21 Ocak 2015 Çarşamba

Web'deki Ankara..

Ahmet TEZCAN

Web'deki Ankara..

22.1.2015

Bunu bir kere daha yaptım mı bilmiyorum. İnternette Fotoğraflarla Türkiye'yi görünce hem şaşırdım hem çok sevindim. Hollandalı bir fotoğrafçı Dünya'dan çektiği sayısız fotoğrafları kurduğu siteye istiflemiş. Türkiye'ye pek çok ilimize geniş yer vermiş. Ankara fotoğraflarına ayrıca sevindim. Biz olsak gezdiğimiz gördüğümüz yerleri hemen Face'de yayınlar onunla sınırlı tutarız. Hollandalı fotoğrafçı Dick Osseman öyle yapmamış. Günlük hayattan, çarşıdan pazardan Ankara'dan tüm ülkeden çekmiş olduğu yüzlerce fotoğrafı http://www. pbase.com/dosseman/ turkce adresinde yayınlamış. Üşenmemiş, Türkçe alt yazıyla da izah etmiş. "Ben Hollandalı bir turistim." dediğine gore Osseman, profesyonel değil, ancak resimler de çarşıda pazarda öylesine çekilmiş resimler değil.

***
Aldığım bir e-posta ile haberdar oldum siteden. Ülkemizin her köşesinden fotoğraflarla süslenmiş, Ankara'dan, Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nden yüzlerce resim.. Belki işinize yarar diye düşündüm. Bazen bir resme "tık" lıyor anında 50-60 resimlik bir başka sayfaya ulaşıyorsunuz. Bir albüm düşünsek bu kadar Ankara resmini toplu halde bulamayız, bulamazsınız. Anlaşılan bu albüm daha da büyüyecek, daha birçok resim yayına hazırlanıyormuş, hep kendi çektiği fotoğraflarmış. Vatandaş zengin siteyi görünce Hollandalı gezgini hemen kendi yöresine davet ediyor ya da resim gönderiyormuş yayın için. Ama sanatçı, illa kendi resimlerine öncelik vermek istiyormuş.

***
Biz Ankaralılar gezmeye meraklıyız fakat bizzat içinde oturduğumuz kente öyle pek meraklı da değiliz. Başkentte herkes kendi memleketini önceler, Kırşehirliler Kırşehirlilerle, Çankırılılar Çankırılılarladır mesela. Neticede hepimiz Ankara'da yaşıyoruz. Ankaralıların bu Hollandalı kadar Başkenti köşe bucak gezdiklerini hiç sanmıyorum. Çoğumuz işçi memur, hafta içinde oturduğumuz semtten pek ayrılamayız, hava müsaade ederse Ankara'da da bir dakika durmaz kaçarız. Kendi şehrine Ankaralılar kadar yabancı bir başka şehir halkı var mı bilmiyorum. Ben 06 plakalı aracıyla yol soran çok Ankara'lıya rastladım, size Ankara'da yer soran bir Ankara'lıya hiç raslamadınız mı? Mevsimin müsaadesini beklemeden Başkenti önce kendimiz gezmeli görmeliyiz. her mevsim güzeldir Başkent. Yalnız Hollanda'ya değil yurt dışındaki tüm tanıdıklara bu müstesna coğrafyanın, köylerimizin, geleneklerin tanıtılması lazım. Bilmediğimiz, görünce hayranlıktan dilimizin tutulduğu öyle memleket köşeleri var ki.. "İnsan gözüyle inanır" derler, madem Ankara turizmde de iddialı o halde görülmeye, gezilmeye değer köşelerimizi tüm dünyaya tanıtmak gerekir. Tanıtmak için de önce tanımak gerekiyor.

gazete

14 Ocak 2015 Çarşamba

Gazeteci bayramı!

Ahmet TEZCAN

Gazeteci bayramı!

15.1.2015

Çalışanların bayramıydı 10 Ocak, geçen hafta kutlandı. Çalışamayanları, çalıştırılmayanları, sırf gazeteci oldukları için dövülenleri, sövülenleri hatta öldürülenleri vardır bu mesleğin.
Geçenlerde Yakup Kadri'nin 'Ankara' romanı gözüme çarptı, raftan indirip yapraklarını karıştırırken bir pusula çıktı içinden... Üç gazetecinin ismi yazılıydı üstünde...
Ahmet Samim, Hasan Fehmi, Zeki Bey... İsimlerinin altında da "ittihatçılar tarafından öldürüldüler" yazılıydı. Kimbilir ne zaman bir yerde rastlayıp kayıt düşmüşüm.
Onların adlarını bizim hürriyet aşıkları(!) hiç anmışlar mıdır acaba? Derin konu, ileride bir gün değiniriz.
***

Bu mesleğin sokağını hiç tanımadan, yıllarca sipariş manşetlere kurulup isim yapmış olanlar var. Bir gün ansızın, hudayinabit gibi, gelip temsilci, köşe yazarı olanlar...
Ben onlara 'oturan gazeteciler' diyorum.
Bir koltuğa kurulurlar ve hep buyururlar...
Aslında 10 Ocak'ı onlar kutlamamalılar!
Çalışan gazetecilerinse çoğu kendi bayramlarını kutlayamadı...
Ben onların, bu mesleğe gönül vermiş gerçek gazetecilerin bayramını gecikmeli de olsa kutlamak istedim, çalışma şevkleri ve enerjileri hiç tükenmesin.
***

