28 Kasım 2012 Çarşamba

Kızartma yağları ne oluyor?

Kızartma yağları ne oluyor?
Ahmet Tezcan/Gel de yazma

Her daim kızartma mevsimidir bizim memleket, patatesten karnabahara biberden balık çeşitlerine kadar mutfaklarımızda kızartmamız hiç eksik olmaz.
Zaten Türk mutfağında ‘kızartmalar’ başlığı altında sıralanan yemekler çok önemli yekûn tutmaktadır. Hele şimdi tam balık mevsimi, özellikle hafta sonlarında başkentte hamsi tava yapılmayan ev yok gibidir.
Hangi çocuk patates kızartmasından vazgeçebilir? Bunu bildikleri için mısıra, patatese dayalı ‘cips’ sektörü belli tekeller elinde dünyada trilyonluk ciro yapıyor.
****
Lafı fazla dolandırmadan konuyu kızartma yağına getirmek istiyorum.
Bir litre kullanılmış bitkisel yağın 1 milyon litre suyu kirlettiğini biliyor muydunuz? Mutfakta kullanılan yağlar bir veya iki kullanımdan sonra lavaboya boşaltılıyor. Bu yağların bir bidona toplanıp değerlendirildiği hiçbir eve ben şahsen rastlamadım.
Adı üstünde ATIK, kullanılıp atılıyor. Bizde çevre bilinci fazla gelişmiş olmadığından bu gibi meselelere kafa yormuyoruz.   
Avrupa’daki gibi BİYOYAKIT üretimi de fazla gelişmiş değil bu yüzden yağların çoğu ziyan oluyor. Oysa bu konu zararı ve zayiatı yönüyle çok ciddi.   
****
Mustafa Ezici bu atıkların değerlenmesi için çaba sarfeden birkaç kişiden biri, bizim de arkadaşımız. Yıllardır ne mücadele verdiğini yakından biliyorum. Rakamları sıralayınca aklım durdu. Yılda 350 bin ton atık yağdan bahsediyor. Kaynaklar kirletildiği için “Yakında içme suyu dahi bulamayacağız” diyor.
En önemlisi 2008’de çıkarılan kanuna rağmen belediyeler toplama konusunda üzerlerine düşen görevi layıkıyla yerine getirmiyorlar. Atık yağ; Tarım, Sağlık, Çevre, Enerji gibi bakanlıkların da konusu fakat faaliyetleri yeterli değil.
Recep Akdağ, sigara ile mücadelesinin, Taner Yıldız, petrol heyecanının, Erdoğan Albayrak TOKİ çabasının, Mehdi Eker de yağlı tohuma harcadığı mesainin onda birini bu konuya ayırsa bir petrol damarı bulmuş kadar kaynak elde edebiliriz.       

21 Kasım 2012 Çarşamba

Trafik terörü!

Trafik terörü!

Ahmet Tezcan / Gel de yazma 21 Kasım 2012
Şehirde yaşayıp da trafikle başı derde girmemiş bir kimse yoktur diye
düşünüyorum. Kıyamete kadar bu işin çözüleceğini de sanmıyorum.
Öyleyse uğraşmanın manası yok diye oturacak değiliz elbet. Mutlaka
birilerinin bir şeyler yapması gerekiyor.
Cezaların yükseltilerek bu problemin çözülebileceğini söyleyenler var.
Hayır, çözülemez..
Temelinde insanın olduğu her meselede olduğu gibi trafik de daima
hayatımızda tartışma konumuz olmaya devam edecektir.
İhsan Memiş, Ankara’da Karayolu Trafik ve Yol Güvenliği Araştırma
Derneği’nin başkanı, ömrünü trafiğe adamış. Bu kez “Trafik Mağdurları Anma
Günü” dolayısıyla uyarıyor, diyor ki:
Trafik de bir çeşit terördür ve Türkiye, dünyadaki ilk 10 ülke
arasında trafik teröründe 3. sırada yer almaktadır.
Terörlerden terör beğen, her türlü terör nedense bizi buluyor!
Peki, trafik teröründen bahsediliyorsa terörist kim?
Bunu da herkesin kendisine sorması lazım..
Başkan Memiş bir şeye daha işaret ediyor: Mevcut trafik kanunu ve ağır
işleyen bürokrasi..
Bu yüzden çözümsüzlükle karşı karşıyayız. Her yedi kişiden biri trafik
mağduru ve her yıl mağdur sayımız azalmıyor artıyor. (Mağdurlardan biri de
benim. Her hafta bir ekip geliyor, kapı önündeki arabama “kaldırım işgalinden”
bir ceza yapıştırıp gidiyor. Arabanı başka yere koy derseniz koyamıyorum çünkü
apartmanın her yanı Rent a Car otolarının işgali altında. Melih Başkan’a
sorarsanız bunların hepsi gelecek yıl şehir dışına çıkarılacak.)
Trafikteki problemi İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin yahut bürokratları
bilmiyor mu? Elbette biliyor, ancak onların da açmazları var.
Velhasıl “Terör” demek için trafikte hayatını kaybedenin “şehit” gibi
muamele görmesi, yani “adam” değeri taşıması ve mücadelenin de dağdaki kadar
ciddiye alınması gerekiyor.

