yaşanan olayın kırıntısı bile kalmamıştır.
Göçüğün nedeni mutfak ve banyo bölümüne giden LPG borularındaki gaz kaçağıydı. Sorumlusu var mıydı, kimdi, ne ceza aldı, patlamadan sonra, o bina yurt olarak görev yapmaya devam etti mi, ettiyse o borular yenilendi mi diye de sormayacağım, gereği de yok zaten. Bildiğiniz gibi yapın diyorum ve Konya'daki olayı kapatıyorum. Hele o yangında ölenlerin yakınlarını, ölmeyenlerin durumunu öğrenmeye hiç cesaretim yok. Akıbetin dehşetini tahmin ediyorum.

***

Şimdi yenisine Adana'daki yavrulara üzülüyorum, onlar kadar olmasa da içimin yandığını hissediyor, gözyaşlarıma mani olamıyorum.
Olayı yalnızca FACİA kelimesiyle geçiştirmenin ve anlatmanın mümkün olmadığı gibi duygularımızı da kelimelere dökemiyoruz.
Çocukların akıbeti karşısında yumruk gibi bir şey boğazımızda düğümlenip kalıyor.

gazete

24 Kasım 2016 Perşembe

24 Kasım’ın hatırlattıkları

Ahmet TEZCAN

24 Kasım’ın hatırlattıkları

24.11.2016

İlkokul öğretmenlerimi hatırlıyorum, ilk iki sene Saide hocanımdı, Başöğretmen Mustafa Bayrakçı'nın hanımıydı, ikiz kızları vardı. Üçüncü sınıfta ihtilal oldu, Alâaddin isminde bir öğretmen geldi, "yedek subay" derlerdi, onu biz subay zannederdik..
Onu da askerî araçlar eşliğinde "Olur mu böyle olur mu kardeş, kardeşi vurur mu kahrolası diktatörler bu vatan size kalır mı" marşıyla hatırlıyorum, kocaman bir Türk bayrağı altında bizi yürütmüştü. Bunun 27 Mayıs'ın meşhur "devrim marşı" olduğunu çok sonra öğrendik. Kimdi diktatörler, hangi kardeşler birbirini vuruyordu hiç bilmiyorduk. Dördüncü ve beşinci sınıflarda Kadriye ve Lütfiye öğretmenlerde okuduk. 24 Kasım Öğretmenler Günü'nün hatırlattıklarıdır bunlar ve 50 küsur yıl öncesine aittir. İlk öğretmenlerimizi isimleriyle ve yüzleriyle capcanlı hatırlar ve çok severiz, niçin acaba? O nedenledir ki ben; ilk öğretmenliğin çok kutsal ve neredeyse anneliğe eşit olduğunu düşünürüm.

***

Evet, 50 küsur yıl geçti ve ülke olarak çok çok büyüdük, rakamlar bunu açıkça gösteriyor:
Ankara'da ilköğretim birinci sınıflarda şu an 100 bin minik öğrenci eğitim-öğretim görüyor. Yeri gelmişken Ankara'ya ait diğer rakamlarını da vereyim. Toplam okul sayımız 2 bini geçiyor, derslik baz alındığında 30 bini buluyor. Öğrenci toplamı ise 1 milyonu geçmiş durumda. Türkiye'nin toplam öğrenci sayısı 20 milyondur dikkatinizi çekerim. Bu rakam iki bakımdan çok önemlidir; Birincisi sadece öğrenci sayımız bazı ülkelerin toplam nüfusunu geçmektedir ve 20 milyon genç nüfus öğretmenlerimizin eline emanettir. Sadece eline değil, vicdanına, imanına emanettir ve hiçbir meslek grubunun sorumluluğu bu kadar büyük değildir.