70'li yılların başına kadar gider benim mesleğe dahil oluşum. Kaşeli muhabir olarak Tercüman'da kendi ismimi ilk gördüğüm gün bu mesleğe gönüllü yazılmıştım.
Yıllarca ekmek teknem, rızık kapım oldu.
Oysa hobi gibi başlamıştım. Türkçe öğretmenliği için yüksek öğrenime başladığım tarih 'musahhih' kadrosunda muhabirliğe de başladığım tarihtir.
Gazetecilik mi beni, ben mi onu buldum bilmiyorum. Rahmetli babama bile anlatamamıştım; "Ne gazeteciliği oğlum?" diyordu, "adam gibi" okuyup öğretmen olmamı istiyordu. Koltuğumun altında çarşı- pazar gazete satacağımı zannediyorlardı.
Aslında bu işe beni kendileri bulaştırdılar.
Siyasete duyarlıydılar, bizim dükkan da o yıllarda Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi başkanlığıydı. 9-10 yaşlarında partinin "Kudret" adlı gazetesini postadan ben alıyor, paketi ben açıyor, dağıtım ve satışını da ben yapıyordum. Hepsi 5-10 gazeteydi ama hâsılat benimdi. 25 kuruşluk gazeteyi "başlıklara bakalım" diye 10-15 kuruşa alıp iade eden müşterilerim de vardı.
***

Reklamına kadar kendim de gazetenin okuyucusuydum. Bazı haberlerin üzerine kendi elimle "Ahmet Tezcan" yazdığımı hatırlıyorum, çocukluk hevesi işte halâ sürüyor!..
Sarı Basın Kartı'na kavuşmam yıllar sonra oldu. Beyanname isteyince Rahmetli Muhasip Mustafa amca yüzüme şöyle bir bakmış, "Vereyim mi?" diye patrona da seslenmişti. Basın kartı, çalışanın hakkı görülmüyor, bundan patronun aile bireyleri yararlanıyordu.
Muhabirdik ama gazetecinin adı yoktu, görünen hep onlardı. Bazen isim koyardım haberin üzerine, prova baskıda kaldırılırdı.
Bugün de bu mesleğin ciddi sorunları var, bilhassa siyasi irade ile münasebet bakımından. Herkes bu konumla meslek çizgisini belirliyor. Halbuki asıl olan kamu duyarlılığıdır.

gazete

7 Ocak 2015 Çarşamba

'Karakış'mış, neden?

Ahmet TEZCAN

'Karakış'mış, neden?

08.01.2015
Siz de öyle misiniz bilmem, ben ne zaman karlı bir güne uyansam çocukluğumu hatırlarım. Bu soğuk kış günleri aile büyüklerini endişelendirir muhakkak.. Ya çocukları? Kar demek, çocuklar için oyun demek.. Kartopu, kardan adamsız kış olur mu? Eğimli bir sokak bizim için kayak merkeziydi, kaydırağını alan koşardı. Dam boyu kar yığınlarında mahallenin bütün kopilleriyle gün boyu oynardık. Ta ki bir büyüğümüz ensemizden yakalayana kadar. Damı, kürenmiş karları nasıl anlatırsınız şimdiki nesle? Bizler dede-torun üç nesil bir arada yaşadık, evlerimiz, oyunlarımız, çocukluğumuz bir başkaydı. Kendi oyuncağımızı kendimiz yapar kardan kıştan keyif alırdık. GDO, hormon ne gezer, yiyip içtiklerimiz de yaşantımız gibi doğaldı. Evlerimiz düz damlı kürenen karlar oyun alanımızdı. Kar yığınlarını eskimo evleri gibi oyar, bir de mum yakardık. Masalsıydı bizim çocukluğumuz.
***

Ya büyükler onlar da bir başka masalsı iklimin insanlarıydılar. Takvimleri de öyle.. Koca seneyi "Kasım ve Hızır" diye ikiye bölerlerdi. Babaannemin kışı 8 Kasım'da başlar, 6 Mayıs'ta Hıdırellez`le biter yaza girerdik. Kasımın 46 sı, "erbain" di, kırk gün yani.. 86`sında da elli günlük "hamsin" girerdi. Kara kış bu 90 günlük sürede yaşanırdı. Kasım ortalanır yüz gün tamamlanınca soğuğun hükmü geçerdi, yaz yazlığını kış kışlığını bilirdi. Babaannemin takvime göre bugün Kasım'ın 62'si, Kameri aya göre 17 Rebiülevvel 1436, Rumi 26 Kanunievvel 1430, karakışın içindeyiz yani.. 1925 Aralık ayına kadar ecdat bu tabirlerle ömür sürdü, sonra yeni takvime geçtik, gençlere kulak dolgunluğu olsun..
***

