9 Ağustos 2012 Perşembe

Türk Şehitlikleri

Gel de yazma

Uzak coğrafyalarda şehitlikleri olan kaç ülke vardır acaba?
Kaç Mehmetçiğimiz vatan toprakların hasret yabancı topraklarda bizden bir
Fatiha bekliyor?
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Myanmar, eski adıyla Burma’daki Türk
şehitliğinden bahsedince bu soruyu sordum kendime.
Cevabı bulmak zor olmadı; Almanya, Arnavutluk, Avusturya’dan tutun
İtalya, Letonya, Polonya’ya.. Romanya’dan, Ukrayna’ya kadar tam 34 ülkede 78
ayrı Türk şehitliği bulunduğunu öğrendim.
Başbakan’ın eşi ve kızıyla birlikte gittiği Myanmar’da bu gece dönüyorlar

****

Türk devlet adamları gezilerinde şehitliklerimizi ihmal etmiyorlar.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İngiltere ziyareti sırasında Portsmouth’daki
Türk Deniz Şehitliği'ni ziyaret ederken çok çarpıcı bir söz söyledi, dedi ki;
“Ülkelerin büyüklükleri sadece başarılarıyla ölçülmez, yaptıkları
fedakârlıklar da çok önemlidir.
Türk milleti çok büyük fedakârlıklar yapan bir millettir.”
Evet, bu millet gerektiğinde canını feda ederek en büyük fedakârlığı gözünü
kırpmadan yapabilen bir millet..
Canfeda millete can feda edilir ve bu çok önemli bir yüksek ruh halidir.
Kafkaslarda, Yemen’de Azerbaycan’da.. Dünyanın öteki ucu Kore’de,
Myanmar’da Türk şehitlikleri var ve böylesi bir ülke dünyada yok.

****

İngilizler, Irak cephesinde esir düşen Türkleri Burma’ya, şimdiki adıyla
Myanmar’a götürmüşler. Myanmar yönetimi şimdi de Müslümanlara zulmediyor,
İngiliz sömürgesi ne olacak?
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Konyalıların iftar yemeğinde anlattı;
dedelerimizin mezarlarının bulunması ve ihyası için Myanmar Dışişleri Bakanı'na
mektup göndermiş, büyükelçimize de “araştır” demiş. Bir şehitlikte 700,
diğerinde 300 şehidimizin yattığı tespit edilmiş, benzer 6-7 şehitlik daha varmış.
Davutoğlu büyükelçiye talimatında diyor ki;
”Bu aziz bayrak için şehit düşen dedelerimizin makamlarına varın,
huzurlarında onlardan ruhsat alın, deyin ki; Uğruna şehit düştüğünüz bu al
bayrağı ebediyen burada dalgalanmak üzere size getirdik.”
Evet, güçlü bir devletin yapacağı işler bunlar, çap ister ister.

****

Rusya ile de bir anlaşma yaptık; yaşanan savaşlarda hayatlarını kaybeden
askerlerin mezarları imar edilecek. Putin Ekim’de Türkiye’ye gelince
Krasnoyarsk Türk şehitliği için yapılan anlaşmaya karşılıklı imza koyulacak.
Yalnız Rusya değil, dünya ölçeğinde şehitlerimizin hatıralarının canlı tutulması için
çalışmalar yapılıyor.
Osmanlı’nın en çok esir verdiği ülkelerin başında geliyor Rusya, Kafkas
Cephesi’nden esir düşenlerin 60-70 bini bulduğu söyleniyor.
Ertuğrul Fırkateyni şehitleri Abdülhamit Han'ın özel elçisi Osman Paşa ile
birlikte Japonya’ya gidiyorlardı, dostluk ziyaretiydi maksatları. 15 Eylül 1890’da
tayfuna yakalanıp Oşima kayalıklarında parçalandılar. Kurtulamayan 260 Türk
denizci adadaki şehitlikte yatıyor.
Görüldüğü üzere dünyanın dört bucağında şehitlerimiz var. Kahraman
vatan evlatlarını Kürt Laz, Çerkez diye değil, Türk Şehitleri olarak anılıyor.
Yaşarken bu ayırım neden yapılıyor anlamak güç?!