***

Esas önemlisi müfredat.. Çocuklarımıza yani geleceğimize okutulan, öğretilen şeylerin, milletin kültürüne, tarihine, geleneğine aykırı düşmeme gibi bir mecburiyeti vardır.
Artık bu memleketin çocukları, kendi inancına, kendi coğrafyasına uygun müfredatı takip etmek ve KENDİ olmak durumundadır.
YERLİ ve MİLLİ ölçüsü işte o zaman tutar. Ama önce öğretmen.. Okullarımızla, öğretmen ve öğrencilerimizle çok oynadılar, hâlâ da oynuyorlar. En önce, kasten ve planlı olarak girdikleri alanlardır eğitim-öğretim ve bu hiçbir zaman tesadüf değildir. Milli Eğitim, Cumhuriyet tarihi boyunca 77 bakanla yönetildi ve her gelen yeni bir uygulama getirdi. Üç bakanla bir yılı tamamlayamadığımız dönemler oldu. Bugün de her bakımdan muhkem bir bakanlık olmadığı en başta FETÖ yuvalanmasıyla ortaya çıkmıştır.

gazete

17 Kasım 2016 Perşembe

Ortadan laflar

Ahmet TEZCAN

Ortadan laflar

17.11.2016

Ömrümüzün son çeyreğine geldik trafik sıkışıklığı, sokak kazıları, asfalt tamiratı, inşaat gürültüsü, toz topraktan kurtulamadık. Bir ömür rahat yüzü görmedik, göstermediler desek yeridir.
Dikey veya yatay bunu komşudan komşuya veya idareden bireye her şekilde düşünüp tartışmak ve yorumlamak mümkündür.
Niye?
Çünkü mesele İNSAN, her şey onda başlıyor onda bitiyor, sütüne, iz'anına, vicdanına kalmış.
Sen kimsin ki?!

***

Kim gelirse gelsin durum değişmiyor... O göreve gelip o koltuklara oturanın kulakları sağır olup çıkıyor. Müdahale yetmiyor, bahaneleri de her daim hazır.
Diller pabuç gibi, laf bol ya da suskunlar duvardan ses geliyor ondan gelmiyor. Kime ne söyleyeceğini bilemiyor şaşıp kalıyorsun.
Kendilerine göre haklılar, çare yok, katlanacaksın!
Ya da ulaşmak, çözmek için mutlaka birini bulacaksın; etkili, yetkili, paralı, nüfuzlu her neyse bir mekanizmayı devreye illaki sokacaksın.
Bir aydır evde yoksun fakat doğalgaz faturası yine değişmiyor, üstelik komşuların üç katı ödeme yapıyorsun. Neden? Sayaç mı yok, göz kararı emsal ölçümleme mi yapılıyor?
Sorun ne, sorun kime?
Yahut şöyle bir şey: Kapının önünde üç tane aracın var, bir araçlık da bana yer olmaz mı bu apartmanın sakini olarak, niye ben her gün park yeri arayıp duruyorum?!
Olmaz, üstelik "ne yapabilirim, nereye koyarsan koy" tavrı cinnetlik Allah göstermesin.

***

Dedim ya insan..
Aslında "üns, ünsiyet" yani "yakınlık, ahbaplık, arkadaşlık, dostluk" anlamına geliyor insanın kelime anlamı.
Fakat muamele tam aksi.. Düşman diyemem ama soğuk, uzak, ilgisiz, isteksiz bir yapı. Niyedir bilemem?!
Tüketici olduk ya hepimiz ondandır diyorum; tükettik bir bir insanlığımızı, inancımızı, geleneğimizi her şeyimizi unuttuk. Eskiden mahalleliydik Allah'tan korkup kuldan utanıyor, kendi kendimize çözüyorduk her sorunumuzu. Tüketici konseylerine komisyonlarına gidiyoruz şimdi hakkımızı aramak için.
Velhasıl önce kendimizi sonra da birbirimizi tüketiyoruz.
Oysa bize vazedilen yerleşik öğreti, temel düstur farklıydı ve bizi insan yapıyordu; bilgiydi, ilgiydi, illaki sevgiydi bizi birbirimize yaklaştıran, dostlukları pekiştiren, aramızda ünsiyet peydah eden..
Ne oldu, nasıl oldu, neyi kaybettik, kimden, neden uzaklaştık?!
Bir daha düşünmeye, tartmaya, yaşamaya mı çalışalım yoksa alışalım mı ne dersin?

