11 Temmuz 2013 Perşembe

Ramazanlar, özel zamanlar

Ahmet TEZCAN

Ramazanlar, özel zamanlar

11.7.2013

Derler ki; gün içinde sabah ve akşam vaktinin özel anlamı vardır.
Diyeceksiniz ki hangi sabah, hangi akşam? Saatin 10.00'u, sabah namazını eda edip işine başlamış marangoz ustası için çok geç..
Ama aynı saatte kepenk kaldırmakta olan esnaf da var.
Bizim söylediğimiz marangoz ustasının sabahı.
Günün ilk ışıklarının aydınlanmaya başladığı, "fecir vakti" dediğimiz günün en körpe anıdır.
Yüce Kudret'in bize en yakın olduğu anlar.
Akşam da öyle.
Akşamcının değil, solan ışıklarıyla günün tüm eşya ve manzarayla vedalaştığı andır.
Yani ne tam aydınlık ne de karanlık, alacakaranlık.
***
Hz. Mevlâna fecir vaktini insanın yaratılış anı olarak değerlendirir. Hamuru kırk gün yoğrulduktan sonra, Yaratıcımızın kendinden ruh üflediği bu varlık tüm varlıkların en şereflisidir. "OL" dedi mi olduran bir kudrete zorluk mu var, yok elbette. Ama Pîr-i Mevlâna hamurumuzun 40 gün yoğrulmasını ne zor bir varlık olduğumuza yormaktadır.
İnsanın dikkatini insana çekmektedir.
Aksi halde "eşref-i mahluk" nasıl olunur?
Şerefte melaikeden yüce, aksi halde hayvandan aşağılık bir varlık insan?!
Akşam vaktinin müstesna oluşu da; bir süreliğine bize lütfedilen dünya hayatının günün sonunda geri alınacağı, kıyametin akşam saatinde kopacağına bağlanmaktadır.
Neyse, çok derin meseleler bunlar ama düşünmeye değer.
***
"Cum'a" saati de saklanmış, seçilmiş, işaret edilmiş özel zamanlardır. Hele ayların sultanı Ramazan ise daha özel.. İyi değerlendirilmesi gerekir. "Nasıl yani?" demeden, milletvekilinden, genel müdürden, rektörden beklenen o anda O'ndan istenmelidir. Bakarsın "eşref saati"dir, anında kabul görür ve hülyalar gerçek olur. Yalnız ne istendiği iyi bilinmeli, 'EGO'yu tatmin için bir şey istememeli 'hayırlısı' denmeli. "On bir ayın sultanı" Ramazan'ın her günü müstesnadır.. Bilen, inanan için kutlu anlardır. Uydurulmuş, gereksiz anlam yüklenmiş sıradan günler asla değildir.
Kitapların anası Kur'an-Kerîm'in, böyle anlara, "zaman içinde zaman, mekân içinde mekan"lara bizzat dikkat çektiğini görüyoruz.
Yüce Yaratıcı'nın hem insana hem "o an"a iltifatıdır.
Nasıl ki Kabe, "Nazargâh-ı İlahi" olmuş Allah'ın nazar ettiği mekân olarak "mübarek belde" unvanını kazanmış..
Öyle olmasa Hz. Adem'den bu yana insanlar o mekânın etrafında dönüp dururlar mı?!
İçinde putlar varken de Kâbe tavaf edilmiş.
Tavafın çırılçıplak, alkış ve ıslıklarla yapıldığı zamanlar olmuş. (Cenaze alkışlama o günlerden kalma) İHRAM, yani "içinde hiç günah işlenmemiş giysiler" sonradan adet olmuş.
İnsan işte, çözülmesi zor. Bir o yana bir bu yana savrulmuş durmuşuz.