14 Kasım 2012 Çarşamba

Sözün özü!

Sözün özü

Ahmet Tezcan/Gel de yazma 14 Kasım 2012
“Gerçeğin mayası gözle görünmez” demiş Exupery, yürekle baktığınız
zaman ancak gerçeği görebileceğimizi söylemiş.
Göz işte, gördüğü yere kadar gösterebiliyor!
Görmek için asıl duymak gerekiyor o da kulakla değil, yine yürekle. O hem
duyar hem görür ve her hassa oraya bağlı hareket eder. Onun için bir adama
“yüreksiz” denildiği vakit yalnızca “cesaretsiz” demiş olmuyor, ona her şeyi
söylemiş oluyorsunuz.
“Gerçek ve Görüntü” hakkında söylenmiş yüzlerce söz var belki.

****

Hugo mesela, herkesin insanlığı değiştirmeye çalıştığını ama hiç kimsenin
önce kendisini değiştirmeyi düşünmediğini söylüyor.
Bu da bir başka gerçeğin ta kendisi, üzerine söylenecek tek laf yok.
Laf diyorum çünkü bizimkisi hep laf..
Ama bunlar söz, hem de özlü söz.. Hayatın imbiğinden geçmiş derler ya
öyle..

****

Tahran’da Bab-ı Ali diye bir yer vardı. Adına bakıp bizdeki “Babıali”
çağrışımıyla basınla ilgili sanılmasın, canlı müzik eşliğinde ailece yemek yenilen
“müzikhol” gibi bir mekan burası. Fakat bir farkı var, arada Mevlâna’dan,
Hayyam’dan rübailer söylenen bir yer.. Farisi diliyle terennüm edilen muhteşem
mısralar rebab, ud, def, daire eşliğinde icra ediliyor.
Orada bir sühan yani söz ustası, “ilk sahibinden selamla” diye başlıyordu
söze. Söz’den söz ederken ilk sahibi anılmadan geçilmez. Biz de ondan bir sözle
kapatalım:
Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer hakikaten inanıyorsanız muhakkak üstün olan
sizsiniz.

7 Kasım 2012 Çarşamba

“Bu ülke” ve o ülke!



Gel de yazma
Sabah Ankara bir şehir gazetesi, şehir demek medeniyet demektir..
Bu paralelde şehir gazetesi de; medeniyete dair mevzuların işlendiği
toplumsal bir iletişim organıdır. Aykırılıkları yerecek, uygunlukları öveceğiz, bize
düşen bu..
Şehirde yaşıyorsan davranışlarını törpülemek, medeniyetle bağdaşır bir hal
geliştirmek durumundasın, sana düşen de bu. Dağ başıymış gibi Kızılay
Meydanında bir ağacın dibine tüküremezsin mesela..
****

Bazı şeyler var ki insanı çok düşündürüyor. Düşündürmekle kalmıyor bazen
yere baktırıyor..
Neden mi söz ediyorum, şu Amerikan seçimlerinden..
Amerikalıların kimi tercih etmiş oldukları değil, seçimden sonraki tavır ve
davranışlarıdır beni düşündüren..
Romney denen adam seçimi kaybetti, kaybetti ama kalktı dedi ki:
“Ben ülkeme inanıyorum, inanıyor ve güveniyorum. Hükümete de
teşekkür ediyorum, bize böyle bir seçim süreci yaşattığı için..”
Romney’nin söylediği bu sözlerin özeti olan cümleyi de salonun alnına
kocaman yazmışlar:
Believe in America..
Bunun bir TAKIM işi olduğunu vurgulayarak, her bireyi ve aileyi de yükseltip
yücelterek başarıyorlar.