Peki neye göre KARA KIŞ?! Bembeyaz mevsime "kara kış" nitelemesi niyedir? Bunu hep düşünmüşümdür. Aslında bu "kara kış" kalorifer sıcağında, lapa lapa karı seyreden, ekmeği, damacanayla suyu kapıya kadar getirilen biz şehir insanları için değil elbet. Kışa yazdan hazırlananlar içindi o niteleme. Onlar her ihtiyacını kendi üretir, dolayısıyla bir mevsim evinde barınabilirdi. Bizler Ankara'da, çoğu aylıklı çalışan insanlarız, evden işe, işten eve durumunda.. Bir kere markete uğramasak aç kalırız. Mutfakta bir masa, emre amade bir anne, kim gelir karnını doyurup odasına çekilir. Ortak sofralar bitti artık. Karı-koca çalışanların ise vay haline, sıcak çorbaya hasrettirler.. Onların ne yazı çekilir ne de kışı.. "Kadına çalışma hakkı, İşgücüne katılım, pozitif ayırım.." gibi laflarla kadını evden, kocadan kopardık, hanımsız kaldı evler, çocuklar da annesiz.. Anne işe çocuklar kreşe durumu.. Öksüz-yetim sayarım şehir çocuklarını, her sabah ağıtları sitelerde, apartman boşluklarında yankılanır ve yürekler paralanır çığlıklarından. Babanne, dede zaten yok, "bakıcı kadınlar" elinde hırpalanmış ruhları, hiç bir oyuncakla avunmuyor. Hayvanları AVM'lerde, pet-shoplarda tanıyorlar. Bu yüzden köy hayatına yeniden imrenir olduk. Şehirlerde yaşasak da aklımız, ruhumuz köyde, devasa sitelerde zorunlu bir aradayız sanki! Sizce de öyle değil mi? Bir fırsat hava uygun olduğu an, neden kırlara kaçıyoruz o zaman? En son ne zaman bir komşuyla kar pikniği yaptınız düşünsenize?


gazete

31 Aralık 2014 Çarşamba

2015 Işık Yılı'ymış Allah muhafaza!..

Ahmet TEZCAN

2015 Işık Yılı'ymış Allah muhafaza!..

1.1.2015

Birleşmiş Milletler'in eğitim, bilim ve kültür örgütü UNESCO, 2011'i Uluslararası Evliya Çelebi Yılı, 2012'yi Itrî Yılı ilan etmişti.
Ünlü haritası dolayısıyla Piri Reis'e 2013'ü hasreden örgütün, son saatlerini yaşadığımız 2014'e yine bir Türk büyüğünün, Gaspıralı İsmail Bey'in adını verdiğini bilmem hatırlayanımız var mı?
Tüm dünya Müslümanlar'ı için "Dilde, fikirde ve iş'te birlik" doktrinini kuran ve savunan ünlü Türk düşünürü İsmail Bey'in Gaspıra'sı Kırım'dadır ve 2014 Kırım için kâbus olmuştur.
***

UNESCO, on yılları da kümeleyip çeşitli konulara hasrediyor. Mesela 2013-2022 Uluslararası Kültürel Yakınlaşma On Yılı... Ama yakınlaşma hak getire, aksine kuvvetleniyor. UNESCO'yu yöneten BM, yani Birleşmiş Milletler teşkilatıdır ve BM'nin dünyada hiçbir savaşı durdurabildiği görülmemiştir. Almanya'daki göçmen karşıtı, İslâm düşmanı PEGİDA hareketi Avrupa'ya yayılma istidadı gösteriyor. İsveç'te 4 günde 2 camiyi kundakladılar. İsviçre'de İslâm'dan nefret edenler Facebook'ta camilerin yakılması çağrısı yapıyorlar. (Schweiz am Sontag) UNESCO kararının aksine TEHLİ-
KELİ
bir yakınlaşma söz konusu?! 67. Genel Kurul'da güya "Barış için kültürler ve dinler arası diyalog, anlayış ve işbirliği" hedeflenmişti.
Dazlakların PEGİDA çılgınlığı ile aynı anda başlamış oldu bu ON YIL...
***
Perşembeyi çarşambadan kestirmek diye bir deyim var. UNESCO'nun 2005'te başlattığı ve 2014'le bugün sona eren ON YIL'ın konusu neydi biliyor musunuz?
İkinci Uluslararası Dünya Yerli Halklar On Yılı... Peki, Asya'dan Afrika'ya milyonlara varan yerli halkların birbirini bu kadar doğradığı, kızların kaçırılıp meçhul akıbetlere uğratıldığı bir başka on yıl gösterebilir misiniz? Myanmar'da Budistler MÜSLÜMAN KATLİAMI'nı sürdürüyor, Tayland'da kitlesel işkencelerle devam ediyor İslam düşmanlığı. Afrika El Şabab ve Boco Haram örgütlerine teslim ve...
Hür dünya elini kolunu bağlamış oturuyor.
Hayır, oturmuyorlar, -yanlış anlaşılmasın UNESCO değil,- bütün bunları onlar tezgâhlıyor. Bakın Türkiye tezgâhı tutmayınca Bağdat'ı, Şam'ı, Kahire ve Trablus'u ateşe veren de onlar.
***