5 Ağustos 2012 Pazar

Kavganın kökü dünde



Gel de yazma
Bu memleket yıllarca lider kavgalarından çok çekti, enerjisi de ziyan oldu.
Önce cumhurbaşkanları ile başbakanların yıldızlarının hiç barışmaması gerekirdi.
Sonra siyasiler, cenazede bile yan yana gelemeyecek hale getirilmeliydi..
Halkın kahrolmasını, ülkenin enerji kaybını kim düşünür, basına da malzeme
lazım?!
On yıllarca biz vatandaş olarak bu manzarayı izledik.
İnönü-Bayar, Demirel-Ecevit kavgaları, yakın tarihe gelindiğinde Özal-Demirel-
Çiller-Mesut Yılmaz arasındaki çekişmeler.. Yıldırım Akbulut bile Körfez Savaşında
Özal ile yaka paça oldu.
Bu coğrafyadaki kavgalara sebep bulmak için zahmet gerekmez, yoksa
dahi bir gazete haberiyle ateşlenebilir kavgalar.
İşte en taze örneği Malatya, sahur davulundan toplumsal kavga çıkarmak
istediler olmadı, avuçlarını yaladılar.

****

Geçmişte öyle olmadı, çok kötü sınavlar verdik, çok can yandı, çok ocaklar
söndü.
Sorumlusu da çıkmaz bu kavgaların, neye malolduğu düşünülmez. Memlekete
zarar verenlerin hep yanına kalmış, hiçbir şeyin hesabı sorulmamıştır. (Şimdi biraz
hesap sorulur olmuştur.)
Çünkü baş başa, baş padişaha bağlıydı, en başta kim var kimse bilmezdi bu
memlekette? Ülkeyi kimin yönettiği belli değildi, işleri alttan alta birileri yürütüyor ve
yönetiyordu ama kimse bilmezdi.
Hizmet adına ortaya çıkan siyasi partiler milleti birbirine düşürmek içindi.
Dinimize bir parti kurdular, milliyetimize bir parti.. İşçi, emekçi dediler,
sermaye dediler, yetinmediler mezhep, bölge partileri kurdular ve on yıllarca
bizi birbirimize düşürdüler.
Boğazda oturanların partisi kazandı hep; Ne adı vardı, ne adresi, ne amblemi
belliydi, ne de genel başkanı.. Ama bütün partileri yönettikleri herkesin bilgisi
dahilindeydi.
Ne isterlerse o oldu, kim başbakan olacak, koalisyon mu kurulacak hep onlar
belirledi. Paraları vardı, gerekirse silahlı adamları da.. Önlerine çıkanı suikastla
ortadan kaldırmışlar. Uluslar arası destek bulmada da zorluk çekmiyorlardı, Atlantik
ötesinden medya desteği görüyor, içeridekilere de kaynak oluşturuyorlarmış. Bunları
hep bugün öğreniyoruz.

****

Yıllarca “vur abalıya rejimi” hüküm sürdü velhasıl.
Olaya “sağcı-solcu, dinli-dinsiz, alevi-sünni, Kürt-Türk, zengin-yoksul,
patron-emekçi” diye baktığın vakit yanılırsın.
Nitekim 50 yıldır bu yanılgıyı yaşadık. Bu coğrafyada bundan tabi bir şey olabilir
mi? Yanlış olan bu unsurların üstüne oturup siyaset yapmaktı, temel yanılgı buydu.
Hâlâ bunda ısrar edenler var fakat mevsim geçti, maymun da gözünü açtı.
Herkes çocuğunu en iyi şekilde okutmak, kazanmak, tatil yapmak, iyi yerde
oturmak, iyi beslenmek istiyor, kavga etmek istemiyor. Dinini de dinsizliğini de
serbestçe yaşamak, gezmek tozmak, memleketini sevmek, gururlanmak, başarılı
olmak herkesin hakkı. Kimsenin hakkı gasbedilmesin, torpille iş yapılmasın, eşitlikçi
davranılsın, inancından ötürü aşağılanmasın, takdir görsün..
Herkesin istediği buydu, milleti serbest bıraksan kendi yolunu bulurdu. Ama
rahat bırakmadılar, her gün her an milletin sinir uçlarıyla oynadılar. Sıkıntı, zor ne
varsa önümüze yığdılar. İşleri içinden çıkılmaz hale getirip bıraktılar.
Bugünkü kavganın kökü dünde, dün dünde kalmadı cancazım, üç nesli
etkileyecek tohum attılar. Şimdi ayıklamakta büyük zorluklar yaşıyoruz.
Kavga çıkarmak için yine kaşıyorlar, sakın oyuna gelmeyin.