****

Seçilen başkan Obama da bu çizgiden şaşmıyor, her fırsatta ülkesine,
insanlarına olan güvenini ve inancını kuvvetle ifade ediyor. “Benim ülkem,
bizim ülkemiz, insanlarımız” gibi; kuşatan, kucaklayan, saran, büyüten,
yücelten ifadelerden başka söz dökülmüyor ağızlarından.
En azından yönetici konumdaki adamların, ülkesini ve insanını aşağılayan,
zayıflatan, küçülten galiz sözlere yer vermediklerine şahit oluyoruz.
Adamlar, IRK-RENK gibi mülahazaları aşıp BÜYÜK olmuşlar. “Devlet
adamı” kimliği taşıyan ve topluma “rol-model” olanların söz ve davranışlarına
da bu büyüklük böyle yansıyor.
Bizdeki konuşmalarda ise aynı konumda olanların “bu ülke” diyerek
Türkiye’den bahsetmelerine de kahroluyorum.
Yanlışsam Meclis’teki Dışişleri bütçesi görüşme tutanaklarına bakın farkı
anlarsınız.

31 Ekim 2012 Çarşamba

Eski evler yenileniyor ya gönüller?!..

Gel de yazma

Eski evler yenileniyor ya gönüller ?!..



Birçok yerde eski Türk evleri restore ediliyor.
Sıvası dökülmüş yıkık dökük eski evler, bir bakıyorsunuz boyalanmış cilalanmış
ve aslına uygun olarak yenilenmiş..
En yakın en güzel örneklerini Ankara’da Altındağ’da görebilirsiniz. Başkan
Veysel Tiryaki ilçedeki pek çok eski evi bu şekilde dönüştürdü.
Yalnızca Ankara’da değil birçok şehirde gördüm bu çalışmayı.
Dış duvarları yüksek, cumbalı, iç avlulu, mabeyinli o evlerde doğup büyümüş biri
olarak benim çok hoşuma gidiyor bu dönüştürme işlemi..

****

Eski evlerin cumbası binanın çıkıntısıdır, pencereleri iki yandan yukarı doğru
sürgülü olarak açılır, sedirde sırtınızı sokağa verip fesleğen saksısının arkasından
gelen geçeni seyredersiniz.
Niçin fesleğen saksısı, onun da esprisi var kendine göre.
Bir kere eski gelenektir.. Her evde mevsimi gelince fesleğen başta olmak üzere
teneke kutulara bolca çiçek ekilirdi. Fesleğenin güzel kokusu fena kokulara perde
olduğu gibi bazı haşarata da manidir. Fesleğenin seyir penceresi önüne konulması
ise yalnızca kokuya yakın olmak değil, oturana da perdedir. Dolayısıyla konu-
komşuya “akşama kadar pencerede” dedirtmemek gerekir. Ayrıca mahallenin
gelin ve damat adayı gençleri fesleğen ardından çaktırmadan gözlenir.
Bahçedeki musluğun önü tuğlayla çevrilip, betonla sıvanarak küçücük bir havuz
oluşturulur, kenarına da bu çiçekler dizilirdi.
Bu küçük havuz da çok önemlidir. Bahçeye ekilen domates, biber gibi sebzeler,
bu havuzcukta toplanan suyla sulanır, böylelikle kullanma suyu değerlendirilirdi.
Eskinin insanı ekmeğin suyun dirhemini boşa harcamazdı.