gazete

4 Temmuz 2013 Perşembe

Şehir ve sembol

Ahmet TEZCAN

Şehir ve sembol

4.7.2013

Gezi olaylarında Ankara en sarsıcı anları yaşadı. Belediye hala o kalkışmanın şehirdeki izlerini silmeye çalışıyor.
Neyse bizim üzerinde durduğumuz o değil. İnsanlar, yaşadıkları şehirleri bir şeylere benzetmekten hoşlanıyorlar.
Biz de yıllardır Ankara'nın sembolü keçi mi olsun, Hitit Kurs'u ya da Atakule, yok yok Ankara Kalesi en iyisi filan diye tartışır dururuz.
Hatta bir ara kavga sebebi bile oldu. Atakule'li- minareli tabelaları kırdılar sokaklardaki flamaları yırttılar.
Gezi olayları sırasında da o semboller özellikle hedef alınmış.
Kırdılar, döktüler gittiler. İyi halt ettiler diyesi geliyor insanın.
***
Yalnız herkes bizim gibi bu tartışmaları "ideolojik kavga" haline getirmiyor, hayatı renkli kılmayı arzu ediyor, anlamlandırmak istiyorlar.
Mesela İspanya'nın "boğa" sına inat Barselona'nın simgesi "eşek" miş. Barselona'yı gezen turistler; "Neden eşek?" diye sorunca bölge halkı Katalanlar, hemen "Bütün ülkenin yükünü biz çekiyoruz da ondan" diyorlarmış.
Gerçekten bizim şehirler içinde böyle simgesel çekişmeler var mıdır bilmem, ancak hangi şehir neyle simgelendirilir karar vermek için oranın tarihine, geleneğine bakmak lazım. Önceliklerini ve özelliklerini iyi tanımak gerekiyor.
***
Siz ne tasarlarsanız tasarlayın günümüzde yönetici ve yatırımcı kriterleri, şehirlerde aradığımız estetiğe her zaman bir engel oluşturabilmektedir.
Başkentin deniz özlemini gideren Gençlik Parkı'nı, şehrin betonlaşmasını, yanlış yapılanma ve yanlış aydınlatmayı yazacaktım, söz başka yöne aktı. Sökülen kaldırımların döşenmesini yakılan tahrip edilen toplu taşıma araçlarının yerine yenilerinin konulmasını trafik lambalarının tamirini bekliyoruz.
Biz de Melih Gökçek'in kulaklarını çınlatıyoruz.
Bunlar vatandaşın lafı.
Şehir şehir olmaktan çıkar, şehir insanı gerçekten ŞEHİRLİ gibi davranmadıktan sonra simgesinin ne bir anlamı olur mu?
Estetikten artık vazgeçtik, şehirde yaşamanın bunaltıcılığını her gün hep beraber yaşıyoruz.
Ramazan geliyor, belki bir sükûnet bulabiliriz. Ne de olsa seçilmiş, içine "eşref saati" saklanmış özel zamanlardır, yararlanmayı bilirsek.
Hepinizin Ramazanını kutluyor hayırlar diliyorum.

gazete

27 Haziran 2013 Perşembe

Sokaktan siyaset çıkmaz

Ahmet TEZCAN

Sokaktan siyaset çıkmaz

27.6.2013

DOĞRUDAN demokrasi, halkın egemenliğini bizzat ve doğrudan kullandığı bir demokrasi türüydü. Bu türde halkın halk tarafından yönetilmesi esastı.
Siyasi kararlar çoğunluk esasına göre, vatandaşın oy çokluğu ile doğrudan doğruya şehir halkı tarafından alınıyordu, adı da "doğrudan demokrasi" idi.
Şehir devletler döneminin bu yönetim biçimi asırlar öncesinde kaldı. Kararlar artık TEMSİ-
Lİ DEMOKRASİ ile, halkın seçtiği vekiller eliyle alınıyor.
***
Herkes gidiyor Mersin'e biz gidiyoruz tersine..
Sokağı parlamentoya taşıyacağımıza parlamentoyu sokağa taşıyoruz.
Nerede bir izinsiz gösteri, toplum düzenini bozan bir taşkınlık varsa bakıyorsunuz milletvekilleri orada. Muhalefetini mecliste, meclisin kurallarına göre yapması gerekirken sokakta kitle psikolojisinin yönlendirdiği kalabalıklarla beraber adam gösteride. Bir aferin uğruna kendilerini polisin önüne atıyorlar, panzerin önüne oturuyorlar, milletvekiline yakışmayacak en olmadık gösterilere bizzat öncülük ve önderlik ediyorlar.
Çok yakışıksız çok çirkin ve çok çelişkili bir durum.. Demokrasimizi adım adım ilerletelim derken adeta geriye doğru gidiyoruz. Şimdi kime anlatırsınız doğrudan demokrasi şehir devletler döneminde kaldı şimdi temsili demokrasi devridir diye?!..
Bakıyorsunuz 70'li yılların bol sloganlı militan jargonu halâ ağızlarda..
Sokaklardan bununla siyaset çıkarmaya çabalıyorlar. Halbuki sokaktan kurallı bir anlayış çıkmayacağı ortada.
Sokak sadece uyarır ve ileri götürülürse de çatıştırır. Sokaktan siyasete bir şey çıkmaz. Bu vatandaş 12 Eylül öncesini gördü yaşadı, 70'li yılların usulüyle onu kazanmak mümkün değil.
***
Meclisler kuralsız politika yapılmasın diye var ve Türkiye Cumhuriyeti parlamentosunda da bütün görüşler temsil ediliyor. İktidar ve muhalefet orada görüşlerini dile getirecek.
Şimdi demek lazım ki; Sokak varsa parlamento niye var?!..
Özgürlüklerin önü hızla açılmaktayken bunlar neden oluyor? İktidarın da muhalefetin kendisine şöyle bir bakması lazım, ne yapıyorum, nerede siyaset yapıyorum diye..
Sokağın sesi olması gereken muhalefetin büyük eksiği olduğu görülüyor.
Sokağı mecliste temsil edeceğine Meclisi sokağa taşıyor.
Aslında şunun hesabını yapması gerekir:
Söylendiği gibi madem insanlar bu kadar muhalif öyleyse bunlar niçin muhalefete yazmıyor. Sokaktaki muhalefet niçin meclisteki muhalefete yatırım yapmıyor? Velhasıl büyük oyun ve büyük işbirliği var evet, fakat bir kısım sosyal çevrelerin rahatsız olduğu da kabul edilmelidir.
İktidara düşen de budur.
Bir kışkırtma var diyerek orada durulmamalı ve hızla çözüme ulaşılmalıdır.
Benim korkum; sürdürülebilir olmasa da bundan sonra sokağın siyasetin bir parçası olarak görülüyor olmasıdır.