Şimdi sıkı durun dostlar...
Yılın son saatlerini yaşarken 2015'in yine UNESCO tarafından ne yılı ilan edildiğini bilin bakalım? 2015 ULUSLARARASI IŞIK YILI!.. Evet, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 68. oturumunda 2015 yılını Uluslararası Işık ve Işık Temelli Teknolojiler Yılı (IYL-UIY 2015) olarak ilan etti, sponsor 35 ülke arasında Türkiye de var.
Başınızı ellerinizin arasına alıp 2015'i de -ağzımdan yel alsın- dehşetengiz bir Siber Savaş'ın beklediği tahminiyle "Eyvaah!" dediğinizi duyar gibiyim. 2015 Sidney'den yola çıkmadan Kuzey Kore'nin Sony atağı ABD'den karşılık buldu. K. Kore'nin interneti kesildi, 3G'den de oldu. Büyük lider Kim durur mu? Obama'ya "Maymun" diyerek Beyaz Saray'ı patlatacağını, 1800 kişilik hacker ordusu kurduğunu duyurdu.
İşte size 2015 Işık Yılı, hayırlı olsun, Allah bugünlerimizi aratmasın.
Bu köşede şimdiye dek ağırlık Ankara olmak üzere hemen her konuya değindik, yazdıklarımızı toplasaydık 55 sayfalık bir kitap olurdu. DUR diyen yok, haftaya kaldığımız yerden devam edeceğiz.

gazete

24 Aralık 2014 Çarşamba

95 yıl önce

Ahmet TEZCAN

95 yıl önce

25.12.2014

Bu Cumartesi Atatürk'ün Ankara'ya gelişinin 95. Yıldönümü. Neredeyse tam bir asır... Bu süre içinde Ankara neler yaşadı neler?! Ancak bu son yüzyılın tarihe tam olarak yansıdığını söylemek ise çok zor... Bakın 95. Yıl etkinlikleri yine "Atatürk şuradan şehre girdi, şöyle karşılandı, böyle dedi" ile kalacak ve ondan ötesine geçilemeyecek. Madem "Yeni Türkiye" diyoruz, yeni şeylerin söylenmesi lazım. Gazi'nin Ankara Hayatı bütün ayrıntılarıyla bilinmeli. Bundan neden kaçınılıyor, arşivler araştırmacılara tam olarak neden açılmıyor? Atatürk'ün vasiyetinin kamuoyuna açıklanması için 100. Yıl mı bekleniyor?
***

Ankara'nın tarihi İstanbul'dan eski belki ama Ankara'nın Ankara olması Mustafa Kemal ile oldu muhakkak. Şehircilik anlamında bilhassa Atatürk'e çok şey borçluyuz. Bir ara Kayseri ve Konya başkent için düşünüldü ama O, Ankara kararında direndi. Ankara'nın yeni mücadelede "power switch" yani Anadolu'nun yeni "güç anahtarı" olacağını biliyordu. Öyle de oldu; Samsun'dan başlatılan yeni mücadelede Ankara, Modern Türkiye'nin kuruluşunda önemli rol aldı.
***

Ankara ve Atatürk ilişkisinde de yeni şeyler söylemenin zamanı gelmiştir. Bu noktada en önemli görev üniversitelerimize düşmektedir. Vakıf üniversiteleri dahil 20 üniversitemiz Başkent'te eğitim öğretim hizmeti veriyor, Ankara bu açıdan da önemli bir üs, üniversite gençliğiyle şehir adeta bir kampus... Peki, bu üniversitelerimiz Ankara'ya ne veriyor? Üniversitenin görevi yalnızca eğitimöğretim hizmeti vermek midir? Eski ezberlerin terk edilerek Başkent Ankara'yı, Mustafa Kemal'in Ankara'sını yeniden yorumlayıp Yeni Ankara'ya yeni ufukların açılması gerekmektedir. Cumhuriyet'in bütün simaları, yaşadıkları yerler, Başkent'in imarı, Ankara'da görev yapan diplomatlar, onların Ankara hatıraları daha nice konular araştırmacıları bekliyor. Arşivlerin tozlu rafları kim bilir neler saklıyor?!.
***

Bu defa ve her defa bu törenler belediye, garnizon komutanlığı heyetleri ile seğmenlerin Anıtkabir ziyareti ve Aslanlı Yol yürüyüşleriyle sınırlı kalmaktan, anı defterleri "Önderliğinizde... direktiflerinizle... ilkeleriniz doğrultusunda..." basmakalıp cümleleriyle doldurulmaktansa yeni şeylere yeni arayışlara yönelmelidir. Benim de üyesi bulunduğum Başkent Ankara Meclisi bu anlayışı değiştirme çabasıyla, Kültür Bakanlığı, Valilik ve Güzel Sanatlar işbirliğiyle bir etkinliğe imza atıyor. 27 Aralık Cumartesi günü saat 19.30'da Gençlik Parkı Tiyatro Salonu'nda sanatçılarımız bir konser verecek, seğmenlerimiz de geceyi renklendirecekler. Başkan Nevzat Ceylan tüm Başkentliler' in eş-dost ve çocuklarıyla bu özel geceye davetli olduklarını bildirdi.

gazete

17 Aralık 2014 Çarşamba

Ölümü kutlamak...

Ahmet TEZCAN

Ölümü kutlamak...