****

Velhasıl TOKİ’nin görkemli sitelerine değişilmez o eski evlerin çoğu artık birer
ticari mekan, içinde ne babanne çığlığı ne çocuk sesleri duyabilirsiniz. Yalnızca
görüntüleriyle teselli buluyoruz.
Eskiden herkesin evi ayrıydı ama gönülleri birdi. Şimdi aynı sitelerde
oturduğumuz halde gönül beraberliği içinde olduğumuzu söylemek çok zor.
Birbirimizi hiç tanımıyor, tanımak da istemiyoruz.


24 Ekim 2012 Çarşamba

Hayırlı bayramlar




Bu vesileyle bayramınızı kutluyor, kurbanınızla birlikte dualarınızın kabulünü diliyorum.

17 Ekim 2012 Çarşamba

Anneme Şifa dileğiyle


                                                            Ahmet Tezcan / Gel de yazma
Bir haftadır bir hastane odasında 80 yıllık yorgun bir bedenin ağrısını acısını dindirmeye, dinlendirmeye  çabalıyoruz.
Doktorlar, hemsireler, hastabakicilar..
Uzaktan yakından dostlar, çocuklar, torunlar hepimiz bu son aile büyüğümüz için seferberiz.
Dualar ediyor, şifa dileğinde bulunuyoruz.
Annem, artık 40 kg kadar kalmış olsa bile bu yorgun bedeni kaldırmaya  takât bulamıyor.
Genç bedenlerden bulduğumuz beş torba taze kanla belki bir nebze toparlandı. (Burada onlara mutlaka teşekkür etmeliyim. Melike Güler'e, Seda'ya, Mustafa Büyükbayram ve Hurşit Komşuoğlu ile Ulaş'a ve Sadettin Çiçek'e bilhassa teşekkür ederim. Çoğu Selçuk Ünivesiteli gençler, bir anonsla imdadımıza koştular..)
                                                   ****
Nabız, solunum, tansiyon değerlerini gösteren monitör ve serum
kabloları..
Elinde, kolunda damar girişleri ve boynunda kateterlerle annem başka bir varlığa dönüşüyor sanki..
Sabahlara kadar uyku yok, sağına soluna çevirmede zorlanıyoruz, damarları bulunamıyor, her yani delik deşik, iğneden yer yer morarmış kolları iki yanda tebabete ve Allah'a açık.
Sağlığı yeniden kazanmak her yerde bu kadar zor ve ızdıraplı mı ?   
Onun acısını bedenimde hissedemesem de ızdırabını taa içimde duyuyor, gözyaşlarıma mani olamıyorum.
Bazen gözünü aralayıp fısıldıyor, biliyorum, boğazı dudakları kurudu, bir yudum  su veriyorum yahut  bir iki üzüm tanesi sıkıyorum ağzına o kadar.
                                                    ****
Bu kadar mı yorumuştun anne, seni yoran işler miydi yoksa bizler miydik?
Oysa 60 yıl önce bana hamileyken mahallenin en güzel geliniymişsin. Upuzun boyunla komşu kadınların sana "Konyalı gelin" lakabı taktıklarını, hayran kaldıklarını duymuştum..
80 yılın sonunda 6 çocuğuyla artık annem çok yorgun, hasta, ihtiyar bir anne o..
Yalnız "anne" değil, 15 torunun "büyükanne"si ve bir ömre bedel torun çocuğu üç "canavar" ın da "büyük büyük anne"si..
Geçen hafta hastanede yazmaya fırsat bulamamıştım, yedi yıldır bu sütun belki ilk kez boş kaldı. Bu defa bir fırsat Annemin başucunda sabahı beklerken duygularımı yazdım, sütun boş kalsın istemedim.
Tedavi sürüyor, annem ve tüm hastalar için Allah'tan şifa, dostlardan dua bekliyoruz.

3 Ekim 2012 Çarşamba

Kocatepe ve engeller

Kocatepe ve engeller

Ahmet Tezcan/Gel de yazma
Kocatepe Camii ve engelliler konusu daha önce de bu köşede yer aldı.
1 Milyon liraya (eski parayla 1 trilyona) asansör yaptırdılar kullanmıyorlar
demiştim. Engelli vatandaşımızın Kocatepe’ye ulaşamadıklarını dile getirmiştim.
Camiler ve Engelliler Haftası dolayısıyla nihayet asansörün faaliyete geçtiğini
gördüm.
Lakin yine bir engel daha çıktı, Kocatepe’de engeller bir türlü bitmiyor.
Bu defa da caminin mimarı “benden onay alınmadı” diyerek asansöre karşı
çıkıyormuş.