gazete

10 Kasım 2016 Perşembe

Filler kazandı

Ahmet TEZCAN

Filler kazandı

10.11.2016

Evet, aylardır merakla izlenen Amerikan seçimleri nihayet sonuçlandı.
Fil amblemli Cumhuriyetçiler iş başına gelirken eşek amblemli Demokratlar seçimi kaybetmiş oldular.
ABD'deki yönetim değişiklikleri dünya için pek fazla bir şey değiştirmiyor.
Bugünden tezi yok gizli servisler Amerikan menfaatlerini yeni başkan Trump'ın önüne koyarlar ve ülkeyi yerleşik SİSTEM yönetmeye başlar. Başkanın hiç etkisi olmaz mı? Muhakkak olur, ağırlıklı olarak usül ve üslup değişir o kadar. Biz mesela; ikili ilişkilerimizde, NATO'da ve bölgemizde Barack Obama'nın 'Hüseyin'liğini değil, hinliğini gördük sadece.
Hüseyin Barack Obama barış adına dünyada neyi değiştirdi ki?
Döktüğü kan Bush'tan daha az değildir.

***

ABD önemli bir ülke; ekonomisi, coğrafyası ve deniz aşırı ilişkileriyle önemli bir ülke.. Dünyanın yüzde 25'ini teşkil ediyor ABD Ekonomisi. (Çin Yüzde 5 bile değil.) Dünya silah pazarındaki payı 33.6 milyar dolar. Dolayısıyla savaşlar dahil, dünyadaki silahlı mücadelenin de önemli bir parçası Amerika.
Bu ülkenin barışa katkısı hiçbir zaman bu oranda yüksek olmadı.

***

Demokratlar EŞEK, Cumhuriyetçiler FİL'dir ama renk hiçbir zaman değişmiyor; Kırmızı-Mavi.. Ve kazanan daima bu renkler olur. Bu renkler ABD bayrağının rengidir, milli simgeleridir.
Tam bir bayrak çılgınıdırlar Amerikalılar ve bu renkleri pek çok objede (külotlarında bile) kullanmaktan kendilerini alamazlar. Resmi araçlarındaki tepe lambaları ve çakarlar da bayraklarından mülhem kırmızı-mavidir. Dikkat ederseniz bizim polislerin ve diğer resmi araçların tepe lambası ve çakarları da kırmızı- mavidir. Amerikalılarla uzun yıllar öyle içli dışlı olduk ki onların milli renklerini, Tİ SESİ gibi milli adetlerini biz de kullanır olduk. Oysa bizim de ay-yıldızlı albayrağımızdan mülhem milli renklerimiz var; KIRMIZI-BEYAZ.. Polis ve diğer resmi araçlarımızın Amerikalıların bayrak rengiyle değil, milli renklerimiz olan kırmızı-beyaz ışıldamaları gerektiğini yazmıştım, İçişleri Bakanlığından farklı bir yorum geldi. Neymiş, kırmızı renk, uyarıcı ve dikkat çekici, mavi ise derin sinyal vericiymiş, dünyanın pek çok ülkesinde de kullanılıyormuş. Kırmızı- Beyazın sinyali zayıf mıdır? O halde maçlarda kırmızı-beyaz denince neden yerlerimizde duramıyor ayağa fırlıyoruz?!