gazete

20 Haziran 2013 Perşembe

#düşünenadam…

Ahmet TEZCAN

#düşünenadam…

20.6.2013

KAOS kelimesi (chaos) Fransızca'dan dilimize girmiş, 'kargaşa, karışık durum, uyumsuzluk' anlamına geliyor.
Kavram olarak fizik, kimya ve matematiğin olduğu kadar sosyolojinin de konusu kaos.
Batı'da bundan yani kaos teorisinden düzen üretildiği yoğun tartışma konularından biridir.
Önce DÜZENSİZLİK yaratmakta sonra da ondan DÜZEN ürettiklerine inanmaktadırlar.
***
Şurası bir gerçek kaos imkânlarıyla toplumsal olayları belirliyorlar.
Dolayısıyla kaos, günümüzde medyanın ve toplumun sıcak gündem başlıklarını oluşturmaya devam ediyor.
Bir cümleyle ifade edersek, küresel gücü elinde bulunduranların bunu yani kaotik durumu toplumların denetlenmesinde bir yöntem olarak gördükleri muhakkak..
Bunun çeşitli sebepleri var. Bana sorarsanız, eskiden devletlerin şirketleri vardı, şimdi ŞİRKETLERİN DEVLETLERİ var, bilançolarını buna göre ayarlıyorlar.
Çok vicdansız bir durum, içimizden kimileri de buna alet oluyor. Bazı kanallar da futbol maçı kritikleri gibi saatlerce bunları yayınlıyorlar.
***
Peki, sıradan bir vatandaş olarak benim için neyi ifade ediyor?
Başkentte yaşayan biri olarak, sabah evden çıktığımda ya da iş dönüşü yaşadığım düzensizlik ve bunun yarattığı ağır stres. En basitinden sayısız kavşakta kaos yaşıyorum.
Neden?
Çünkü pek çok trafik lambası demir çubuklarla veya kaldırım taşlarıyla kırılmış. Herkes bir yol bulup kavşağı aşmaya çalışıyor. Bu sıkıntıyı yaşayanlar arasında bu durumu alkışlayanlar da var muhakkak. Vuruyorsun, kırıyorsun, şimdi de duruyorsun, yarattığın bu kargaşayla beni neye iknaya çalışıyorsun? Bize şimdi duran değil, DÜŞÜNEN ADAM lazım.
Bunu söylerken Rodin'in ünlü "düşünen adam heykeli"ni hatırlıyorum.
Onu biz götürüp Bakırköy Akıl Hastanesi'nin bahçesine yerleştirmiştik, oysa bütün kavşaklara birer tane koymak gerekiyormuş.
Bilmem anlatabildim mi?