***

Asansör yapmak için caminin neden üç kat delindiğini de sormuş Mimar, ibadet
mahalline tek kat bir asansörle ulaşılabileceğini söylüyormuş..
Mimar haksız değil, ama tam olarak haklı da değil.
Caminin mimarı Hüseyin Tayla, şu anda 90 yaşına ulaşmış tecrübeli bir usta.
Fakat, Büyük Usta hanımları unutuyor. Özellikle Cuma namazında erkekler ilk iki
katı doldurunca kadınlar 3. kata çıkacak yol bulamıyorlar. Şimdi asansörü
kullanarak en üst kata çıkabilecekler.
Asansör yalnızca engelliler düşünülerek kurulmamış olmalı.

***
Kocatepe, herhangi bir cami değildir..
Başkent’in “ulucamii” niteliğindeki bu muhteşem mabedin cemaati ve ziyaretçisi
mahalle sakinlerinden ibaret de değil..
Yerli yabancı, İran’dan Bosna’ya, Avrupa’dan Ortadoğu’ya Başkent’e yolu düşen
misafirler Kocatepe’ye uğramadan geçmiyorlar.
Bugün caminin konferans salonunda “Camiler ve Engelliler” paneli var, saat
14.00’te.. İlgili Bakan Sayın Bekir Bozdağ da katılacaktır umarım.
Çok değerli bilim adamları İslam’ın ve Peygamberimizin engellilere bakışını,
sosyal hayatla ilişkilerini, din hizmetinden yararlanmaları için alınan tedbirleri
anlatacaklar.

***
Bence Kocatepe’den başlamalılar anlatmaya..
Minarelerdeki hoparlörlerin neden çalışmadığı, binden fazla camiden yankılanan
Kocatepe ezanını komşuların neden duymadığı, saçaklara konulan 16 hoparlörle
yan apartmanların sarsılması yüzünden yaşanan tartışmalar, yerin 20 metre
derinindeki tuvaletlerin “korku tüneli” ne dönüştüğü gibi her şey dile gelmeli.

***

Kocatepe, ENGEL konusunda çok iyi bir örnektir. En büyük engel de, camiyi
yöneten iradedir.
Yani Diyanet Vakfı..
Vakıf, Kocatepe’nin yönetiminde başarılı olamamıştır. Bu bilindiği için Başkan yeni
bir genel müdür atamış, Çankaya Müftüsü de yeni, dileriz birlikte başarırlar.
Burada çok iş var yapılacak.
Çankaya ve Ankara Müftüleri vakit namazını bazen bir adım ötelerindeki
Kocatepe’de cemaatle eda etseler bunlar şimdiye hallolurdu.