2 Ağustos 2012 Perşembe

Kocatepe Camii’ne mahya neden asılmaz?



Gel de yazma
Bilhassa büyük şehirlerin ulu camilerinde Ramazan’ın MAHYA yazılarıyla
anılması eski bir gelenektir. Bu gelenek günümüzde ağırlıkla İstanbul camilerinde
devam ettirilmektedir.
İstanbul dışında mahyacılık bildiğim kadarıyla, “eski payitaht” olması
hasebiyle Edirne’de, Bursa’da sürdürülüyor.
İlk başkent Konya’da da camilere zaman zaman mahya asıldığı oldu.

****

Bu sanatın başlangıcı 16 yüzyıla, II. Selim dönemine kadar uzanıyor. Bir
Osmanlı sanatı olan mahyacılık, tıpkı Karagöz-Hacivat, ortaoyunu, meddah
kadar bizimdir. Devrin hafızlarından Ahmed Kefevi’nin Ramazan girince
Sultanahmet Camii'ne bir kandil asmasıyla başlayıp geliştiğini söyleyenler var.
Mahya sonraki yıllarda çok önemli hale gelmiş. Öyle ki; sırf mahya kurulsun
diye Eyüp minarelerinin boylarının yükseltildiği, Üsküdar Camii tek minareliyken
vatandaşın mahya talebi nedeniyle ikinci bir minare ilave edildiği
kaydedilmektedir.

****

Şimdiki iletişim araçlarının olmadığı dönemlerde mahya yazılarının çok
büyük merak uyandırmış. İnsanlar ne yazılacağını merakla beklerken mahya
ustaları yazacakları sözü sır gibi saklar birbirlerine göstermezlermiş.
 "Hoş geldin ya Şehr-i Ramazan" veya “elveda” , "Ya Allah", Ya
Muhammed", "Oruç Tut Sıhhat Bul", "Şefaat Ya Resulullah" gibi ifadelerin
yanı sıra devre göre bu sözlerin yerini veciz(!) siyasi mesajların aldığı da olmuş.
Mesela Cumhuriyet devri mahyalarında:"Ne Mutlu Türk'üm Diyene",
"Cumhuriyet Fazilettir", "Varol İnönü", "Atatürk" , "Para biriktir", "Yerli malı
kullan" gibi yazılar yazılmış
Eskiden kandil gecelerinde de mahya çekilirmiş. Bir keresinde Kadir gecesi
topun patlamasıyla birlikte ezanlarla kocaman bir “La ilahe illallah,
Muhammeden Resulullah” yazısı aydınlatılınca halk çok heyecanlanmış, iftarı
unutup pencerelere, yüksekçe yerlere koşuşmuşlar.