18.12.2014

Bir süredir Konya'da O'nun "düğün günü"ne katılamıyorum, ama o düğünde kimin "gerdeğe" girmiş olduğunu biliyorum. Neden mi söz ediyorum?! 741'incisi gerçekleştirilen ihtifaller için Hz. Mevlâna "Şeb-i Arus" yani "düğün günü" benzetmesi yaparken; düğüne herkes gider de diyordu gerdeğe bir kişi girer... Ölüm gününü kutlayan, kutlanan yer yüzündeki tek kişidir, ER kişidir Mevlâna... Aşıkların Pîr'i bu sözlerle insanlara bir şey anlatmaya çabalamaktadır ve bunu en iyi bildiğimizi sandığımız metafor üzerinden yapmaktadır. Düğünlü, gerdekli anlatım da bu cümledendir. İnsanoğlunun en çok meşgul olduğu, titizlik gösterdiği ve gelenek geliştirdiği alandır düğün, düğünümüz miladımız olur çoğu zaman.
***

Şebi Arus törenleri günümüzde devlet ve siyaset adamlarının -nedense- mutlaka bir konuşma irad etmeyi arzu ettikleri bir gün olmanın ötesinde; Mesnevî, Mevlevî iklimine uygun ortamın oluşturulabildiği bir gün de değildir ayrıca. Aslında 17 Aralık, muayede yani bayramlaşma günüdür, kandil gibi özel günlere raslayan günlerde Mevlevîler, özel ihtifaller yaparlardı ve o günün "semâ"sı da, törende geçilen ayin-şerif de diğer günlerden farklı olurdu. Bir ibadetti onların icra ettikleri... Esas anlamıyla 17 Aralık bir bakıma, Hristiyan'ı, Musevi'si, Müslüman'ı tüm semavi din mensuplarının, tüm insanların aynı cenaze(!) için buluştukları günün tarihidir. Dini, dili, mezhebi, meşrebi farklı birçok insan o gün O'nun öldüğünü sanarak aynı mevtaya(!) ağlayıp gözyaşı dökmüşlerdir. (Kur'an, onlara "ölü" demekten bizi men ettiğinden ünlemli cümleler kuruyorum.) Hz. Mevlâna ölümü, uykudaki insanın yatakta sağına soluna dönmesi gibi değerlendiriyor. İşte, sağ omuz üstünde uyurken (dünyadasın) öldün döndün sol omuz üstüne, göçtün öteki dünyaya, böyle bir şey. Bedeninden kurtulup sevgiliye kavuşmayı da onun için düğün kabul ediyor ve kutlanmasını istiyor, ölüyü sevip diriye düşman olmamak gerektiğini de yine o söylüyor. 30 Eylül de Hz. Pîr'in doğum tarihidir ama -işin içinde olanlar hariç- kutlayanı var mıdır bilmiyorum?!
***

O'nun ruh dünyası, sekiz asır geçmiş olmasına rağmen hep diri ve taze... En meşhur eseri Mesnevî'si, Divan-ı Kebir'i, sohbetlerinden derlenmiş "Fîhi mâ-fîh" ve ayrıca "Mecalis-i Seb'a" ve "Mektubat" adlı eserleri O'nun zengin ruh dünyasının yansımalarıdır ve insanlığın da derdine devadır. Çünkü bu eserlerin odağındaki varlık insandır, imandır, inançtır ve onu yücelten değerlerdir. Ve son söz Mesnevi'den... "Nice Hindu ve Türk vardır ayrı dili konuşur aynı şeyi söyler... Ama nice Türk vardır aynı dili konuştukları halde aynı şeyi söylemezler." Gönül birliği olmazsa bir şey olmaz, bizim bugün Hz. Mevlâna'dan çıkaracağımız ders budur diyorum, AŞK ile Hazret'i Huu diyerek selamlıyorum.

gazete

15 Aralık 2014 Pazartesi

Çok yaşa SABAH Ankara

Ahmet TEZCAN

Çok yaşa SABAH Ankara

16.12.2014

Arkaya dönüp bakınca anlıyorsunuz ne kadar mesafe kat ettiğinizi.
Şu gazetede diyorum; İşte tamı tamına 8 yıl olmuş yazmaya başlayalı, istikrarla...
8 koca yıldır SABAH Ankara'dayız. Her şeyi yazıyoruz, karşılık da buluyoruz.
Önceki yıllarda, neredeyse her gün Başkent'in gününü güncelini kovalıyorduk.
Şimdi de öyle, tecrübeli gazeteci Osman Altınışık yönetiminde, Aslı Uyur Öztürk ve ekibiyle her gün Başkent'in gözü, kulağı, dili olmaya devam ediyor.
Sabah Ankara ile Başkent'te bir "İLK" başarıldı.
Her şeyde, her işte İLK olmak önemlidir, bir öngörüyü ifade eder.
Öteki gazeteler birer Ankara sayfası ile yetinirken SABAH Ankara dolu dolu koca bir ek, adeta başlı başına bir gazete ile Başkent'in nabzını tutuyordu.
2005'e veda ederken Başkent'e merhaba diyen SABAH Ankara elimize doğdu adeta... Haftasında biz de başlamıştık zaten yazmaya, halen de devam ediyoruz ilk günün heyecanıyla...
SABAH Ankara, Yeni Türkiye'nin lokomotifidir.
Ve 10'uncu yaş gününde tüm kadroyu kutluyor
SABAH Ankara'ya nice yıllar diliyorum.
Çok yaşa SABAH Ankara..

gazete

10 Aralık 2014 Çarşamba

Osmanlıca olmaz 'Turkche' olsun!

Ahmet TEZCAN

Osmanlıca olmaz 'Turkche' olsun!

