3 Aralık 2014 Çarşamba

Devlet geleneği

Ahmet TEZCAN

Devlet geleneği

4.12.2014

Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı'nın Beştepe'deki sarayında düzenlenen törenini ekrandan izlerken bunları düşündüm. Türkler tarih sahnesinde aşağı yukarı 3 bin yıldır var. Kurduğumuz devlet sayısı da bilindiği üzere 16 filan da değil, isim isim sayıları 112'yi, kimi kaynaklara göre de180'yi buluyor. 'Bu kadar yıldız sığmaz' diye herhalde Cumhurbaşkanlığı forsunu 16 yıldızla sınırlamış olmalılar! Ya da sadece imparatorlukları aldılar kim bilir? İlk büyük Türk devleti olarak Hun İmparatorluğu, Japon Denizi'nden Hazar Denizi'ne kadar olan coğrafyada 436 yıl hükümran olmuş. Cihanşümûl (yani evrensel) son Türk Devleti-ki adı Osmanlı İmparatorluğu da olsa-36 Hükümdarıyla 641 yıl üç kıtada hâkimiyet kurmuş bir Türk Devleti olarak tarihe adını yazdırmış.

***
Yaklaşık bir asırdır böylesi büyüklükleri düşünemez olduk. Bu millete bir şey oldu, "Biz yapamayız, bizden çıkmaz" kompleksine düştük, zihnimize, zekamıza, -kelime manasıyla söylüyorum- marifetimize bizzat hakarette bir beis görmez olduk, hayret! Ferden ferda hayranlıklarla ifade edilen harikuladeliklerimizi tevazuyla takdim eden büyük millet, maalesef bu derekelere düşürüldü. Ve o imparatorluğun içinden çıkardığımız Cumhuriyet Türkiye'mizin, bu süre içinde çok köklü devlet gelenekleri oluşmuştur. Bu geleneklerin yeniden devlet protokolüne yansıtılması gerekir, ama zamanla ve yeri geldikçe. Aksi halde kendi içimizde hemen yersiz tartışma ve çatışmalara düşüyor, zamanı bunlarla heba ediyoruz.

***
Osmanlı'da "cuma selamlığı", "cülus merasimi", "kılıç alayı" gibi dünyanın hayranlık duyduğu muhteşem protokoller yaşanırdı. Padişahlar Eyüp Sultan'da kılıç kuşanır, arz odasında cülus tebrikleri kabul edilirdi. Saray kapısı "babüssaade" idi, "devletinle bin yaşa" veya "mağrur olma" diye haykırılarak hükümdarlar bizzat vatandaşları tarafından yüzüne karşı uyarılırdı. Bunlar yalnızca "hükümdarın şanından ileri gelen gelenekler" olmasa gerek! Asırlar içinde oluşmuş DEVLET gelenekleridir. Bugün bu makam 21 pare top atışı ile selamlansa da sırf ideolojik sebeplerle hak ettiği itibarı maalasef görmüyor. Devletin, milletin ve vatandaşların en onursal makamıdır burası, konuşurken, eleştirirken cümlelerin dikkatli kurulması gerekir. Devletle siyasetin ayırt edilmesi lazım, siyaseten karşı çıksan da devletine sahip çıkacaksın.

***
Eskiden büyük törenlerin halk tarafından izlenmesine müsaade edilir dilek ve ricalar da bu arada toplanırmış. Yabancı temsilciler de davet edilip ihtişamın diğer başkentlerde de konuşturulduğunu biliyoruz. Şimdi de diyorum inşallah imkân ve kabiliyetlerimiz her alanda büyüyor, güçleniyor ve yükselme yolunda hızla ilerliyor. Türkiye'miz imparatorluk olmayacak ama 780 kilometrekarede bu muhteşem coğrafyanın en etkin devleti olacak, buna inanıyor güveniyor ve bekliyoruz. Dünkü konuşmalardan çıkardığım sonuçtur bu.

gazete

26 Kasım 2014 Çarşamba

Ankara enerjisi

Ahmet TEZCAN

Ankara enerjisi

27.11.2014

Haftaya çok enerjik başladık, Enerji Kongresi ve Fuarı vardı bu hafta Başkent'te. Sektörün önemli aktörleri Ankara'daydı. Ankara, enerjinin temsilcilerini ağırlarken; iyi ki bu salonlar yapılmış dedim ATO salonlarına bakarak... Çevredeki beş yıldızlı otellere de bakıp gururlandım. Şimdi "Neden adı Congresium?" veya "AOÇ arazisi otellere peşkeş çekiliyor" filan demenin zamanı değil. Çok değil bundan 10-15 sene önce bu çapta etkinliklerin yapılabilirliği salon yoktu koskoca Başkent'te... İnsanlar bir program tasarlarken önce mekan telaşına kapılıyor, "nerede yapacağız, onca misafiri nerede ağırlayacağız" diye stres yaşıyorlardı, sonra da ya çap küçültüyor veya vazgeçiyorlardı... Devlet erkanı dahi yabancı devlet ricaline rahat davet çıkaramıyordu, "ağırlama" işini ağırdan alıyordu bu yüzden. Bunu şimdi bilhassa Cumhurbaşkanlığı Sarayına laf edenlere söylüyorum. AOÇ arazisini-tabirimi bağışlayın- en fazla tırtıklayan Milli Savunma olmuş, toplu konut kooperatifleri için AOÇ arazisinden arsa tahsisi bile yapılmış... O zaman neredeydiniz diye sormak lazım.
***