gazete

13 Haziran 2013 Perşembe

Meydan ihtiyacı

Ahmet TEZCAN

Meydan ihtiyacı

13.6.2013

Koca bir memleket kaç gündür tek gündemle uğraşıyor; Taksim… Başka şey düşünemez olduk.
Meselenin temeli bir şehrin MEYDAN ihtiyacıdır. Buna böyle bakmak lazım.
Ama gel gör ki birileri ayağa kalkınca herkes kendi hesabını görmeye kalkıştı.
Tarih tersyüz edilerek çevrilen muhteşem(!) dizi filmin kahramanı niçin oradaydı mesela? Ağaçlar kesilmesin diye mi? Hayır… Başkahramanı olduğu film, yapımcısı, yöneticisi ile birlikte Başbakan Erdoğan tarafından açıkça kınandığı için bir fırsat o da kendini Taksim'e attı, protestocularla birlikte resim verdi. Kınanmış olmayı bir türlü hazmedemedi.
Gelinen sonuç kendisini mutlu etmiş midir sormak lazım.
Milyonlarca lira karşılığında bir bankanın ekrandaki yüzü olan tiyatrocu arkadaşın da bir görevi vardı mutlaka… Aksi halde "Mesele üç ağaç değil, hala anlamadın mı?" diye hararetle mesajlar çekmezdi. 'Faiz lobisi' deyince benim aklıma ilk o isim geliyor. O, lobinin de yüzü oldu böylece.
***
Gerçekten mesele sadece bir şehrin meydan ihtiyacıdır.
Sadece İstanbul değil, Ankara'da da Başkent'e yakışır bir meydan yoktur. Bizim şehirlerimizin neredeyse hepsi meydan yoksunudur.
Oysa Batı ülkelerinde, caddelerdeki trafik ve insan akışından bunalanlar muhteşem meydanlarda nefes almaktadır.
Ve batıda bütün şehirler o meydanlara göre yapılandırılmışlardır. Red Square yani Kızıl Meydan Moskova kadar ünlüdür. Paris'in ünlü Place de la Concorde'una ulaşıp resim çektirmeyen var mıdır? Londra'nın Trafalgar'ı, Berlin'in Pariser Platz'ı aynı şekilde… Pekin'de Tiananmen, "İLAHİ BARIŞ'IN KAPISI" anlamına geliyormuş, oysa barışa değil savaşa meydan oldu malum, insanlar özgürlük uğruna tankların altında ezildiler… Venedik'deki ünlü San Marco, 24 saat canlı, her milletten insanlarla cıvıl cıvıl bir meydandır.
Örnekler çoğaltılabilir, her şehirde bir meydan her meydanın bir hikayesi vardır batıda…
***
Meydan demek OTORİ-
TE demektir.
Ya devlet veya dini bir otorite o meydanın bir yerindedir mutlaka. Kafasını kaldıran muhafızlarıyla birlikte muhteşem bir saray yahut aynı ihtişam içinde bir büyük katedral ile karşılaşır. İnsanlar böylece bir yüksek ve yüce iradeyi derinden hisseder, hissettirilir ve baş eğer. Bütün cadde ve sokaklar da oraya açılır.
Bizim geleneğimizde öyle bir şey yok, dolayısıyla meydanlarımız da yok.
Sarayın kapıları bile insan boyundan alçak yapılır ki hünkâr boyun eğsin geçsin, kendisinden büyük bir YÜCE İRADE olduğunu daima hatırlasın.

gazete

6 Haziran 2013 Perşembe

Taksim düştü kel göründü!

Ahmet TEZCAN

Taksim düştü kel göründü!

6.6.2013

Çok sıkıntılı günleri inşallah geride bıraktık, şüphesiz bundan en çok etkilenen de sade vatandaşımız oldu. Hareket başlarken ben de bir vesile İstanbul'da, tam da Taksim'in göbeğindeydim. Olaylar Ankara'ya taşınınca da Başkent'in sıkıntısını yaşadım diyebilirim. Eve hangi yönden ulaşacağımızı şaşırdık adeta. Polis, göstericiler ve her yön barikatla tutulmuş. Nedir ne oluyor dendiğinde de cevap, "agresif gruplar var" oldu. Eve girdik bu defa tencere, tava ve siren sesleri. Velhasıl hayli tedirgin olduk. Uzak yakın herkes bir kere daha bu tedirginliği yaşadı. Kimsenin bu olaylar karşısında koltuğunda rahat oturduğu söylenemez. Yaşı müsait olanlar "Ne oluyor, 70'li yıllara yeniden mi dönüyoruz?" dediler. Sokaktakilerin çoğu ise o günleri yaşamadığı için gençlik heyecanına kapılıp şölen havasında bir harekete destek verdi.
***