11.12.2014

Bana bir radyo ver, eme içinde Necip Aşkın olmasın... 1930'lu yıllardı, radyo satın almak için Ankara'da Vehbi Koç'un yeni açılan mağazasına giden vatandaşlar böyle diyorlardı. Radyolardan Türk müziği yayınları tümden kaldırılmış ve yalnızca Batı müziği çalınmaya başlanmıştı. Necip Aşkın da o yıllarda Ankara radyosunda batı müziği sanatçısıydı. Yasak talimatının İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Basın Yayın Genel Müdürü Vedat Nedim Tör'den gittiği söylenir. Türkü şarkı yasaklanmış, harf inkılabı gibi musıki inkılabı da yoldadır. 8 ay kadar sürer yasak ama yapacağını da yapar. Vatandaşın Arap musikisine fazlaca yönelmesinin sebebi olarak da bu yasak gösterilir.

***
Sözü musikiden açtık ama Osmanlıca'ya getireceğiz. Ülkemizdeki düzenin, yaygın bir kültür devrimi aracılığıyla ve işe "sıfır" noktasından girişilerek kurulmaya çalışıldığı herkesin malumu. Alfabe değişikliği bu açıdan büyük önem taşıyor. O günün şartları içinde okuma yazma oranı da oldukça düşük. Gerekçe olarak Arap alfabesinin zorluğu gösterilir, o halde bu zorluk derhal aşılmalıdır! Meselenin arka planına zum yapan yok. Balkanlar'ı iki yılda terk etmişiz. Kafkaslardan Yemen'e kadar 7 cephede, beş yılda beş milyon insan kaybeden ne başka bir devlet, ne başka bir millet gösterilebilir. Bütün okumuş yazmışlarımız da bu kayıplara dâhildir. Vatan sınırı mülk sınırı olmuş, tek ferdin dahi kaybına milletin artık tahammülü kalmamıştır. "Millet cahildi" demek kolay!

***
Benim mesleğe başladığım yıllarda çalıştığım gazetenin eski hurufat kasaları bir köşeye yığılı, toz toprak içinde yıllarca bekletildi. O eskimez alfabenin kurşun harfleri sonunda dizgi makinesinin potalarına atılarak eritildi yüreğimle beraber. Biz o harflerle çok büyük ve yüce bir medeniyet kurmuştuk oysa.. Başbakan Ahmet Davutoğlu, hazır gelmişken İngiliz mevkidaşına Londra Ticaret Odası'nda bir zamanlar "Türklerle alışveriş et, yanılmazsın" yazısını hatırlatmalıydı. Hollandalılar da Türklerle iş yapan ticaret odası üyesine çift oy hakkı tanıyordu bir dönem. Macaristan Cumhurbaşkanı Pal Schmitt; "150 yıl Türkler tarafından yönetilmemiz bir bir şans..." diye boşuna söylemiyor. Rus baskısına dayanamayıp ABD'nin Utah bölgesine göç eden Normanların "Tanrımız, Osmanlı'nın gücünü artır ki gelip bizi kurtarsınlar" duası ise kilise defterinde kayıtlı. Böyle yüzlerce örnek verilebilir, ESKİ denilen harflerle muhteşem bir medeniyet kurmuştuk, kökümüzden koparıldık!..(Gök Han Çayırlı'nın, Sokak Kitapları'ndan çıkan YİTİK HAZİNE'sini hemen okumalısınız.)

***
Şimdi yolsuzluk sıralamasında yükseldiğimizi yazanlar, Osmanlıca'ya da karşı çıkanlar. Meseleye yalnızca kültür ve maneviyat açısından da bakmamak gerekir. Aslında olay neydi biliyor musunuz? Bakın söyleyeyim: Dünyanın yüzde 70 petrol ihtiyacı Arap ve Fars coğrafyasından karşılanmaktadır ve bizim petrol bölgelerindeki ülkelerin kullandığı alfabeyle tüm ilişkilerimizin kesilmesi gerekmekteydi! Alfabeyle değil, o coğrafyayla bağımız koparılmak istendi. Tüm varlığımızla adeta Yunanlaştırılmalı ve yönümüzü sadece Batı'ya dönmeliydik. Bunu kendileri söylüyorlar.

gazete

3 Aralık 2014 Çarşamba

Devlet geleneği

Ahmet TEZCAN

Devlet geleneği

4.12.2014

Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı'nın Beştepe'deki sarayında düzenlenen törenini ekrandan izlerken bunları düşündüm. Türkler tarih sahnesinde aşağı yukarı 3 bin yıldır var. Kurduğumuz devlet sayısı da bilindiği üzere 16 filan da değil, isim isim sayıları 112'yi, kimi kaynaklara göre de180'yi buluyor. 'Bu kadar yıldız sığmaz' diye herhalde Cumhurbaşkanlığı forsunu 16 yıldızla sınırlamış olmalılar! Ya da sadece imparatorlukları aldılar kim bilir? İlk büyük Türk devleti olarak Hun İmparatorluğu, Japon Denizi'nden Hazar Denizi'ne kadar olan coğrafyada 436 yıl hükümran olmuş. Cihanşümûl (yani evrensel) son Türk Devleti-ki adı Osmanlı İmparatorluğu da olsa-36 Hükümdarıyla 641 yıl üç kıtada hâkimiyet kurmuş bir Türk Devleti olarak tarihe adını yazdırmış.