Neyse şimdi konumuz enerji. Enerji Bakanı Taner Yıldız'ın dediği gibi ne ağaçtan vazgeçeriz ne santralden, bir denge tutturmak durumundayız. Konforla otomobil koltuğuna kurulup gaza basarken yahut bütün ışıkları açıp göz kamaştıracak şekilde ortamı aydınlatırken enerji konusunu düşünmek durumundayız. Başkent'in uluslararası nitelikteki Enerji Kongresi birçok bakımdan yararlı oldu. Organizasyonun Ankara'da olması pek çok avantaj sağladı. Bürokrasinin üst düzey yetkilileri ve pek çok büyük enerji şirketi fuarda buluşma imkanı buldu. Bu güzel ülkenin çevresindeki bütün karışıklıklar ve kavgalar toprak yüzünden, toprak değil, asıl toprağın altında yeryüzüne çıkarılmayı bekleyen enerji nedeniyledir. Enerjinin sağladığı konfor kanla kazanılıyor maalesef. Türkiye ise kabarık enerji faturası yüzünden bin bir sıkıntıya duçar oluyor. Dünyanın yüzde 70 enerji ihtiyacı bizim mahalleden sağlanırken, Türkiye bu enerji akışına terminal olmak zorunda. Enerji sorununu bu yolla aşmalıdır ve aşacaktır inşallah. Dolayısıyla bu tür kongre ve fuarların gerçekleşmesi ve dünya devlerinin buna ilgi duyması çok önemli. Sektörün en önemli kurumları ve büyük ölçekte birçok inşaat ve enerji firmalarının yönetim merkezlerinin Ankara'da olması, etkinliğin Başkent'te yapılmasını zorunlu kılmış olmalı. İki gün boyunca binlerce delege bu etkinlikte buluşmuş oldu.
***

Bir şey daha oldu. Ankaramız üniversiteler şehri aynı zamanda, benim bildiğim 20 üniversitesi var Başkent'in. Enerji kongresiyle ilgili olan üniversitelerden ODTÜ başta olmak üzere Atılım, Batman, Erciyes, İstanbul Teknik ve Recep Tayyip Erdoğan Üniversiteleri de bu kongrede "Petrol ve Doğal Gaz" konusunda bilgilerini yarıştırdılar. Yarışma sonunda en yüksek puanı Orta Doğu Teknik Üniversitesi Petrol ve Doğal Gaz Mühendisliği Bölümü takımı alarak birinci oldu. Bölüm Başkanı Prof. Dr. Mahmut Parlaktuna da öğrencileriyle gurur duydu. ODTÜ'yü sadece ağaç kesmesiyle değil, başarılarıyla da anacağız...Çürük ağaçların devrilip insanların ölümüne yol açtığı bir memlekette yaşadığımızı unutmadan.

gazete

21 Kasım 2014 Cuma

Hasbıhal

Ahmet TEZCAN

Hasbıhal

22.11.2014

Anne-baba çocuk ilişkileri daima sorunludur.
Belli bir dönem de olsa çocukların istenmeyen davranışlar içinde bulunmaları ebeveynler için endişe kaynağıdır ve sürekli şikayet konusudur. Kısaca "kuşak çatışması" olarak ifade edilen anlaşmazlıkların sosyal, kültürel hâtta cinsel bir yığın izahı yapılmaktadır. Çocuk eğitiminde taa bebeklikten başlayarak onların bütün taleplerine hep karşı çıkmak yahut onların her istediğine olumlu karşılık vermek çok önemli.
Öncelikle bunu bilmek gerekiyor.
***
Kurduğumuz kent hayatı içinde çocuklar tümüyle kontrol altında değiller. Her daim birlikte olanların da renkli oyun hamuru gibi onlarla oynadıklarını görüyoruz şuursuzca. Sonucun nereye varacağı hiç hesaplanmıyor. İnanç, milli ruh, kültür, gelenek gibi eğitimin temel belirleyicileri bugün ikinci planda maalesef...
"ELE-GÜNE KARŞI" durum nedeniyle GÖRSELLİK daha ağır basıyor.
Halbuki biz "içsel, işitsel" bir medeniyetin çocuklarıydık, onun için temel eğitimimiz "OKU"mayı emrediyordu.
Batının yeniden keşfedip BEST-SELLER yaptığı Hz Mevlâna'nın 26 bin beyitlik Mesnevisi'nin "Bişnev" yani DİNLE diye başlaması da bundandı.
Çünkü insanı sadece okumak ve dinlemek değiştiriyor, geliştiriyor, yükseltip yüceltiyor, yeme-içme, giyinme, gezmeyle değil... Gezdiklerimizi gördüklerimizi anlatmaktan da büyük zevk duyarız. Nasıl bir duygu uyandırdığını düşünmeyiz.
Görsellik insana yetmez, çabucak eskir, hemen değişmesi istenir. Çocuklar bunun için yeni oyuncaklar isterken, anne-babalar da bir imkan bulduklarında hemen arabalarını, evlerini, hatta muhitlerini değiştirme eğilimindedirler.
***
TATMİNSİZLİK çağın en büyük sorunudur yaptıklarımızın ilgi çekmediğini düşünürüz, anlamayız, anlaşamayız bir türlü... İntihar vakalarının tatmin duygusuyla çok yakın ilişkisi olduğu bilimsel olarak saptanmıştır.
Yaşadığımız hayatın kurallarını kendimiz çizmek isteriz, tabi olmayı bilmeyiz, istemeyiz de.
Çünkü çağın anlayışında böyle bir şey yok artık. O yüzden hepimiz sesimizi yükseltmek ihtiyacı duyarız. Sesimizi değil, sözümüzü yükselterek belki daha kolay anlaşabileceğimizi bir türlü bilemiyor, bulamıyoruz. Bizden bir şey bulamadıysanız(!) Batılı bir eğitimci olan Leo Buscaglia'nın "Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek" adlı eserini mutlaka okuyun. Leo, gerçek mutluluk kaynağını "BEN" değil, "BİZ" diyerek bulabileceğimizi, sevgiyle sağlıklı ilişkiler kurabileceğimizi söylüyor. Geçen hafta biz de bunu söylemiştik ama Mesnevî'den söylemiştik, "BİLGİ-İLGİ ve İLLAKİ SEVGİ" demiştik.