gazete

3 Kasım 2016 Perşembe

YHT ulaşımının kalbi Ankara

Ahmet TEZCAN

YHT ulaşımının kalbi Ankara

3.11.2016

Ankara Yüksek Hızlı Tren Garı artık hizmette, bu muhteşem eser zaman içinde başkent insanları için yeni bir nirengi noktası olacak.
Sadece başkentin mi, yeni gar demiryolu ulaşımında tüm yurdun kalbi olacak.
Böyle bir eserin hayata geçmiş olması karşısında heyecanlanıyorum. Buradan her gün 150 bin kişinin gelip geçeceğini düşününce insanın başı dönüyor. Baş döndürücü olan yalnızca bu değil, 20 Aralık'ta da Avrasya Tüneli de açılacak.
Bu topraklara şu kadarcık dahi muhabbet duyuyorsa, ülkesi adına insanın gurur duymaması mümkün değil. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın dediği gibi bu yatırımlar ilerde çok konuşulacak.
14 ilimizle başkent arasındaki hızlı tren ağlarının buluştuğu nokta burası, yılda 15 milyon kişiye hizmet verileceği hesaplanmış. Gerçekten YHT ulaşımının kalbi olacak YHT Garı.. Sadece yolcu karşılamak ve uğurlamak için değil, sadece bir gar değil, gece gündüz insanların buluştuğu bir mekân özelliği taşıyor ve yeni yaşam alanlarıyla yeni gar artık insanların rahatlıkla vakit geçireceği bir alan..
***
Yeni Gar'da tarifeli seferler başladı.
Standardı yüksek mimarisiyle şehir siluetine farklılık katan YHT Garı'nın Ankaray, Başkentray ve Keçiören metrolarıyla bağlantılı olması da sanırım günlük hayatı kolaylaştıracak ve zaman kaybını önleyecek.
Yeni gar Ankara'nın prestij eserleri arasında yerini alırken; tarihi hatıraları ve dokusuyla mevcut Ankara Garı'nın, yeni konsept içinde korunacak olmasına ayrıca sevindim. Memleketin her köşesinde böyle birçok eserin yok edilmesi veya kaderine bırakılması bizde kişilerin anlayışına terk edildiği için ESKİNİN KORUNDUĞUNU duymak sevindirici oluyor.
"Yap-İşlet-Devret" modeli ile inşa edildi Yeni Gar, 235 milyon dolar yatırım bedeliyle iki yılda da tamamlandı.
Eskiden böyle eserler için 10 yılı gözden çıkarmak gerekiyordu. Başkent siluetindeki bir başka önemli eser olan Kocatepe Camisi için Ankaralılar 30 yıl bekledi ve hâlâ tamamlandığı söylenemez.
***
Yeni garda on binlerce kişiye ve yolcuya hizmet söz konusu.. Üç peron, 6 demiryolu hattıyla aynı anda eski ifadeyle 12 YHT katarı yanaşabilecek. 8 katlı gar binasının kapalı alanı yaklaşık 200 bin metrekare, dolayısıyla yeni gar sadece bir ulaşım istasyonu değil, şehrin orta yerinde yeni bir alışveriş, konaklama, toplantı ve buluşma merkezi özelliği taşıyor.
Oteli, kiralık ofisleriyle ticari hayatın da önemli bir parçası olacak.
Böyle bir yapının şehrin dokusuna uyumu kolay olmaz, en azından yan yollar ve trafik akışı bakımından. Beni en düşündüren araç trafiği ve otoparkıydı.
Toplam 2000 araçlık otopark hizmeti verileceğini öğrendim, sevindim. İnşallah yeterli olur ve işletmesi de zaman içinde sorun oluşturmaz.
Bize düşen; ortaya konan bir eseri takdir hissiyle karşılamaktır. Şüphesiz bunda da Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın katkısı büyüktür. TC Devlet Demiryolları başta olmak üzere bütün emeği geçenleri, Büyükşehir Belediyesi'ni candan kutluyorum.
Ankaralılara ve bütün vatandaşlarımıza da hayırlı olsun dileklerimle ve özenle kullanılmasını bekliyorum.

gazete

27 Ekim 2016 Perşembe

Kazan’ın kahramanlığı

Ahmet TEZCAN

Kazan’ın kahramanlığı

27.10.2016

Kazan ilçemiz tıpkı Maraş gibi RESMEN KAHRAMAN ilan edildi. Hani 31 Ekim 1919 günü "Burası artık Türk memleketi değildir" diyerek özbeöz Türk yurdunu Fransız müstemlekesine dönüştürmeye çalışan Fransız-Ermeni lejyonerlerine karşı "Haydi Millet, bu boyundurukla yaşayamayız.." isyanını başlatan Sütçü İmam'ın kahramanlığı gibidir bu kahramanlık.. O ruh 15 Temmuz'da yeniden ortaya çıkmış ve herkesi meydanlara toplamıştır. Kazan'ın kahramanlığı, aynı zamanda Ankara'nın 'kahramanlığı'dır, vatan, millet, memleket, hürriyet, demokrasi gibi kavramların yaşamsal olarak ne mana ifade ettiğini bilen ve tanklara karşı kendini siper eden her memleket evladının kahramanlığıdır.. Herkes o gün meydanlardaydı; Keçiören, Altındağ, Sincan meydanlardaydı, Kızılcahamam, Nallıhan, Çamlıdere meydanlardaydı. Sadece Ankara mı, bütün yurt ayağa kalktı, herkes sokaktaydı, korku denilen şey sanki bir operasyonla manevi bir el tarafından içlerinden çıkarılmış ve herkes namluların karşısına dikilivermişti. Bu duyguyu tatmayan bilmez.