****

Yani Ramazan’ı camilerde renklendirmek, hareketlendirmek, heyecan
katmak gerekiyor, insanları namaza, oruca, ibadete teşvik etmek, sevdirmek için.
Mahyanın espirisi de biraz bu.. Mahyacılıkta “kandil” döneminden “lazer” çağına
ulaştık. Her gece lazerle Camilere mahya yazısı yazmak mümkünken Başkentte
koskoca Kocatepe Camiine neden mahya çekilmez merak etmişimdir?!
Bırakın mahyayı Kocatepe’de ibadet dahi eziyet olmaya başladı. 1 trilyona
yaptırıldığı söylenen cami içindeki asansör çalıştırılmıyor. Engellilerin camiye
girebilmesi ancak kucağa alınarak mümkün olabilir.
Üstelik Ramazan gününde park alanında inşaat başlattılar kompresörle
günlerce insanların kafasını ütülediler. Daha çok ziyaretçilerin oluşturduğu
Kocatepe cemaati Cuma, teravih namazlarına arabalarıyla geliyor. Başlı başına bir
sorun olan “cami çevresi otopark işletmeciliği” anlayışıyla camiye gelen
vatandaş bunaltılıyor.
Bütün bu olumsuzluklar Reis’in “Görmez” tarafına denk geliyor olmalı!
Diyanet Vakfı’nın burada iyi sınav verdiğini söylemek zor. İnsanlar bu
muhteşem ortamda ibadetten daha fazla haz almalı diye düşünüyorum.


29 Temmuz 2012 Pazar

Unutulan Ankara



Gel de yazma


Elime bir kitap geçti, Ankaralıların, Ankara’da yaşayanların tam da
Ramazan’da okuyacakları bir kitap:
“Unutulan Şehir Ankara”
Yazarı Abdülkerim Erdoğan, Ankara sevdalısı bir meslektaşımız..
Kendisi de Ankaralı olan Erdoğan, Ankara’ya ve Türkiye’nin manevi
coğrafyasına kafa yormuş, Vakıflar’da da önemli hizmetleri olmuş bir yazar.
“Ankara Kitapları” başlığıyla yazdığım yazıların birinde bu eserden ve
yazarından bir nebze bahsettiğimi hatırlıyorum.
Erdoğan “doğduğum ve doyduğum şehir” diyerek başlıyor sözlerine,
yalnız bu şehri tanımlarken bu kadarıyla değil, Ankara ile çok şeyi paylaştığını
anlatıyor.

****

Yazar bugünlere gelirken Başkentin tarih içinde yaşadığı süreci duygu dolu
sözlerle dile getirmiş. Haçlıların yağmalarından sultanların taht kavgalarına
göndermeler yaparak bir bakıma Müslüman Oğuz boylarının Ankara’da giriştiği
mücadeleyi ortaya koymuş.
Cumhuriyet kurulurken bütün varlıklarıyla içinde yer alan Ankaralıların
kefen paralarına varıncaya kadar istiklal mücadelesi uğruna
harcadıklarını dile getiren Erdoğan, yönetimde yer alan bazı kişilerin keyfi
uygulamalarına değinmeden de geçmemiş.
Kültür mirasının yağmalandığını, abide şahsiyetlerin merkadlerine bile
saygısızlık yapıldığını ve geçmişe ait değerlerin imha edildiğini dile getiren
Abdülkerim Erdoğan, her biri bir sanat abidesi eserlerin korunmasında vatandaşın
görev üslenmesini istiyor.

****

‘Unutulan Şehir Ankara’ da Seyyid Hüseyin Gazi’den başlayarak; türbeler,
tekkeler, tarihi ve manevi şahsiyetlerle kurdukları eserler, bunlara dair yazılıp
söylenenler “hap” haline getirmiş adeta, yer yer resimlerle de anlatım
güçlendirilmiş.
Ankara Kalesi hakkında pek çok yazı kaleme alınmıştır mesela, ama
Melamî tarikatı şeyhi Hüsamettin Ankaravî’nin kaleye hapsedilme hikâyesini
ben buradan öğrendim.
Şeyh Efendi Haymana Kutluhan’da bir cami inşasını müridleri ve gönüllü
bazı sipahi askerlerle yürütürken İstanbul’a bir haber uçurulur, denir ki;
Şeyh Efendi müridleri ve bir grup askerle birlikte “bir fesada mübaşeret
eylemek üzeredir haberiniz ola..”
Derhal tutuklanır ve Ankara Kalesine hapsedilir.
İlginç olan şu:
Şeyh Efendi mahpus bulunduğu kaledeki görevlilere “Bizi yarın defnedin”
der, ertesi sabah da hücresinde vücudu yıkanmış ve kefeni sarı hurma lifi ile
sarılmış halde defne hazır halde bulunur.
Unutulan Ankara işte böyle menkıbelerle zenginleştirilmiş. Ankara’nın
manevi çehresini anlatıyor bir bakıma.. Ramazan’ın manevi atmosferinde su gibi
gider.