gazete

12 Kasım 2014 Çarşamba

Bilgi, ilgi ve sevgi

Ahmet TEZCAN

Bilgi, ilgi ve sevgi

13.11.2014

Mesnevi'sinde insan ilişkilerinin üç ayak üzerinde durduğunu söyler Hz. Mevlâna… Bu, bilgidir.. ilgidir.. ve illaki sevgidir.. Sevgisiz nasıl bir ilişki kurulur ve bu ilişki nasıl olur o da ayrı bir bahis mevzu tabi ki.. Sözü edilen, insan ilişkileri açısından dikkat çekilen bir durum ama esas itibariyle kurumsal anlamda ya da ülkelerarası ilişkilerde bunların yeri olmaz demek doğru değil; Her türlü ilişkinin temel umdesidir bilgi, ilgi ve sevgi..

***
Vaktiyle bir görevle Bangkok'a yolumuz düştü. Türkiye'nin Tayland ile diplomatik ilişkilerinin 50. yılıydı, TRT'den, RTÜK'ten, Anadolu Ajansı ve Basın-Yayın'dan teşkil edilen dört kişilik bir heyetle gitmiştik. Türkiye'deki resmi iletişim kurumlarının temsilcileri olarak Tayland'ın mütekabil kuruluşlarını ziyaretti maksadımız. Bu münasebetle çeşitli etkinlikler tertiplenmiş karşılıklı hatıra pulları filan bastırılmıştı. Asıl gayemiz uluslararası ajans, gazete ve TV kanallarını araya sokmadan iki ülke arasında doğrudan haber akışını milli kuruluşlarımız vasıtasıyla sağlamaktı bir bakıma.. Yani dost ülkelerle aracısız, doğrudan ilişki.. Daha sonra yeni adımlar atıldı mı, girişim öylece kaldı mı bilmiyorum. Biz koptuk ancak bu konu bugün ülkemizin uluslararası ilişkilerinde belki çok önemli diye düşünüyorum. Çünkü başkaları sizi kimseye doğru anlatmaz ve her zaman kendi amacını esas alır.

***
Çoğunluğu Budist olan Tayland'ın ilgili diplomatlarıyla resmi görüşmeler oldu. AA'nın yönetimindeydim o tarihte ve bana 'sen başlatıyorsun konuşmayı' dedi arkadaşlar. Ne diplomatik ne bürokratik tecrübemiz vardı, itiraz edecek oldum fakat 'en yaşlı heyet üyesi' sıfatıyla görev üzerimde kaldı ve sebeb-i ziyaretimizi uygun lisanla anlattım, ama nasıl? Her zaman olduğu gibi Hz. Pîr imdadıma yetişti. İnsan ilişkileri dedim "üç temel üzerinde yükselir ve gelişir.." En başta ifade ettiğim, Mevlâna Hazretleri'nin Mesnevi'sindendi söylediklerim, Budist dostlar konuşmamı dikkatle dinliyorlardı, sevgisiz, bilgisiz, ilgisiz hiçbir şeyin başarılamayacağını filan derken sözümü tamamladım. Sonra onlar ve bizim arkadaşlarımız teyiden görüşler dile getirdiler, bunun nasıl olacağını ve teknik detayları görüşüldü.

***
Görüşme tamamlanıp Taylandlı dostlarımıza veda ederken, görüşmelere katılan diplomatlardan birinin benden bir ricası olduğunu söyledi tercümanımız.. Buyursun dedim.. Başka ülkelerle ilişkilerinde bizim ÜÇLÜ FORMÜL'ümüzü kullanmak için izin istiyordu. Formülün bana ait olmadığını, Hz. Mevlâna'nın öğütlerinden aldığımı ve bunun da insanlığın ortak malı olduğunu söyledim. Ayrılırken dostumuz bu defa Mevlâna'nın kim olduğunu sormasın mı, tam da el sıkışırken, on saniye içinde nasıl anlatacaktım Koca Pîr'i?! O da dedim bizim Budhamız!..

gazete

5 Kasım 2014 Çarşamba

"Cumhuriyetin Tarihi"