Ama işin aslının bilinmesi lazım. Bu olaylar şapkamızı önümüze koyup bir kere daha aklıselimle düşünme ve değerlendirme zaruretini ortaya koydu. Bizim ülkemiz her an bu tür krizlere gebedir. Bugün Recep Tayyip Erdoğan yarın bir başkası. İşin başında kim olursa olsun bu değişmez. YÖNETEN konumda bu topraklarda kimseyi rahat bırakmazlar. İddiasız, yönetilen, güdülen, başı yumuşak bir yapı kurup kimsenin tavuğuna 'kışt' demeseniz bile rahat olamazsınız. Bunun çok çeşitli sebepleri var. En önce ve hali hazırda dünyanın enerji ihtiyacının yüzde 65'inin sağlandığı bir bölge burası. Din ve mezhepler bakımından da tam bir mozaik. Bütün semavi dinlerin ve en keskin mezhep hareketlerinin merkezi. Dünyada hangi ülke Mekke, Medine ve Kudüs'e kuş uçuşu iki saat mesafede? Atina, Brüksel, Moskova, Tahran ve başlı başına Kafkasya. 250 milyon nüfuslu Türk dünyasıyla akrabalığımız, Akdeniz, Karadeniz ve Hazar bir potansiyel. 54 ülkede 1 milyardan fazla insanın yaşadığı Kara Kıta Afrika. Maden ve petrol zengini olduğu halde hiç huzur bulmamış, karnı da doymamış insanlar.
***

Bu bölge, ekonomiyi, turizmi olduğu kadar savaşları ve çatışmaları da besleyen bir bölge. Altı asırlık bir imparatorluk mirasçısı olan Türkiye bu insanlara ulaşıyor, kardeş bölgelerle yeni ilişkiler kurmak için çabalıyor, bu da başkalarını çok ama çok rahatsız ediyor. Karışıklık ve kargaşaya malzeme olmayalım yeter. Bu milletin sağduyusu her şeyi çözer.

gazete

30 Mayıs 2013 Perşembe

Spor sahasında alkol!..

Ahmet TEZCAN

Spor sahasında alkol!..

30.5.2013

Son günlerin en ateşli tartışması ALKOL üzerine, tartışma sertleşerek sürüyor. Hatta konu hızla siyasileşme yolunda… Kimi "gençleri koruma", kimi "yaşam dayatması" olarak değerlendiriyor Meclis'teki düzenlemeyi… Bunun neresinde yer alacağız? Herkes istediği içkiyi, istediği zaman, istediği yerden, istediği kadar elde edebilsin mi?
Yoksa buna bir sınırlama mı getirilsin?
İşin ucunu bıraktığınız zaman alkolizmin de yapı taşlarını döşemiş olursunuz.
***
Yeri gelmişken bir olayı hatırlatmak istiyorum.
Birkaç ay önceydi, İstanbul'da bir alışveriş merkezinde, alkollü içki üreten bir firmanın tanıtım etkinliğinde 8-9 yaşındaki çocuklara içki ikram(!) edilmiş, ilköğretim çağındaki çocukların içki yudumlamaları kameralara da yansımıştı.
O zaman gazeteler; "Böyle rezalet görülmedi" diyerek olayı duyurmuştu doğal olarak.
Şimdi Meclis'in düzenlemesi neden "özgülüğe müdahale" oluyor?
Neden "kendi hayatlarını bize dayatıyorlar" eleştirisi yapılıyor anlamak gerçekten güç.
***
"İktidar yandaşı" diye yaftalanan bir muhafazakar gazetede köşe tutmuş yazar bile "ahlakı devlet üretmez" diyerek düzenlemeye bir ucundan muhalefet ediyor. Peki, devletin üretmediği ahlak hangi yollarla tüketilmektedir canım? Yanıt alabilir miyim?!.. Bizim spor kulüplerimizde bile alkol serbest, örnek mi istiyorsun?
1700 üyeli Ankara Tenis Kulübü… 19 Mayıs'ın içinde, Başkent seçkinlerinin her gün stres attıkları bir mekan.
Viskiden biraya ne istersen var, üstelik T. Tenis Federasyonu Başkanı da haberdar! (Başbakan Erdoğan'ın veya Bakan Binali Yıldırım'ın haberi var mı bilmiyorum) Spor ortamında, çocukların gözü önünde alkol tüketilen bir Batı ülkesi gösterin bana?! Şimdi ben yasakçı mı oldum?