***

Bu duygunun evveliyatı var. Menderes yaka paça edilip arkadaşlarıyla beraber darağacına gönderilerken susturulanlar o suskunluğu bir türlü hazmedememişlerdi. 12 Eylül'de de insanlar korkutulup yığın yığın zulme maruz bırakıldığında yine susturulmuş korkutulmuştuk. Böyle sustukça sıra sonrakilere geliyordu, nöbet nöbet bu utancı yaşamaya devam edecek miydik? Bu el aynı eldi, dışarıdan içimize uzanıyordu ve işbirlikçilerini de her zaman kolayca buluyordu. 31 Mart ayaklanması, Sultan Aziz'in bileklerini kesenler Abdülhamid Han'a da kast edenlerdi. Bunu biliyorduk, aslında hedef yine Türkiye'ydi.

***

Bu defa 15 Temmuz'da öyle olmadı, kadın çoluk çocuk, 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan tümünün mağdurları ayağa kalktı. O gün barda kafa çekerken "yıkın şunları" diye sarhoş narası atanlar da olmuştur ama küçük bir azınlık olarak, kendi utançlarını belki ayılınca yaşamışlardır. Hem "özgürlük, demokrasi, cumhuriyet" şampiyonu olacaksın ama tanklar sokağa çıkınca da cunta ile iş tutacaksın, bunun izah edilir yanı yoktur. Onları çelişkileri ile başbaşa bırakıyoruz. Evet, sivil direnişin en önemli merkezlerinden biriydi Kazan ve hak ettiği payeyi de aldı. Kahramankazanlıları Belediye Başkanı Lokman Ertürk'ün şahsında kutluyorum ve Kahramanlık teklifini Meclis gündemine getiren Ankara Milletvekili Nevzat Ceylan'ı da kutluyorum. Kahramanlığınız daim olsun.

gazete

13 Ekim 2016 Perşembe

Siren sesleri

Ahmet TEZCAN

Siren sesleri

13.10.2016

Başkent insanları siren seslerine, yanar-döner tepe lambalarına alışıktır. Hemen her dakika bakan, başbakan ya da üst düzey askeri zevat eskortlarıyla geçerler. Tiz bir ambulans sesiyle irkiliriz bazen, cafcaflı çakarlar yetmez, hemen sirene asılırlar, o da yetmez hoparlörden plakaya özel ikazı yapıştırırlar;
DS 90 sağda bekle.. Derhal çekilip, yol vereceksin, istersen verme?!..
Siren yahut sinyal ikazı aldığımızda biliriz ki geçiş önceliği taşıyan araç geçiyordur, gereklidir, geçiş üstünlüğü vardır, acildir vesaire vesaire..

***

İpin ucu iyice kaçmış gibi sanki! Yoksa ben mi yanılıyorum? Yalnız öncelikli araçlar olsa neyse, önüne gelenin, her türden siren ve sinyal aksesuarlarını araçlarında rahatlıkla kullanır olduğu görülüyor. Halbuki bunların kullanımıyla ilgili bir yönetmelik vs. mutlaka vardır.
Dolayısıyla kimin, hangi araca bu aparatı takacağı ve hangi durumda kullanabileceği orada yazılıdır. Partinin diyelim ilçe başkanına, danışmana kadar indiyse bunlar işimiz var! Bir de mesela gece yarısı bu sesli ikaz cihazları rastgele kullanılabilir mi? Bunlar açıkça belirtilmiştir sanırım?! Haksız kullananlara karşı bir cezai müeyyidesi dahi vardır diye düşünürken bu işin ölçüsünün ve de denetiminin kaçmış olduğu gibi bir duyguya kapılıyorum.