Ahmet TEZCAN

"Cumhuriyetin Tarihi"

6.11.2014

Uzun zamandır bir kitaptan söz etmemiştik.
Geçen hafta Cumhuriyet Bayramı için hazırladığım bir kitap vardı ama Ermenek'teki maden faciası gündeme çökünce ertelemiştim.
Fakat Ermenek ile kalmadı felaket, bu defa Yalvaç'a elma toplamaya giden Akşehirli 24 kadının can verdiği kaza nice fakir fukaranın ocağını söndürdü.
Bir Konyalı olarak "memlekette bir uğursuz hal var" diye düşünürken; Boğazdaki insan kaçakçılığı kurbanlarıyla 2014 Ekim'i kapkara bir tarih ve talih oldu. Zaten "matem ayı" olan Muharrem'in de matemini katladı.
Bir yanda IŞİD belası ve ardı ardına gelen facialar...
Allah beterinden saklasın samimi temennisiyle dualar etmek lazım diye düşünüyorum.
***
"Cumhuriyetin Tarihi"
Evet, şimdiye dek bize bir tarih okutuldu ama bu, kimseyi tatmin etmedi. Çünkü okutulan tarih hiçbir zaman Cumhuriyetin tarihi olmadı. Öyle olunca insanlar anlatılanları adeta "He he.." diye karşılarken bir yandan da gerçek tarihin peşine düştü.
Cumhuriyet insanı "Derin Tarih" kavramıyla gerçek tarihi ararken, zaman zaman ürkek ifadelerle anlatılanlar daha çok ilgi çekiyor. "Resmi Tarih-Derin Tarih" ayırımında nihayet ciddi ve cesur araştırmalar çıkmaya başladı. İşte Ahmet Cemil Ertunç imzalı "Cumhuriyetin Tarihi" adlı kitap bu cins bir çalışma ve ben, 2013 tarihli 8. Baskısında bu eseri fark ettim.
***
Yalnız bu kitap bir çırpıda okunmaz; dönüp bir daha okunur, bazı yerlerin altı çizilir ve bilhassa "dipnot" lar asla ihmal edilmez, edilmemelidir.
Arka kapağında yazılanlar hayli iddialı laflar, bakın ne diyor:
"Bugün yaşamakta olduklarımızı doğru çözümleyebilmek ve yaşayacaklarımız için isabetli bir öngörüde bulunabilmek için, yaklaşık yüz yıldır yaşadıklarımızı ortaya koyma çabasının bir ürünü olmuştur."
Devamında ise özetle;
"Meclisin üzerinde irade olmaya çalışanlar Türkiye'de köklü bir geleneğe sahiptir. Seçimlere müdahaleyle sonucu istediği gibi inşa etmeye çalışanlar yüz yıldır devletin önemli noktalarında bulunuyor. Birileri bu ülkede her şeyi kişisel malı gibi kullanma ve yönlendirme zihniyetiyle hareket etmektedir."
Son olarak da; önyargısız olarak bu çalışmanın övgü ve sövgü amaçlı olmadığı ve konuya bütüncül yaklaştığı ifade edilmektedir ki benim de kanaatim budur. Kitap Pınar Yayınları'ndan çıkmış, tarih, hatırat, biyografi nitelikli bir kitap, "Yaşadıklarımızın Dünü-Bugünü" şeklinde bir de alt başlık taşıyor. Kendinizi hepsi de tırnak içinde "Sağcı, Solcu, Muhafazakâr, Kemalist vs." hangi kategoriye dâhil ederseniz edin bu kitabın hayli ilginizi çekeceğine eminim.

gazete

29 Ekim 2014 Çarşamba

Buruk kutlama

Ahmet TEZCAN

Buruk kutlama

30.10.2014

Gözüpek Türk pilotlarının akrobatik gösterileri gazete ve televizyonlardan her zaman NEFES KESTİ diyerek verilir. Bu defa da öyle oldu, Hava Kuvvetlerimizin SOLO TÜRK adıyla bilinen jet filosunun dünkü gösterisi de o cinstendi. Cumhuriyetimizin 91. Yıl kutlamalarında da Solo Türk'ün akrobatik uçuşları büyük göz doldurdu. Jetlerin içinde uçtuğu havanın aksine bu defa biz havamızda değiliz. Esas nefesimizi kesen Ermenek'teki maden işçilerinin içine düştüğü facia oldu. Milletçe yaşadığımız acı, bayram kutlamalarının sevinciyle karıştı ve 91. Yıl'da burulduk. Bu ruh hali içinde insanın algısı da değişiyor. Jetlerimizin havayı yırtan cayırtılarına rağmen ambulans sirenleri duyuyorum. Halbuki Başkent'te siren sesleri sıradandır, Başkentliler de bu seslere alışıktır. Dedim ya o havamız yok...
***