gazete

23 Mayıs 2013 Perşembe

İyiliğin kaybı olmaz

Ahmet TEZCAN

İyiliğin kaybı olmaz

23.5.2013

Ömer Hayyam'ın suçsuz günahsız, çok hoş dizeleri de var, şöyle diyor bunlardan birinde: "Her sabah yeni bir gün doğarken bir gün eksilir ömürden / Her şafak bir hırsız gibidir elinde bir fenerle gelen" Rubailerinde hayata dair çok şeyler söylüyor ünlü filozof.. Biz de bir şeyin çok önemli olduğunu anlatmaya çalışırken; "hayatî önemde" deriz en yüksek perdeden ve bağlarız. İnsanın hayatla olan bağı çok güçlüdür, güçlü olmalıdır. Yalnız bizim için değil, ailemiz, sevdiklerimiz için önemlidir. Bütün olumsuzluklar hayatla olan bağımız zayıflamaya başlayınca ortaya çıkar. İşte o zaman yıkılırız, kaybetmeye başlarız. İntiharlar, cinayetler o zaman ortaya çıkar. Toplumda en tehlikeli olanlar, hayatla bağını koparmış, kaybedecek bir şeyi kalmamış kişiliklerdir. Hayatla bağını koparanın ruhu hasta olmuştur. Gözü bir şey görmez. Onun için etrafımıza, birbirimizi zemmetmek yerine varlığının ne kadar önemli olduğunu hissettirmek gerekir. Olumsuzluklardan, farklılıklardan bahsettiğimiz kadar iyilik ve güzelliklerimizi bulmak için enerji harcamış olsak hayatın rengini değiştiririz. İlişkilerimizi güçlendirir, sevgimizi artırırız. Bu davranış, hayatı kolaylaştırmanın, güzelleştirmenin en kestirme yoludur. Dinler ve çeşitli kültürler de taa başından beri insanlara temelde bunu vazeder. İnsanlara iyiliği, güzelliği bulmanın yollarını gösterir.

***
Şimdi nereden çıktı bunlar demeyin, bakın size bir hikâyem var. Ölmek üzere olan yaşlı bir babanın yatağının başındaki üç oğluna vasiyetidir. "Birbirinize düşmeyin" der yaşlı baba, sahibi olduğu 17 devenin yarısını büyük oğluna, üçte birini ortancaya, dokuzda birini de küçük oğluna bırakır. Babalarının ölümünden sonra vasiyete göre 17 deveyi paylaşmak isteyen üç oğul, bir türlü işin içinden çıkamaz. Çünkü 17 ne ikiye, ne üçe, ne dokuza bölünebilmektedir. Köyün bir bilge kişisi vardır, ona sorarlar. Cevap gayet kısa ve nettir: "Benim de bir devem var, onu da alın hesabınızı yeniden yapın." Cömertliğe şaşıran kardeşler memnundur. Böylece sayısı 18'e çıkan develerin paylaşımı da kolaylaşır. Yarısını, yani 9'u büyük oğul, üçte biri yani 6'sını ortanca oğul alır dokuzda biri olan 2 deve de küçük oğula kalır. Miras paylaşılmıştır ama yine bir sorun vardır; 9+6+2=17 olan hesaba göre bir deve artar. Bilge kişinin kapısını yine çalıp durumu anlatırlar. Yaşlı adam güler ve der ki; "Madem mirası paylaştınız ben de devemi geri alabilirim artık." İnsanların hayatla bağını güçlendireceğimiz bir çift söz, çoğu kez yaşlı bilge kişinin "katkısı" gibidir. İnanın bizim hiçbir kaybımız olmaz.