26 Eylül 2012 Çarşamba

Seyyah gözüyle Ankara

Ahmet Tezcan/Gel de yazma

 
Eski İngiltere Büyükelçisi Ankara’nın yeşilliklerini öve öve bitirememiş,
Falih Rıfkı’ya bağlarından, bahçelerinden bahsediyor.
Bugünü görseydi diyorum dilini yutardı her halde şaşkınlıktan..
Fransız coğrafyacı George Perrot, 1800 lerde Ankara’ya gelmiş. Ermeni,
Rum, Yahudi, Fransız ve İtalyan azınlıklardan, onların mezarlıklarından söz
ediyor. Zamanın zengin kesimi de şehrin güney doğusunda; süslü binalarda
otururlarmış. Bugünkü Gaziosmanpaşa tarafları oluyor..
Bir şey değişmemiş demek ki?!
Türkler’in de çoklukla Kale semtinde oturduklarını söylüyor Perrot..
Günümüzün gözde semti Çankaya’dan “Çengi Kayası” diye bahsediliyor.
Çankaya adı buradan gelmiş olmalı, “Çengi” ve “kaya” kelimeleri
birleştirilmiş.
Atatürk, Reisicumhur Köşkünü yaptırıp yerleşince Cumhuriyet eliti de
çevresine toplanmış.
****
İstanbul’daki Alman Hastanesinin ilk Başhekimi Dr. Mordmann da 19.
asrın sonlarında Ankara’yı ziyaret eden yabancılardan..
Kent insanlarının çalışkan olduklarından bahsediyor Dr. Mordmann, yün,
yapağı, tiftik üzerine bir uğraş.
Birkaç yabancı dışında Türk hekim yokmuş o zamanlar Ankara’da. Dr.
Mordmann, Ankara’nın hekimleri olarak; Palermolu Leonardi, Yunanlı Rigas,
Udimeli Bartalomeo Malfatti ve Fransız Duclos gibi birkaç isim sayıyor.
Tournefort ve Texier isimli seyyahlar, -ne için gelip dolaşmışlarsa-
Ankara’da sanayileşme adına hiçbir şeye rastlamadıklarını anlatmışlar.
19 yüzyılın başlarında Ankara’da Levant Company İngilizlerin ve East
İndia Company adlı Hintli şirketler faaliyet göstermiş, şirket çalışanları, refah
adına bir şey bulamadıklarını not düşmüşler hatıralarında..
****
Bunları ben Nejat Akgün’ün, “Burası Ankara” adlı kitabından öğrendim,
ilginç bilgiler var.
Anladığım kadarıyla 19 ncu yüzyıl Ankara için iyi bir zaman değil.
Gerçekten Ankara’nın geçmişte çok kötü dönemleri olmuş, toplumsal
hayatı gezginlerin hatıralarından öğreniyoruz, bilgiler sınırlı..
Çeteler de sadece bugüne mahsus değil, Anadolu’daki ayaklanmalardan
Ankara çok çekmiş..
Ancak, bugünkülerle kıyaslandığında yakıp yıkan, insanları haraca
bağlayan, baskınlar yapan o günün çeteleri eminim mumla aranır.
Bilmem yanılıyor muyum?!..

10 Eylül 2012 Pazartesi

Başaracağız


                                                          Ahmet Tezcan/Gel de yazma
Okulların açılışı ile herkesin işi de, telaşı da arttı.
Öğrenci nüfusumuz bile 17 milyonu buluyor, bu rakam birçok komşu ülkeyi
katlıyor.
Bu işlerin üstesinden gelmek kolay olmasa gerek.
Şu “dört dörtlük minikler” in yani “4+4+4” sistemine dahil yavrularımızın
sayısı bile milyonu geçiyor.

****

İl Milli Eğitim Müdürlüğü bilgilerine göre, dört dörtlüklerin Ankara’daki sayısı
100 bin dolayında öngörülüyor.
İlkokulların 1. sınıfına  (66 ay ve üzeri) zorunlu kayıt olması gereken öğrenci
sayısı 90 bin 178, tahsis edilen şube sayısı  3 binin üzerinde.
Şube başına düşen öğrenci sayısı 33 olarak planlanmış.

****

Rakam vermişken Ankara’nın  bu seneki rakamlarını da söyleyeyim.
Toplam resmi okul sayımız 1384 ve özellerle birlikte bu rakam 1800’ü geçiyor.
Ankara’daki toplam rakam derslik baz alındığında 26 bin 33..
Öğrenci toplamı ise 926 bin..
Bunun yalnızca 25’i imam hatip lisesi, onun da 12’sinin içinde imam hatip
okulu (İHO) mevcut..
Yani yaygaraya neden olacak bir durum yok.
Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’e bu nedenle yapılan tazyiklerin ideolojik temelli
olduğunu düşünüyorum.

****

Esas önemli olan müfredat..
Milli Eğitim müfredatımız şimdiye kadar hiç bu kadar gerçekçi olmadı.
Çocuklarımıza, geleceğimize okutulan, öğretilen şeylerin, milletin kültürüne,
tarihine, geleneğine uygun olması nedense pek istenmedi?!
Artık bu memleketin çocukları kendi inancına, kendi coğrafyasına uygun
müfredatı takip edecek ve kendi olacak.
Zil çaldı, bize de buradan hayırlar dilemek kalıyor.