Bayramların, acıların, savaşların içi içe yaşandığı bir dönem yaşıyoruz. Enteresan bir coğrafya burası... Türkiye'nin ideolojisi ile jeolojisi tam bir paralellik arz ediyor. İki bakımdan da tam bir SIKIŞMIŞLIK HALİ yaşıyoruz. Olaylar da bunu doğruluyor. Bakar mısınız, Arabistan kıtası Anadolu tabakasını alttan sıkıştırıp katmanların kırılmalarına ve yer sarsıntılarına yol açarken hayatımızı da alt üst ediyor. Bu, Ermenek'teki maden ocağında su kütlelerin yer değiştirmesine sebep oluyor belki?! Yalnız su mu, petrol rezervlerinin parçalanıp elimizden kaçtığı, sondaj yapmaya bile değmeyecek birikintilere dönüştüğünü de söyleyenler var. "Konya 25 yıl sonra çöl olacak" tahminleri yapılırken bir maden ocağında faciaya yol açan büyük su kütlesi nereden geliyor diye sormadan edemiyor insan. Deniyor ki, bu bölge yer altı suları bakımından zengin... Peki, yıllardır Konya'da derin su pompajları neden denetim altında? Konya'daki kuraklığın sebebi olarak neden derin suların "hesapsız şekilde hunharca ve hovardaca" kullanımı gösteriliyor? Bu mevzu derinleştirildiğinde pancar ekimi teşvikinden şeker politikasına bir yığın soruna entegre oluruz ki bunlar bugünün tartışmaları değil.
***

İçimizdeki tartışmalardan başlayıp sınırımızdaki savaşlara kadar götürebileceğimiz konuları da ideolojik sıkışmışlığımıza bağlıyorum. Üç kıtada 21 milyon kilometre karelik bir alanda bunca renkliliğe ve farklılığa rağmen çağları ve her şeyi yöneten bir millet 780 bin kilometre karelik toprak parçasında niçin tartışmalarını bir türlü bitiremez? Niçin Türk-Kürt, Alevi-Sünni tartışmalarıyla, çatışmalarıyla hayatını karartır? Niçin bir kısım "amansız cumhuriyetçi" olur da, ötekiler "cumhuriyet düşmanı"dır? Bütün bunları bir kere daha düşünmenin zamanıdır. Ağzını büzerek konuşanlarla ağzını yayanlar, gırtlaktan konuşanlarla İstanbullu havası verenlerin yani hiçbirimizin ötekimize üstünlüğü bulunmamaktadır. Hepimizin insan olduğunu hatırlayıp birbirimize insanca davranma ihtiyacımız var o kadar. Aksi halde kapılarımızda bize insanlığımızı unutturacak bir enerji birikmiş durumda, dua edin ki üzerimize boşalmasın.

gazete

23 Ekim 2014 Perşembe

Gurur veren gelişmeler

Ahmet TEZCAN

Gurur veren gelişmeler

23.10.2014

Ankara İnovasyon Haftası başladı. "142 ülkeyi kapsayan İNSEAD'ın inovasyon sıralamasında Türkiye 54'üncü sıraya yükseldi" "Ankara, Türkiye'nin en fazla ihracat yapan beşinci, en çok ihracat yapan ilk 1000'de en fazla firması olan altıncı ili." Evet, Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Mehmet Büyükekşi söylüyor bunları, Ekonomi Bakanlığı ve TİM'in Şura Salonu'nda ortaklaşa düzenlediği Ankara İnovasyon Haftası açılışında... INSEAD'ın 142 ülkeyi kapsayan inovasyon sıralamasında Türkiye, üç yıl içinde 74'üncü sıradan 54'üncü sıraya yükselmiş.
***

Peki, inovasyon, İNSEAD da ne oluyor önce bunlardan söz etmek gerekiyor. İNSEAD dünyanın en saygın girişimcilik okulu, merkezi Fransa'da... Başka ülkelerde de kampusleri var. İNOVASYON'a gelince; Ben bu kavramı kendime kısaca "değişimle gelen gelişme" olarak tarif ediyorum. DEĞİŞİM'e ve YENİLİĞE vurgu yapan bir kavram. Meraklısı araştırır.
Devletler de dahil inovatif olabilmenin hayati önemde olduğu her fırsatta yetkililer tarafından bizzat ifade edilmektedir.
TİM Başkanı Büyükekşi'nin de söylediği bu..." Kurumların yaşam kaynağı, şirketlerin sağlığı ve geleceği için can suyu" olarak tanımlıyor inovasyonu...
İnovasyon etkinliklerine katılım her geçen yıl artıyormuş, bu sayede tasarımdan markalaşmaya, bilimden nano-teknolojiye, dünyanın önde gelenleri bir araya getiriliyor.
***

Ve beni en çok sevindiren şeyi söylüyor TİM Başkanı Büyükekşi:
Ankara
inovasyonun da başkenti...
Son 5 yılda uygulanan bilişim Ar-Ge projelerinin dörtte biri, Türkiye'deki 39 teknoparktan 6'sı, 59 teknoloji geliştirme bölgesinden 8'i Ankara'daymış. Ankara'nın doğal bir inovasyon eko sistemine sahip olduğu, savunma, havacılık sanayii, elektronik, bilişim sektörü ihracatında da Ankara kilit rol üstlendiği, uydu yazılımları, makine ve aksamları, seramik ve nitelikli madenler, malzeme bilimi mühendisliği, üniversite-sanayi işbirliği ile bu anlamda büyük önem kazandığı ifade ediliyor.
***