***
Yaklaşık bir asırdır böylesi büyüklükleri düşünemez olduk. Bu millete bir şey oldu, "Biz yapamayız, bizden çıkmaz" kompleksine düştük, zihnimize, zekamıza, -kelime manasıyla söylüyorum- marifetimize bizzat hakarette bir beis görmez olduk, hayret! Ferden ferda hayranlıklarla ifade edilen harikuladeliklerimizi tevazuyla takdim eden büyük millet, maalesef bu derekelere düşürüldü. Ve o imparatorluğun içinden çıkardığımız Cumhuriyet Türkiye'mizin, bu süre içinde çok köklü devlet gelenekleri oluşmuştur. Bu geleneklerin yeniden devlet protokolüne yansıtılması gerekir, ama zamanla ve yeri geldikçe. Aksi halde kendi içimizde hemen yersiz tartışma ve çatışmalara düşüyor, zamanı bunlarla heba ediyoruz.

***
Osmanlı'da "cuma selamlığı", "cülus merasimi", "kılıç alayı" gibi dünyanın hayranlık duyduğu muhteşem protokoller yaşanırdı. Padişahlar Eyüp Sultan'da kılıç kuşanır, arz odasında cülus tebrikleri kabul edilirdi. Saray kapısı "babüssaade" idi, "devletinle bin yaşa" veya "mağrur olma" diye haykırılarak hükümdarlar bizzat vatandaşları tarafından yüzüne karşı uyarılırdı. Bunlar yalnızca "hükümdarın şanından ileri gelen gelenekler" olmasa gerek! Asırlar içinde oluşmuş DEVLET gelenekleridir. Bugün bu makam 21 pare top atışı ile selamlansa da sırf ideolojik sebeplerle hak ettiği itibarı maalasef görmüyor. Devletin, milletin ve vatandaşların en onursal makamıdır burası, konuşurken, eleştirirken cümlelerin dikkatli kurulması gerekir. Devletle siyasetin ayırt edilmesi lazım, siyaseten karşı çıksan da devletine sahip çıkacaksın.

***
Eskiden büyük törenlerin halk tarafından izlenmesine müsaade edilir dilek ve ricalar da bu arada toplanırmış. Yabancı temsilciler de davet edilip ihtişamın diğer başkentlerde de konuşturulduğunu biliyoruz. Şimdi de diyorum inşallah imkân ve kabiliyetlerimiz her alanda büyüyor, güçleniyor ve yükselme yolunda hızla ilerliyor. Türkiye'miz imparatorluk olmayacak ama 780 kilometrekarede bu muhteşem coğrafyanın en etkin devleti olacak, buna inanıyor güveniyor ve bekliyoruz. Dünkü konuşmalardan çıkardığım sonuçtur bu.

gazete

26 Kasım 2014 Çarşamba

Ankara enerjisi

Ahmet TEZCAN

Ankara enerjisi

27.11.2014

Haftaya çok enerjik başladık, Enerji Kongresi ve Fuarı vardı bu hafta Başkent'te. Sektörün önemli aktörleri Ankara'daydı. Ankara, enerjinin temsilcilerini ağırlarken; iyi ki bu salonlar yapılmış dedim ATO salonlarına bakarak... Çevredeki beş yıldızlı otellere de bakıp gururlandım. Şimdi "Neden adı Congresium?" veya "AOÇ arazisi otellere peşkeş çekiliyor" filan demenin zamanı değil. Çok değil bundan 10-15 sene önce bu çapta etkinliklerin yapılabilirliği salon yoktu koskoca Başkent'te... İnsanlar bir program tasarlarken önce mekan telaşına kapılıyor, "nerede yapacağız, onca misafiri nerede ağırlayacağız" diye stres yaşıyorlardı, sonra da ya çap küçültüyor veya vazgeçiyorlardı... Devlet erkanı dahi yabancı devlet ricaline rahat davet çıkaramıyordu, "ağırlama" işini ağırdan alıyordu bu yüzden. Bunu şimdi bilhassa Cumhurbaşkanlığı Sarayına laf edenlere söylüyorum. AOÇ arazisini-tabirimi bağışlayın- en fazla tırtıklayan Milli Savunma olmuş, toplu konut kooperatifleri için AOÇ arazisinden arsa tahsisi bile yapılmış... O zaman neredeydiniz diye sormak lazım.
***

Neyse şimdi konumuz enerji. Enerji Bakanı Taner Yıldız'ın dediği gibi ne ağaçtan vazgeçeriz ne santralden, bir denge tutturmak durumundayız. Konforla otomobil koltuğuna kurulup gaza basarken yahut bütün ışıkları açıp göz kamaştıracak şekilde ortamı aydınlatırken enerji konusunu düşünmek durumundayız. Başkent'in uluslararası nitelikteki Enerji Kongresi birçok bakımdan yararlı oldu. Organizasyonun Ankara'da olması pek çok avantaj sağladı. Bürokrasinin üst düzey yetkilileri ve pek çok büyük enerji şirketi fuarda buluşma imkanı buldu. Bu güzel ülkenin çevresindeki bütün karışıklıklar ve kavgalar toprak yüzünden, toprak değil, asıl toprağın altında yeryüzüne çıkarılmayı bekleyen enerji nedeniyledir. Enerjinin sağladığı konfor kanla kazanılıyor maalesef. Türkiye ise kabarık enerji faturası yüzünden bin bir sıkıntıya duçar oluyor. Dünyanın yüzde 70 enerji ihtiyacı bizim mahalleden sağlanırken, Türkiye bu enerji akışına terminal olmak zorunda. Enerji sorununu bu yolla aşmalıdır ve aşacaktır inşallah. Dolayısıyla bu tür kongre ve fuarların gerçekleşmesi ve dünya devlerinin buna ilgi duyması çok önemli. Sektörün en önemli kurumları ve büyük ölçekte birçok inşaat ve enerji firmalarının yönetim merkezlerinin Ankara'da olması, etkinliğin Başkent'te yapılmasını zorunlu kılmış olmalı. İki gün boyunca binlerce delege bu etkinlikte buluşmuş oldu.
***