26 Temmuz 2012 Perşembe

Açlık tokluk hesabı



Gel de yazma

 
Ramazan dedik oruç dedik, işte tamamı dört haftalık seçilmiş zamanın bir
haftası geride kaldı.
Bu bir haftalık süre içinde birkaç iftar proğramına iştirak ettim ve en yetkili
ağızlardan yapılan uyarıların beyhude olduğuna bir kez daha şahit oldum.
Oruçlar tutuluyor, namazlar kılınıyor, iftarlar, dualar ediliyor evet, ama iki
noktada yapılan ısrarlı uyarılara da pek riayet edilmediği ortada.
Birincisi, Başkentin belli başlı iftar sofralarında fukara yine yok.
İftar yemeklerimizin, önemli şahsiyetler, heyetler onuruna verilen “şeref
yemekleri”nden hiç farkı yok:
Üst düzey eşraf ve bol çeşit, bol laf..
İkincisi ve daha da önemlisi, israf da bol..
Envai türlü yiyecek içecek ve ucundan koparılmış ekmekler masada
kalıyor. Dualarımızın arasına “yedik, içtik, israf da ettik Allah’ım, bizi
bağışla” cümlesini ilave etmiş olsak belki kendimizi affettirebiliriz.
Pişkin pişkin her şeyi layıkı veçhile yerine getirmiş gibi oturmayız.

****

Oruç, belli zaman içindeki açlık olarak tarif edilemez.
İnsanı yükselten, yücelten, gizli bir ibadettir oruç.
Bedenen yaşanan bir durum, birisi ben orucum demediği sürece sizin onun
aç olduğunu anlamanız mümkün değil.
Günümüz dünyasında açlık çok önemli bir sorun.. Oruçlarımız, iftarda ne
yiyeceğimizi planlama değil, açın halinden anlama meselesidir. Bir dilim ekmeğe
muhtaç insanlar için ne yapılabileceğine dair kafa patlatma zamanıdır.
Dünyada milyonlarca insan bir tas unlu bulamaca muhtaç, akbabalara yem
olarak hayatını tamamlarken medeni dünyaya(!) ve öncelikle Müslümanlara çok
büyük sorumluluk yüklemektedir.
Ve bizim fakirlerden yoksun mükellef sofralarda ilahilerle sazlı sözlü iftar
programları yapmamız ne yaman çelişkidir Allah’ım?! Bunu affettirecek yegâne
davranış bu ortamları fakirlerle paylaşmaktır. Zaten orucun yükümlülük
sebeplerinden birisi ve en önemlisi de budur.

****

Günümüzün insanı açlıkla değil, toklukla imtihandadır bence!..
Aşırı ve yanlış beslenme insanlığın önünde “obezite” gibi mücadelesi
gereken önemli sorunlar ortaya çıkarmaktadır, hem de hayli maliyetli bir sorun.
Oruç açlık ise eğer, tokluktan ölenlerin sayısı açlıktan ölenlerden hiç
de az değildir.
Obezite, yanlış beslenmeyle ortaya çıkıyor belki, fakiri zengini de olmuyor..
Tıp bilimi “hastalık” olarak tarif ediyor obeziteyi, ama mükellef sofralara bakınca
“oburluk” ile akrabalığının bulunduğunu da düşünmeden geçemiyorum.
Dualarda “Açlıkla terbiye etme Allahım” şeklinde yer alan cümleyi ters
çevirmemiz gerekiyor.
Tokluğun hesabı daha çetin ve daha büyük; “Neyi, nereden aldın, nasıl
ve kiminle yedin, ne kadar yedin?” bunların bir bir hesabı verilecek.
Bu hesabı verebilene aşk olsun, afiyet olsun.