gazete

16 Mayıs 2013 Perşembe

Oda ve borsalarda değişim

Ahmet TEZCAN

Oda ve borsalarda değişim

16.5.2013

Odalar ve borsalarda müthiş seçim heyecanı yaşanıyor. 'Değişim, dönüşüm' en çok prim yapan slogan… Hangi ilde ne oldu hepsini bilemiyorum ama kaç yıllık yerleşik yapıların gümbür gümbür devrildiklerini biliyorum.
Mesela Rona Yırcalı, son zamana kadar adı DEİK ile birlikte geçiyordu.
Açık yazılışıyla Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu… "Türk özel sektörünün küresel gücü" olarak adlandırılır. DEİK, TOBB'a bağlı olarak çalışır. Rona Bey de icra kurulu başkanıydı yakın zamana kadar.
O görevi devam ediyor mu bilmiyorum?!.. Yırcalı, kendi memleketi olan Balıkesir'de de 37 yıldır Sanayi Odası'nın yönetimindeydi.
Değişim dönüşüm isteyen yarı yaştaki gençler, geldiler yerleşik yapıyı yıkıp geçtiler.
Ticaret Odası'nda da gençler yönetimi aldı, hiç kimse tahmin etmiyordu. Rona Bey'in yıkılışı Roma'nın yıkılışıyla kafiyelendirilerek söyleniyor Balıkesir'de… Yalnız Balıkesir'de mi, birçok ilde 30-40 yıllık yapılar bir bir yıkılıyor.
Kabinenin tek hanım bakanı olan Fatma Şahin'den de dinledim, genç işadamları alttan fırtına gibi geliyorlar.
Bu sefer olmadıysa bir dahaki sefere oda ve borsa gibi meslek örgütlerinin tamamı değişir gibi geliyor bana.
Bu ne demek biliyor musunuz? Demirel Türkiye'sinden kalan yapılara artık kimsenin tahammülünün kalmadığını gösteriyor. TESK de dahildir buna.
Benim derdim değil buralarda kimlerin görev yaptığı… Ancak TOBB'da eskimiş olan bir yapı ve o yapının kabul edemediğim uygulamaları var.
En basitinden mesela; bunlar aynı zamanda bir sivil toplum örgütüyseler neden TOBB'un TESK'in araçları resmi plakalıdır bir türlü anlayamıyorum.
Aidatların icra yoluyla tahsili de garip!..
Bu kuruluşlara üyeliğin gönüllülük esasına dayalı olması gerekiyor.
Milletvekilleri kendileriyle ilgili bir yasa çıkarmaya kalkıştı da yer yerinden oynadı.
Resmiyetle ne alâka?
Eskiden patronaj devletteydi şimdi patron millet!..
Devletçi yapılar değişmek zorunda, ben bunu bilir bunu söylerim. Ankara'ya sonra geleceğiz.

gazete

9 Mayıs 2013 Perşembe

Köklü gelenek ve Anayasa

Ahmet TEZCAN

Köklü gelenek ve Anayasa

9.5.2013

Türkler tarih sahnesinde 3000 yıldır var. Kurdukları devletlerin sayısı Cumhurbaşkanlığı forsundaki gibi 16 da değil. Sayısı 112'yi, kimi kaynaklara göre de 180'i buluyor kurduğumuz devlet sayısı. İlk büyük Türk devleti Hun İmparatorluğu... Japon denizinden Hazar'a kadar olan coğrafyada 436 yıl hükümran olmuş Hunlar. Son Türk Devleti Türkiye Cumhuriyeti'nin içinden çıktığı Osmanlı... 641 yıl üç kıtada cihan hakimiyet kurmuş, 36 hükümdar gelmiş geçmiş.
Asırlar içinde çok köklü devlet gelenekleri oluştuğunu görüyoruz. Hakan nasıl değişir, sadrazam, vezir nasıl değiştirilir?
Hepsinin seçimi de, protokolü de belliymiş.
Devlet olarak böyle derin gelenekleri olan bir yapıdan söz ediyoruz, isterseniz bir göz atalım.
Osmanlı'da "cuma selamlığı", "cülus merasimi" ya da "kılıç alayı" gibi törenler tarihçiler tarafından "dünyanın en muhteşem protokolü" olarak niteleniyor. Padişahların Eyüp Sultan'da kılıç kuşanmaları adettendir mesela... Arz odasında cülus tebrikleri kabul ederken, padişah için bütün camilerde hutbe okunurdu.
Saray kapısı babüssaade önünde "devletinle bin yaşa" ya da "mağrur olma padişahım" diye hakanın yüzüne karşı bağırılır, törenden sonra da "münadiler" durumu şehre ilan ederler, donanma da top atarak selamlardı. (21 parelik atış geleneği o günlerden kalmadır.) Cülûs merasimi, hünkarın Yeniçeriler'e tahta çıkarken verdiği bahşişin töreniydi, bugünkü maaş zammı gibi bir şey.. Kılıç Alayı, devlet erkânı ile birlikte Hakanın kılıç kuşanmak üzere, Topkapı Sarayı'ndan yola çıkarak Eyüp'e gidip dönmesi merasimi... Deniz yoluyla gidilir, karadan dönülürmüş. Darüssaade, babüssaade ağaları, silahdarlar, rikabdar ağalar protokolün çok önemli elemanları ve bu protokol asırlarca sürmüş.
***