2 Eylül 2012 Pazar

Gerçekçi olalım kendimiz olalım


                                                              Ahmet Tezcan/Gel de yazma

Okulların açılışı yaklaştıkça sektöre dâhil olanların telaşı arttı. Zordur, bizim gibi bir memlekette işlerin üstesinden gelmek öyle pek kolay olmaz.
Bunun çok çeşitli sebepleri var.
Bir kere Türkiye, idaresi kolay bir ülke değildir, dünyanın en iyi yöneticilerini getirseniz bu ülkede -argo tabirle- çuvallarlar.
Her konuda Türkiye’nin içte ve dışta müdahili çoktur ve dış müdahillerimiz de içeriden çok kolay işbirlikçi bulabilmektedirler.
Baksanıza çevrenize, bunca katliamlarına rağmen Beşar Esed'ın bile bu ülkede taraftarları var.
Bu yüzden bu memlekette en zor sağlanan şey her zaman MUTABAKAT olmaktadır.

****

Türkiye, 50-60 yıldır hiçbir konuda tam anlamıyla kendisi olamamıştı.
Bu nedir biliyor musunuz? "Müstemleke" halinin kibarcası. Biz 50-60 sene çok az şeyi kendimiz planlayıp programlamışızdır, bu yüzden ülke menfaatleri değil, çoğu kez dengeler gözetilmiştir.
Bakın eğitimden örnek verelim.
“Müfredat” denilen okullarda çocuklarımıza uygulanan program, hiç gerçekçi olmamıştır. hep dayatılan bir program oldu.
Eğitim namına verilen şeylerin milletin tarihine, coğrafyasına, geleneğine,kültürüne uygun olması pek istenmemiştir nedense?!
Bizim öğrencilik dönemimizde mesela; tahtaya asılan haritada, Türkiye’nin kuzey doğusu boydan boya sarı renkte boyalı ve üzerinde dört harf yazılıydı: S.S.C.B. Bunun başka bir ülkeyi simgelediğini bilirdik de telaffuz dahi edemezdik. Bu SSCB’de kimler yaşar, kaç kişidir, nasıl idare edilirler pek bilmezdik.
Meğer o ülkede Türkler de varmış, Gürcüler, Ermeniler de yaşarmış!
Komünist filan olduklarını çok sonraları öğrendik, uğruna çetin kavgalar verildi ve bu kavgada kendi bayrağımızı değil, onların orak çekiçli kızıl bayrağını dalgalandırdılar. Tam bir kimliksizlik, aymazlıktı bir bakıma. Şimdi onlar "ulusalcı" kesildiler, bayrak diyorlar da başka bir şey demiyorlar. Ruscu olmayanlar Çinci oldular, hatta zavallı Arnavutluktan Enver Hoca diye bir diktatöre öykündüler.
Kendimiz olamadık bir türlü yani..
Velhasıl müfredatı herkes kedi ideolojisine uydurmaya çalışırdı.

****

Türkiye, patronajını henüz devraldı ve şimdi işin başında tam manasıyla olmasa da kendisi var. Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer'e hücumların sebebi de bu, ideolojik yani. Çünkü Türkiye, ne öğreteceğine şimdi kendi karar veriyor, müfredatını kendi hazırlıyor.
Ekonomi, çalışma hayatı, diplomasi hemen her konuda bu böyle..
Türkiye artık kendi işini, olabildiğince yerli ve milli kaynaklardan kendisi görmeye çalışıyor. O nedenle başarı da başarısızlık bundan sonra kendine ait olacak.

****

Öğrenci sayısımız bu sene 17 milyonu buluyor. Etrafımızdaki birçok ülkenin nüfusu bile bu rakamı bulmaz. Şu “dört dörtlük minikler”in, yani 4+4+4 sistemine girecek yavrularımızın sayısı bile 250 bini buluyor.
Aslında bugün ben onları yazacaktım. “Çişini yapamaz, düğme ilikleyemez, 20’ye kadar sayamaz” diye çocuklarını olumsuzlayan anneleri yazacaktım. Fultaym mesaide, “çalışan anne” oldukları için çocuklarıyla tam meşgul olamadılar zavallılar, kabiliyetlerini de bu yüzden kestiremiyorlar.