22 Temmuz 2012 Pazar

Kâbe revakları


Gel de yazma
 
Aylardan Ramazan olmasının da tesiriyle cami mevzusuı gündemden hiç
düşmüyor. Hiç ilgisi, bilgisi olmayanlar, özellikle “beynamaz taifesi”, çok
zaman saygı sınırlarını da aşarak kalem oynatmayı marifet sayıyor. İstanbul’da
yeni ibadete açılan ve yapılması tasarlanan camiler gündem olunca en olmadık
yorumlar, yakıştırmalarla koroya katıldılar.
Bunlar İstanbul’u sevdiklerinden, şehrin mimarisi yahut silueitiyle ilgili ciddi
kaygıları olduğundan filan değil- onlar bu gibi mevzulara aslında çok ‘gıcık’
olurlar- sırf olumsuz hava yaymak için sorumsuzca eleştirmekten geri
durmuyorlar.
İstanbul’un görüntüsünü bozan gökdelenler dikilirken aynı taife bu kadar
kaygılanmamış, modernlik adına savunanlar bile olmuştu!
Cami filan değil, esasen bunlar Tayyip Erdoğan’ın dindar olmasını, dini
konulara hassasiyetini bir türlü kabullenemediler.
Daha göreve gelirken onu ’imam‘ ilan eden de kendileriydi, ‘muhtar bile
olamaz‘ demişlerdi, öyleyse sonucuna da katlanacaklar.
İmamın camiden, cemaatten başka derdi olur mu?!

****

Görüldüğü üzere ‘İstanbul’un konusu bunlar’ deyip bigâne kalamıyoruz, biz
de ister istemez “güncel” e kapılıyoruz.
Ancak bu mevzunun bizi ilgilendiren bir tarafı var.
Hatırlanacağı üzere bundan üç hafta önce, 29 Haziran Cuma günkü
yazımızda Kâbe revakları yurda getirilemez mi diye sormuştum.
400 küsur sene Mübarek Kâbe’yi çepeçevre kuşatan Osmanlı revakları
yıkılacaksa biz kendimiz itinayla söküp yurda getirelim ve bir mutena muhitte
yeniden inşa edelim demiştim.
Teklifimi cazip bulunlar olmuş ve bu konuda bir kampanya başlatılabileceği
dile gelmişti.
Revakların taşınması konusunda yalnız olmadığımızı gördük, mes’ul
mevkideki insanlar da Kâbe revaklarının taşınması için bir formül geliştirmeye
çalışıyorlarmış meğer!

****

Geçen Cumartesi Radikal gazetesi “Erdoğan harekete geçti” başlığıyla bir
haber yayınladı. Haberde  Çamlıca Camii için Osmanlı Revaklarının
Kâbe’den getirileceği ifade ediliyordu.
Suud hükümetinin yıkmak istediği revakların Çamlıca Camii'nin etrafını
çerçevelemesi gündemdeymiş. Bunun için Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın
harekete geçtiği ve Suud hükümeti nezdinde görüşmelerin başladığı ileri
sürülüyor. Hattâ, cami projesiyle ilgilenen bazı isimlerin de Mekke'ye gidip
revakları incelediği haber veriliyor. 
Bundan ben ziyadesiyle memnun oldum.
Sultan Selim dönemi Mimar Sinan eseri revakların ata yadigârı olması bir
yana; 400 küsur sene Mübarek Kabe’yi kuşatıyor olması bizim için çok anlamlıdır.
Bu millet için Mekke- Medine, taşıyla toprağıyla “beldeyi Tayyibe”dir ve
çok büyük hürmet görür.
Çamlıca’ya yapılacak yüzük taşı gibi pırlanta bir camiye Kâbe revaklarıyla
derin bir ruh ve maneviyat kazandırılacağı aşikâr..
Revakların yerinde kalması öncelikli arzumuz, yıkılacaksa istiyor ve
bekliyoruz.