Ben bu söylenenleri somutlaştırarak söyleyecektim tam da oraya geldik. GÖKTÜRK-2, yüksek çözünürlüklü ilk gözlem uydumuz, uzayda... RASAT da uzayda ve şimdi Göktürk 1 geliyor... Coğrafi kısıtlama olmaksızın dünyanın her noktasından istihbarat amaçlı görüntüler elde ediliyor. Türkiye'yi uzaya çıkaran ürünler bunlar. Türk mühendisler şimdi Lazer silahı için çalışıyor, 120 milyon bütçe ile büyük aşama kaydettiler. CİRİT, SOM, MIZRAK füzeleri savunma sanayimizin ilk yerli, etkin ürünleri olarak envantere girdi ve dünyanın dikkatini çekiyor. Heybeliada ve Büyükada Milli Gemi projesi çerçevesinde denizlerde Türk levendlerine büyük üstünlük sağlayacak.
Bunlara grup toplantılarında, medyada yer verilmez, verilse de yabancı ağzından "Türkiye Atom bombası yapıyor" gibi ülkemiz dünyaya ifşa edilir.
Bunlar İnovatif Türkiye'nin yani YENİ TÜRKİYE'nin ürünleri ve bizlere büyük gurur veriyor... Dost düşman bunu bilsin, bilsin ki ona göre hareket etsin.

gazete

16 Ekim 2014 Perşembe

Camiler Haftası ve Kocatepe

Ahmet TEZCAN

Camiler Haftası ve Kocatepe

16.10.2014

Engellilerin Kocatepe Camisi'nde bayram namazını kılamadıklarını yazmıştım geçen hafta... Bu hafta Camiler Haftası ve bir dizi etkinlikle Diyanet, haftayı değerlendirmeye çalışıyor. Diyanet İşleri Başkanımız Prof. Dr. Sayın Mehmet Görmez bu münasebetle yaptığı konuşmada ne dedi biliyor musunuz? Camiler yapılırken 8 milyon engelli kardeşimizi yok saymak başta Diyanet olmak üzere hepimizin ortak kusurudur. Evet, bugüne kadar engellilerimiz pek çok faaliyet içinde görmezden gelinmiş, yok sayılmıştır, bu doğru ancak biz münhasıran bir noktaya dikkat çektik, Kocatepe'ye... Kocatepe, Başkent'in en büyük camisi, yerleşik cemaatinden çok, her milletten Başkent ziyaretçilerinin destinasyon noktası, dolayısıyla gelir geçer ifadelerin ötesinde her türlü ilgi ve ihtiyaca maruzdur Kocatepe... Bir milyon lira harcanarak kurulan caminin asansörü neden çalıştırılmıyor? Sevgili Hocam, Diyanet ve Kocatepe Camisi hakkında çok yazı yazdım burada, çeşitli görüşlere yer verdim, ihtiyaçlar dile getirdim. Bunların tamamen ön yargı ve art niyetten uzak olarak kaleme alındığını, bu köklü teşkilatın sorumlu mevkide bulunan zevatı çok iyi bilir. Ama nedense "Hiçbir sağır duymak istemeyen kadar sağır değildir" sözünü doğrularcasına bir ilgisizlik içinde olunmasını anlaşılır bulamıyorum. Ancak teşkilatın "Yenilenme" noktasında sizin de zaman zaman dile getirdiğiniz şikayetler içinden ben cevabımı alıyorum. Şimdi sormak istiyorum: Kocatepe'de ezanlar 50'ye yakın hoparlörle terastan okunuyor, bu da güzelim ezanlarla namaza çağrı değil, yan binalarda bir ses patlaması olarak ancak şehrin ses kirliliğine katkı sunuyor. Kocatepe'de ezanları minarelerden dinleyebilecek miyiz? Kocatepe, yazın sıcağı ve kışın soğuğuyla mazur bir camidir. Yapım hatası yahut öngörüsüzlük her neyse, zeminden yağlı ısıtma sistemi donmuş ve artık çalışmamaktadır. Yan duvarlarına yerleştirdikleri 30'a yakın klima ile mevsim etkisini kendilerine sıfırlayan Diyanet Vakfı yöneticileri, caminin klima sistemi için bir girişimde bulunacak mıdır? Yani bu kış Kocatepe'yi nasıl ısıtacaksınız? Bilhassa cenaze namazlarında Atatürk Bulvarı'ndan, Seyran'a kadar bütün trafik kilitlenmekte, vatandaş da mağdur olmaktadır. Cenazelerin ruhunu muazzep edecek ölçüde tepkilere yol açan bu sorunu gidermeyi düşünüyor musunuz? Büyük katılımların olduğu cenaze namazları Akseki Camisi'ne alınabilir mesela? Kocatepe yazıları devam edecek Hocam… Vakfın gelir gider tablosundan, bir süre Kamu-Sen'in kullandığı binaya ve çalışanların komşuları rahatsız eden davranışlarına kadar bir yığın meseleyi dile getirmeye devam edeceğiz.

gazete

9 Ekim 2014 Perşembe

Kocatepe'de ibadet ama nasıl?

Ahmet TEZCAN

Kocatepe'de ibadet ama nasıl?