Şimdi bütün bunlar yalnızca "hükümdarın şanından ileri gelen gelenekler" olmasa gerek! Medeniyet kurmuş köklü devlet geleneği olan, milletler ancak böylesine protokol oluşturabilirler.
Askerlerin emir-komuta zincirinde yaptırdığı bir anayasayı değiştirmek için yıllardır herkes mutabık. Ama ne gariptir ki "Hadi buyurun" denince herkes bir yandan çekiştiriyor. Meclis Başkanı Cemil Çiçek ortak bir metin üzerinde anlaşma sağlanması için bir o partiye bir bu partiye mekik dokuyor.
Öyle an geliyor ki 'imparatorluklar kuran o iradeden bu kadar mı koptuk!' diyesi geliyor insanın?!..
Neyle, kimle, nasıl yönetileceksek 'bitirin gari' şu işi..

gazete

2 Mayıs 2013 Perşembe

1 Mayıs kan davası..

Ahmet TEZCAN

1 Mayıs kan davası..

02.05.2013
Ankara'da Tandoğan Meydanı ve Sıhhiye'de 1 Mayıs, EMEK VE DAYANIŞMA adına şenlik havasında kutlandı.
Herkes sloganını attı ideolojisine uygun biçimde, muhalefetini yaptı, kurtlarını döktü.. 1 Mayısçılar böylelikle baharın güneşinden de doyasıya yararlanmış oldular.
Yarasın, kutlu olsun… Yalnız Ankara mı? 80 vilayette, günün adına yakışır biçimde aynı şekilde kutlandığını biliyoruz.
Bir etkinliğe katılmamış olsalar bile; Kars'ta, G. Antep'te, Kastamonu'da, Antalya'da, Uşak'ta ve diğer illerimizde emekçi, işçi ve tüm çalışanların yanı sıra vatandaşlarımızın dünü dinlenerek, gezerek, çocuklarıyla pikniğe giderek değerlendirmiş olduklarını düşünüyorum.
***

Yalnızca İstanbul hariç… 1 Mayıs'ı, emeğin, dayanışmanın bayramını İstanbul'da vatandaşa zehir ettiler. Çalışan, çalışmayan tüm İstanbul halkı evlerinde ya kapandı kaldı… Yahut dışarı çıkan, çıkmak zorunda olan oğlunu kızını endişe içinde beklemek zorunda kaldı. Demir bilyelerle, taşlarla, gaz bombalarıyla, kırarak dökerek… 1 Mayıs'ı çatışarak, savaşarak kutlamaktan ne zaman vazgeçeceksiniz? Biliyorum, 1 Mayıs sizin için ne emeğin ne dayanışmanın günü...
Sizin için 1 Mayıs… Bir KAN DAVASI günüdür o kadar!..
***

77'deki kanlı katliamı unutalım, üstünü örtelim demiyorum. Taksim'deki o olay da tıpkı K.
Maraş gibi, Madımak ve Başbağlar gibi… Bu memleketin aydın insanlarının suikastlarla bir bir ortadan kaldırılması gibi… 27 Mayıs'tan 27 Nisan'a kadar tüm ihtilalleri, idamları, darbe teşebbüslerini de tezghlayan… Ucu dışarıda, işbirlikçileri içeride karanlık bir odağın işidir. Ve maalesef bu kanlı tezgaha, siyasetten çalışma hayatına, medyadan güvenlik birimlerine kadar alet olmuş olanlar vardır. Elbette ve inşallah bir gün ortaya çıkarılacaklarına yürekten inanıyorum. Ben bunu bilir bunu söylerim.
Yarım asırdır bu millet ağız tadıyla bir bahar bayramı kutlayamadı gitti… Alakasız anlamlar yükleyip Nevruz'dan Hıdırellez'e bütün baharlarımızı kaybettik.


gazete