19 Temmuz 2012 Perşembe

İşte insana yeni bir fırsat



                                                                                            Gel de yazma

Müslümanlar için müstesna zamanlar başladı.
Rüştüne ermiş, yetişkin ve mazereti olmayan her Müslüman için bugün bir
başka gün.
İlk oruçla bugün yüzler solgun, söz ve hareket daha ölçülü..
Bu ayın sonundaki istatistiklere bakın suç oranları mutlaka aşağılara inecek.
Çünkü Ramazan insanların kendine gelme ayı. Bir olay karşısında insanlar bu ay
daha bir sabırlı oluyor, “la havle” çekip oturuyor veya karşısındakine anlayış
gösteriyor.
O orucu değil, oruç onu tutuyor yani..
Aslında arzu edilen de bu, tüm zamanlarda insanın böyle olgun, anlayışlı bir
davranış içinde olması, sade bir hayat yaşaması, ‘az’ la yetinebilmesi, başkalarını
da düşünmesi, yardım etmesi..

****

Allah insana “dosdoğru” olması, hatalardan dönmesi için böyle fırsatlar
tanıyor. Öyle bir fırsat ki; içinde, “Kadir Gecesi” var, o gece 1000 aylık ibadetin
karşılığı..
Bin ay 82 yıllık bir ömür..
Yerin göğün sahibi Ramazan gibi, Kandil geceleri gibi, Cuma günleri gibi
müstesna zamanlar yaratıyor, zaman içine zaman, mekân içine mekanlar
saklıyor..
Saklıyor ki insanlar bu müstesna zamanların kadrini kıymetini bilsin, varsa
hatasından dönsün. Ne yaptığını, nereye gittiğini, nasıl davrandığını, hangi yolda
olduğunu, parasını, zamanını, ömrünü nasıl harcadığını yeniden gözden geçirsin,
yeniden bir muhasebe yapsın, yanlış yoldaysa temiz bir hayat kursun ve ruhen,
bedenen, vicdanen rahatlasın.
Her şey insanın rahatlığı için..

****

Ramazan, Arapça kökenli bir kelime, tozu dumanı yatıştırıcı rahmet
manasına geliyor. Oruç kelimesi de Fars dilinden, günlük manasına ‘ruz’ dan
‘oruz’ olmuş ve oruç olarak dilimize geçmiş.
Ad ne olursa olsun bu ay Kur’an Ayı, gereği gibi yerine getirildiğinde
karşılığının mutlaka alınacağı bir ay.
Allah’ın sözü var ve o sözünden dönmez.
Yalnız bizim taahhüdümüz bir aylık olmayacak, bundan sonraki tüm
yaşantımız da Ramazan gibi olacak.
Ramazanın da yalnızca ibadetten ibaret olmadığı aşikâr..
Varlığından kimsenin emin olamadığı, kızıp bağırıp çağıran, eziyet eden,
yalan söyleyen, kandıran, zarar veren ama orucunu da ihmal etmeyen insan
olmaz, bu çok yaman bir çelişki.
Dileyelim ülkemizde kardeşlik tesis edilsin, terör bitsin ve Suriye başta
olmak üzere bütün dünyada zulüm sona ersin.
Ramazanınız mübarek olsun.

15 Temmuz 2012 Pazar

İnsan üç kere doğar..



                                                                                        Gel de yazma

Nur Doğan Topaloğlu ağabeyi kaybettik. Aramızdaki 15 yaş farkına
rağmen kadim dost olmuştuk onunla.
Anadolu insanının özlediği son “İki gün yatak, ertesi gün toprak” diye özlenir
ve özetlenir. O da ayakta, aramızdayken hastalandı ve üçüncü günün sonunda
Hakka yürüdü.
Son günleri veda ziyaretleriymiş meğer Allah ona o fırsatı verdi, resmi
alışkanlıkla belki iadeyi ziyaretlerini bir bir tamamladı ve öyle gitti.
Rahmete kavuştu inşallah.