9.10.2014

Kocatepe Camii cemaati bayramda yine beni buldu, bu defa söyledikleri şeyler beni çok derinden etkiledi. Kocatepe deyince doğrudan Diyanet'i ilgilendiren şeyler tabii..
Ben Diyanet İşleri Başkanımızı gerçekten seviyorum, onu kısaca "Yeni Türkiye" olarak değerlendirilen anlayışa ait bir yönetici olarak görüyorum. "Yeni Türkiye" den ne anlıyorsun, derseniz bir parantezle hemen cevap vereyim:
Ben bu tanımlamadan; "algısı ve anlayışı yüksek, kendi kararlarını kendi alabilen, yeni, güçlü, dinamik bir Türkiye" çıkarıyorum.
Kolay değil, 60 sene müstemleke benzeri bir yapıyı kırıp içinden yeni bir Türkiye çıkarmak. Dolayısıyla "Yeni Türkiye" çerçevesine giren yönetici sayısı da öyle pek fazla değil, çoğu "Eski Türkiye" kalıntısı.
Yalnızca bürokratik kademede değil, siyaset başta olmak üzere bu durum her alanda böyle.. Yaşadığımız bütün olumsuzluklar bu "eski" den kurtulamamışların Türkiye'yi arkasından çekiştirmeleri yüzündendir. Bu da Türkiye'nin ilerleme hızını biraz yavaşlatıyor ama durduramıyor.
Önemli olan bu, artık geri götüremiyorlar, ilerlemeyi de durduramıyorlar.
***
Her neyse, Kocatepe'den lafı nereye getirdik. Kâbe'yi Muazzama'yı 20 Katta, ayaklarının dibinde görüp dizleri titreyen Reis Hazretlerine demem o ki, söylediklerine harfiyen katılıyorum..
O mukaddes yapının en yüksek yerde, sürünülerek çıkılması gereken bir rakımda olmasını arzu ederim. Hatta bunun sağlanması için çevresindeki otellerin, çarşıların yerin altına, kayaların oyularak arzın merkezine doğru inşa edilmesi gerektiğini hep düşünmüşümdür. Bunun için kutsal beldenin öncelikle "bir anlayış" tan kurtarılıp içinde Türkiye'nin başat rol üslendiği bir konsorsiyum tarafından yönetilmesi gerekir.
***
Ancak Başkent'de de Başkan Görmez'in dizlerini olmasa bile dudaklarını titretecek bir olay yaşanıyor. Sevgili Başkanım, Başkentin en büyük camiinde Kocatepe'de bayram namazı kılmak isteyen engelliler bu bayram da bundan mahrum kaldılar. Cenazeleri için buraya gelememek onları kahrediyor zaten.. Belki kucakta taşınarak mümkün ama kucakta taşınmak da ayrıca kahredici onlar için.. Musalla meydanına taşınmaları onların Kocatepe Camiine girmelerini sağlamıyor maalesef.. Bunun için 1 Milyon lira harcanarak bir asansör yapıldı o da çalıştırılmıyor nedense?! Hac ibadeti yapacak engelliler için yüzde 50 indirim taahhüt eden Başbakanımız, çok değerli hemşerim Ahmet Davudoğlu'nun da bundan haberi olmalı.
Engellilerin önce Kocatepe'de ibadetine imkân vermeliyiz. Kocatepe ile ilgili söylenenler de yalnız bundan ibaret değil. Onun sorunları bir yazıya sığmaz.
Dedim ya Reis'i ben her bakımdan seviyorum, bir yönü hariç, soyadı.. İnsanların isimlerinin kişiliklerini etkilediği söylenir..
İlgililerin de onun o tarafına denk getirip olmadık işler yaptıklarını düşünüyorum..

gazete

2 Ekim 2014 Perşembe

Çok şey değişti çook..

Ahmet TEZCAN

Çok şey değişti çook..

2.10.2014

Meclis'in 5. Yasama yılı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın konuşmasıyla dün açıldı. Cumhurbaşkanı Meclis'te şeref kıtası tarafından selamlanarak karşılandı. Ne var bunda demeyin... Evet, cumhurbaşkanlarının Meclis'i ziyaretleri resmi merasime tabidir ve gelenek olduğu üzere şeref kıtası tarafından selamlanır. Eskiden Meclis'te Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı'na bağlı bir tabur bulundurulduğunu çok çabuk unuttuk. Meclis'in askerleri mi, askerlerin meclisi mi sorusu ayrı bir tartışma konusuydu bir zamanlar. Cumhurbaşkanlarını da buradaki askerlerin oluşturduğu bir kıta karşılardı. Meclis taburunun geceleri meclis muhafızlığı, cenaze merasimi dışında "malum günler" de "özel görev" aldıkları herkesin malumudur.
***

Bırakın Genelkurmay'ın dört yıldızlı paşalarını, Meclis taburunun rütbesi en fazla binbaşı olan tabur komutanları bile siyasileri korkutmak için yeterdi. Meclis başkanları yine gelenek olduğu üzere seçildikten sonra bu taburu ziyaret ederlerdi ve bazen bu ziyaretler bile başlı başına sorun oluştururdu. Tabur komutanı için Muhafız Alayına komutanlık eden subayın emri esastı. Milletvekilleri kıyafet yönetmeliğine uygun durumda değilse, sakallı filansa mesela taburun lokaline bile alınmazdı. Nitekim bu yüzden çok tartışmalar olmuştur, vekillerin Meclis içindeki askeri mıntıkalara yaklaşmaları dahi istenmemiştir.
***