***

Geçenlerde kuvvetli bir siren sesi ile irkildim,"bekleme yapma, ilerle" uyarısı da ardısıra geldi. Hayli sert ikazın nereden, hangi araçtan geldiğini anlayamadım.
Sesin geldiği yönde başımı çevirdim ki ön panjuru mavi-kırmızı çakarları altlı üslü patlayıp duran, camları filmli siyah bir araç gördüm ama sivil plakalıydı, silip geçti yanımızdan.. (Çakarlar ABD bayrağı gibi neden mavi-kırmızı o da merak konusu? Mavi yerine beyaz olsa milli rengimiz olur.)Böylesi sert (nezaket dışı) uyarılar, başkentin bulvarlarında harcı âlem olmasın istiyorum. Ben istedim diye değil, yaşlı, hasta, bebek şehirde bir dünya insan yaşıyor. Bir de şu kendine mahsus kask, gözlük, deri eldiven ve yelekli motorcular var, "savaş yıllarından kalmış, film setinden fırlamış gibiler, metropol kovboyları sanki.." sokakları yırtan egzozlarıyla bu motorcuların başkentte sere serpe nasıl dolaşabildiklerine, trafik polisine hiç mi rastlamadıklarına hayret ediyorum! Bugün bütün bunlar İçişleri Bakanı Sn. Soylu'ya arzımdır diyorum, bizden daha duyarlı olduğunu düşünüyor, meseleyi kapatıyorum.

gazete

7 Ekim 2016 Cuma

Lozan diye diye

Ahmet TEZCAN

Lozan diye diye

7.10.2016

Cumhurbaşkanı Erdoğan "Bize Sevr'i gösterdiler Lozan'a ikna ettiler, zafer bu mu?" diye sorunca 93 yıllık anlaşma gündeme bomba gibi düştü. Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Refik Turan'a sordum; "Hocam, bu Lozan bizim için neyi ifade eder?", dedi. "Çok şey.." İzahatı tarih biliminin kıstasları çerçevesinde kaldı. Bir şey daha söyledi: "Lozan Mustafa Kemal'in de içine sinmedi" dedi ve 'kerhen' kabul edildiğini söyledi, ilginçti... Neticede bu konuya kafa patlatmış bir bilim insanıdır Hoca ve tespiti önemlidir.

***

Orijinal söylenişi ile Lozan Muahedesi bizim için gerçekten çok önemli. Bu anlaşma bizim için Kıbrıs'tır, On iki adadır, Musul- Kerkük'tür, Batı Trakya'dır, Patrikhanedir, Ayasofya ve hattâ Hilafettir.
Bütün bunlar bir tarafa İslâm âleminin darmadağın olması ve petrol sömürüsüdür, vesaire vesaire..
Bugün bir savaş hali yaşıyorsak, akın akın mülteciler çoluk çocuk perişanlık yaşıyor kitleler halinde can veriyorlarsa sebebi Lozan'da dayatılanlardır. Geçmiş gitmemiştir, Cumhurbaşkanı boşuna feryad etmiyor, nereye dokunsak halâ canımız yanmaktadır. Nihayet 39 yaşında genç bir adam İsmet İnönü, diğer heyet üyeleri de öyle.. Lord Curzon ve beraberindeki kurt diplomatların entrikalarına kurban olduk.
Büyük Britanya… Dünyanın dört bir tarafında diplomasi yürütmüş İngilizlerin yanı sıra gerçek anlamıyla YEDİ DÜVEL vardı karşımızda.
Türlü oyunlarla nice madrabazlıkların sergilendiği yerdir Lozan…

***

Osmanlı gibi muazzam bir imparatorluğun mirasını yağmalamak üzere sözleşmişler, Türk'ün şahsında İslâm'dan intikam almaya yemin etmişler. Kendisi de Temsil Heyeti Üyesi olan Dr. Rıza Nur, "Türk zaferinin bedeli değildir, eksiktir, noksandır, kusurludur" diyor, hakkı teslim ediyor.
Ankara'ya döndüklerinde Meclisi, Heyeti Murahhasa'ya düşman bulmuşlar. Lozan uğruna cinayet işlendi o Meclis'te, muhalefete öncü olan Ali Şükrü'yü vurdular, sonra vuranı da vurdular. Uzun müzakereler oldu, Mersin Milletvekili Niyazi'nin, Yahya Kemal'in, Ordu Müftüsü Esat Hoca'nın konuşmaları milli duyguları körükledi, yeri geldi vekiller gözyaşı döktüler. Batı Trakya Türklüğünü Yunan zulmüne terk ederken "Türkiye'yi kurduk, kurtardık" diye teselli olabilir miyiz? Neleri kazanabileceğimiz halde kaybettik? Tek nüsha, 143 maddelik Fransızca bir metni imzaladık döndük.
GİZLİ MADDELER de var diyorlar. Bugünkü nesil bunları bilmeli, öğretilmeli onlara ki 15 Temmuz şehitleri rahat uyumalı.