Bir şey daha oldu. Ankaramız üniversiteler şehri aynı zamanda, benim bildiğim 20 üniversitesi var Başkent'in. Enerji kongresiyle ilgili olan üniversitelerden ODTÜ başta olmak üzere Atılım, Batman, Erciyes, İstanbul Teknik ve Recep Tayyip Erdoğan Üniversiteleri de bu kongrede "Petrol ve Doğal Gaz" konusunda bilgilerini yarıştırdılar. Yarışma sonunda en yüksek puanı Orta Doğu Teknik Üniversitesi Petrol ve Doğal Gaz Mühendisliği Bölümü takımı alarak birinci oldu. Bölüm Başkanı Prof. Dr. Mahmut Parlaktuna da öğrencileriyle gurur duydu. ODTÜ'yü sadece ağaç kesmesiyle değil, başarılarıyla da anacağız...Çürük ağaçların devrilip insanların ölümüne yol açtığı bir memlekette yaşadığımızı unutmadan.

gazete

21 Kasım 2014 Cuma

Hasbıhal

Ahmet TEZCAN

Hasbıhal

22.11.2014

Anne-baba çocuk ilişkileri daima sorunludur.
Belli bir dönem de olsa çocukların istenmeyen davranışlar içinde bulunmaları ebeveynler için endişe kaynağıdır ve sürekli şikayet konusudur. Kısaca "kuşak çatışması" olarak ifade edilen anlaşmazlıkların sosyal, kültürel hâtta cinsel bir yığın izahı yapılmaktadır. Çocuk eğitiminde taa bebeklikten başlayarak onların bütün taleplerine hep karşı çıkmak yahut onların her istediğine olumlu karşılık vermek çok önemli.
Öncelikle bunu bilmek gerekiyor.
***
Kurduğumuz kent hayatı içinde çocuklar tümüyle kontrol altında değiller. Her daim birlikte olanların da renkli oyun hamuru gibi onlarla oynadıklarını görüyoruz şuursuzca. Sonucun nereye varacağı hiç hesaplanmıyor. İnanç, milli ruh, kültür, gelenek gibi eğitimin temel belirleyicileri bugün ikinci planda maalesef...
"ELE-GÜNE KARŞI" durum nedeniyle GÖRSELLİK daha ağır basıyor.
Halbuki biz "içsel, işitsel" bir medeniyetin çocuklarıydık, onun için temel eğitimimiz "OKU"mayı emrediyordu.
Batının yeniden keşfedip BEST-SELLER yaptığı Hz Mevlâna'nın 26 bin beyitlik Mesnevisi'nin "Bişnev" yani DİNLE diye başlaması da bundandı.
Çünkü insanı sadece okumak ve dinlemek değiştiriyor, geliştiriyor, yükseltip yüceltiyor, yeme-içme, giyinme, gezmeyle değil... Gezdiklerimizi gördüklerimizi anlatmaktan da büyük zevk duyarız. Nasıl bir duygu uyandırdığını düşünmeyiz.
Görsellik insana yetmez, çabucak eskir, hemen değişmesi istenir. Çocuklar bunun için yeni oyuncaklar isterken, anne-babalar da bir imkan bulduklarında hemen arabalarını, evlerini, hatta muhitlerini değiştirme eğilimindedirler.
***
TATMİNSİZLİK çağın en büyük sorunudur yaptıklarımızın ilgi çekmediğini düşünürüz, anlamayız, anlaşamayız bir türlü... İntihar vakalarının tatmin duygusuyla çok yakın ilişkisi olduğu bilimsel olarak saptanmıştır.
Yaşadığımız hayatın kurallarını kendimiz çizmek isteriz, tabi olmayı bilmeyiz, istemeyiz de.
Çünkü çağın anlayışında böyle bir şey yok artık. O yüzden hepimiz sesimizi yükseltmek ihtiyacı duyarız. Sesimizi değil, sözümüzü yükselterek belki daha kolay anlaşabileceğimizi bir türlü bilemiyor, bulamıyoruz. Bizden bir şey bulamadıysanız(!) Batılı bir eğitimci olan Leo Buscaglia'nın "Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek" adlı eserini mutlaka okuyun. Leo, gerçek mutluluk kaynağını "BEN" değil, "BİZ" diyerek bulabileceğimizi, sevgiyle sağlıklı ilişkiler kurabileceğimizi söylüyor. Geçen hafta biz de bunu söylemiştik ama Mesnevî'den söylemiştik, "BİLGİ-İLGİ ve İLLAKİ SEVGİ" demiştik.

gazete