Bunları neden anlatıyorum? Hızla çok şey değişiyor, değişirken sivilleşiyor. Şimdi Meclis'te asker bulundurulmuyor, onların görevini polisler yerine getiriyor. Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nde de değişimin tedricen gerçekleşmesi gerekir. Demirel'in döneminde Köşk tamamen askeri kışla halini almıştı. Dolayısıyla askeri eğitim alanları subay lojmanları inşaatları yüzünden on binlerce ağaç yok edildiğini biliriz. Yandan yemyeşil çam ormanı gözükse de havadan bakıldığında Köşk ormanının kampus yapıları yüzünden nasıl yok edildiği görülecektir. Gelecek sene genel seçim var, bu yasama yılı milletvekilleri için son görev dönemi. İktidar partisi zaten üç dönemi tamamlayan milletvekillerini seçime sokmama kararı aldı. Bu yasama yılında milletvekilleri 2015 genel seçimleri öncesi son görevlerini yapmış olacaklar. Bu bir rekordur aslında.
***

Eskiden bir yasama dönmemi içinde son yasama yılına ulaşmak ve dönemi tamamlamak çoğu kez mümkün olmazdı. Ya erken bir genel seçime gidilir ya da bir askeri müdahale ile Meclisin yolu kesilirdi. Milletin sağ duyusu ve son dönem hükümetlerinin kararlılığı sayesinde istikrara kavuştuğumuz rahatlıkla söylenebilir. İstikrar ve güven ortamı ülkemizin en önemli kazancı olmuştur aslında. AK Parti 58. Hükümet ile ülkeyi yönetmeye başlamıştı, bugün 62. Hükümet görev başında. Bu gidişle daha uzun bir süre yönetimin el değiştirmeyeceği şimdiden görülüyor. Muhalefet partileri de bunu biliyor ki iktidar hedefiyle hareket etmiyorlar. Bu güven ve istikrar ortamı onları da memnun etmiş gözüküyor. Bayram haftasına girerken hepinizin Kurban Bayramı'nı kutluyor çoluk çocuk tüm sevdiklerinizle mutluluklar diliyorum.

gazete

25 Eylül 2014 Perşembe

Yaklaşım farkı

Ahmet TEZCAN

Yaklaşım farkı

25.9.2014

Kurban Bayramı yaklaşırken özellikle Suriye'den kaçanların hayvanlarını da beraberinde getirdiklerini okuduk gazetelerden.
Bazı fırsatçıların da bu hayvanları ucuza kapatıp Kurban'da piyasaya çıkarmak istediklerini öğrendik bu arada. İşte
insan, kimi can derdinde kimi mal! Kilis Müftüsü de açıklama yapmış; kaçak hayvanların etinin yenmesi caiz değildir diye.. Müftü, kaçakçı şebekenin kul hakkı yediğini de sözlerine ilave etmiş.

***
Bir kere düzen bozulmaya görsün, insan insana neler yaşatıyor düşünebiliyor musunuz? Bir tarafta neyidüğü belirsiz bir örgüt, adına İSLÂM demekte zerre tereddüt göstermiyor ama kadın çocuk demeden de insan kanı dökmekte de çok kararlı. Bu yüzden sınırlarımızda sadece CAN PAZARI değil yaşanan, insanlık adına tam bir TRAJEDYA.. Kim kurban, neye kurban diye sormadan edemiyoruz! Kısa sürede son bulmasıdır temennimiz.

***
Madem söz kurbandan açıldı Tarık Tarcan'ın gönderdiği hikâye ile kapatalım. Bir adam kötü yoldan kazandığı parayla bir inek alır. Neden sonra, yaptıklarından pişmanlık duyar ve hiç olmazsa iyi bir şey yapmış olmak için bunu Hacı Bektaş Veli Hazretleri'nin dergâhına kurban olarak bağışlamak ister. O devirde dergâhlar aynı zamanda aşevi gibi bir işlev de görüyordu. Durumu Hazret'e anlatılınca Hacı Bektaş Veli 'helal olmaz' gerekçesiyle kurbanı geri çevirir. Bunun üzerine adam Mevlevi dergâhına gider ve durumu Hz. Mevlana'ya anlatır. Mevlana ise; bu hediyeyi kabul eder. Adam aynı şeyi Hacı Bektaş Veli'ye de anlattığını ama onun bunu kabul etmemiş olduğunu söyler ve bunun sebebini sorar.

***
Mevlâna Hazretleri der ki: - Biz bir karga isek Hacı Beştaş-ı Velî bir şahin gibidir, öyle her leşe konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul etmeyebilir. Adam üşenmez kalkar Hacı Beştaş Dergâhı'na gider ve Mevlâna'nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip sebebini Hacı Bektaş Veli'ye sorar. Bektaşî Pîri de şöyle der: - Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlâna'nın gönlü okyanus gibidir. Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü senin bağışınla kirlenmez. Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir. Tarık Bey, hikâyenin sonuna bir soru cümlesi ilave etmiş, diyor ki: -Böylesi tevazu ve incelikle, birbirlerini yemek, yermek yerine yüceltebilmeyi becerebilen bir inanç ve kültür altyapımız varken nasıl oluyor da İslâm adına insanlık dışı olaylar yaşanabiliyor? Aynı soruyu herkes birbirine soruyor ve fakat cevabını bulamıyor. Çünkü asıl kaynaktan uzaklaşınca İslâm yorumu da fert sayısınca değişen bir hal aldı.

gazete