gazete

30 Eylül 2016 Cuma

Ahmet Tezcan : Din, diyanet, medya..

Ahmet TEZCAN

Ahmet Tezcan : Din, diyanet, medya..

30.9.2016

En çok konuşulan, tartışılan hattâ istismar edilen konu olduğu halde Din ve Diyanet'e dair haberler medyada pek yer almaz. Kimi mesafeli, kimi de istismara yöneliktir. Bu yüzden Hac, Ramazan, kandil ile sınırlıdır bizdeki haberler. Asırlardır yaşandığı halde hâlâ her Ramazan "orucu bozan şeylerin" gündem olduğuna; sakızın, diş macununun orucu bozup bozmadığı sorularına şahit oluruz. Metrobüsteki şortlu bayan ile onu tekmelemeye kalkan aynı anlayışın insanları olduğu halde sade Müslüman bundan nasibini alır ve aşağılanır. İstismar edenin dini hayat ve kurumla ilişkili olması bir başka istismarcının ekmeğine yağ sürer. İstismar haberleri sade Müslüman'ın utancı olmakla kalmaz, inanç sistemi sorgulanır adeta… Medya organlarında ilahiyatçı bir uzman bulunmaz, bulunması bile sorun olur zaten ve dolayısıyla medya organları "Cuma namazının kaza edilmesi, Haccın kurbana denk düşmesi" gibi garabetlere düşmekten de kurtulamaz.

***

"Din, Diyanet ve medya" konusu bir inceleme konusu olmuş mudur? Bu konunun düşünenleri mutlaka vardır ama bizim kanaatimiz bu alanda bir boşluğun, ilgisizliğin veya sahipsizliğin olduğudur. Bunu anlamak için Diyanet'e tahsis edilmiş kanalın yayınlarına bakmak bile yeterlidir. Din ve diyanet alanında bunca tartışma konusu varken, Müslümanlar bunca haksızlığa muhatap olurken söz konusu kanalın mesela; "ebru sanatının icrası" benzeri konulara saatlerini tahsis etmesi hayret vericidir.

***

Şimdi şöyle söyleyelim; zamanımızda müftülük gibi bir görevin valilik ve belediye başkanlığından daha az önemli olduğu söylenebilir mi? Öyleyse Diyanet İşleri Başkanlığı makamı neden hasseten yükseltilir ve yüceltilir sormak gerekir?! Aynı değer ve derecede önemliyse bu görev; söz gelimi 81 ilin müftülerinin Başkent toplantısı neden bir partinin, sendikanın ya da bir meslek kuruluşunun başkanlarının toplantısı kadar ilgi ve itibar görmez?

***

Ne yapar bu Diyanet Başkanlığı ya da Vakfı? Hesabı, kitabı, icrası hiç soruşturulur mu? Vakfın bütçesi nedir mesela, nerelere harcanmıştır? Başkanlığa bulaşıp 1000'den fazla elemanını sokabilen FETÖ, Diyanet Vakfı'na nasıl ilgisiz kalmış, bir kişiyi bile sokamamıştır? Daha bir yığın soru var, GENTAŞ'la, KOMAŞ'la, vakfın yurt dışındaki harcamaları, görevlendirmeleri ve başkanlığın yurt dışındaki müşavirleriyle ilgili.. İzmir'i unutmayıp 94 yıl sonra metropolitini alâyıvalâ ile yerine oturtan papazları gördünüz?! Kocatepe'nin kubbesi akıyor, minarelerin aydınlatması söndü, halıları yıkanmıyor! Hepsini soracağız, biz sormazsak Allah soracak...

gazete