****

Bizim insanımız, ölümün de nimet olduğunu, -Allah göstermesin-
ölememenin ve zor ölümün ne büyük külfet, kendine, çevresine en büyük ıstırap
olduğunu bilir. “İki gün yatak üçüncü gün toprak” beklentisi bir bakıma
yaşam felsefesi olmuştur Anadolu insanına.
Toprak, fani hayatın ana unsuru olduğu kadar, ötesine inanmışlığın da
kuvvetli ifadesidir ve bir iman eseridir. Öyle bekler ve öyle umut ederiz.
Ölüm beklenir mi demeyin, kâmil insan için hayattan farkı neki ölümün?
‘Ölmeden önce ölmek’ değil midir en yüksek erdem?
Hayatın ve ötesinin sırrına ermiş, saklı tüm kodlarımızı çözmüş Büyük Velî
Celaleddin Rumî, insanın üç kez doğduğunu anlatır.
İlkini “ana rahmine doğuş” olarak adlandırıyor, anne karnında kanla
besleniriz, ilk hayatın tek besin kaynağıdır KAN.
İkincisi “dünyaya doğuş” ki rızkımız bir yudum su, bir lokma ekmek, bir
sahan aştır biliriz.
Üçüncü doğuş, ölümle dirildiğimiz sonsuz hayatın başlangıcı. Hz. Pîr,
gıdası şimdiye kadar kan ve ekmek olmuş insanın ebedi hayatındaki beslenme
biçiminin şifrelerini veriyor.
Onlar açlıkla beslendiler, hayatın ötesine geçişi ‘uykuda yan değiştirmek’
kadar basit görüp ölümü de “düğün günü” ilan ettiler. Dostlarıyla dilsiz,
dudaksız söyleşip ebedi hayat ikliminin lezzetleriyle mest olup gittiler.
Üç doğum varsa üç de hayat vardır öyleyse?!
****

Nurdoğan ağabey de ilahi çağrıyla üçüncü ve sonsuz hayata doğmuş oldu.
Nur onun ilk adı, adının başlangıcıydı, Ramazan-ı Şerif’e ramak kala nuruna
kavuştu.
Umur görmüştü, devlet adamıydı, mülkiye müfettişliği, kaymakamlık, valilik
yapmış, Danıştay üyesi olmuştu ama en önce insandı o, çok kuvvetli iman ve
inanca sahip bir insan. Yetim büyümüş katıksız bir Anadolu çocuğu olarak geldiği
yüksek görevler onun örnek gayretinin bir sonucuydu.
Emekli olunca kendini siyasetin içinde buldu, Ak Parti’nin kurucuları arasında
yer aldı ve milletvekili seçildi. Siyasetin ciddiyetini biz onda gördük. Demokrasi
ve Hakem Kurulu Başkanı olarak partisinde bir anlamda ‘ombudsmanlık’ görevi
yürütüyordu. Yerli ifadeyle siyasetin “kadısı” olmuştu; şahsiyeti, terbiyesi ve
tecrübesiyle de uyuşan bir görevdi bu.
Onunla sütlü kahve tadında bir dostluk geliştirmiştik, sıkça görüşür durum
değerlendirmeleri yapardık. Bakan, milletvekili ve meslektaşlarıyla onu önceki
gün Kocatepe’den ebediyete uğurladık. Yokluğu önemli bir boşluk bırakacak.
Rahmet ve Fatiha dileklerimizle Ramazanınızı da şimdiden kutluyorum.

8 Temmuz 2012 Pazar

Taksilere yeni düzenleme



                                                                                             Gel de yazma

Taksiler, taksiciler memleket kültürünün aynasıdır.
Yalnız bizim ülkemiz için değil bu, bütün dünyada taksiler bulundukları
ülkenin kültürel kimliğini yansıtan iş kollarının başında gelir.
Bir arkadaştan dinlemiştim; dönercinin önünde taksiciye “boş musun?”
demişler, “ehliyet var mı?” diye mukabele etmiş sonra da “geç direksiyona”
diyerek bizim taksici elinde döner ekmekle müşteriyi sürücü koltuğuna geçirmiş,
kendisi de yan koltukta yol boyunca bir güzel karnını doyurmuş.
Bir başka ülkede rastlanabilir bir davranış mı bu, tam da bize göre değil
mi?!..
Şehir trafiğinin sarı çizgisi, trafik anonslarındaki adlarıyla “ticari” ler;
bizim ülkemizde özellikle, üzerlerine kitap yazılıp, felsefe üretilecek bir meslektir
bence.
Araştırmacılar, anketörler, siyasiler halkın nabzını öğrenmek üzere ilk önce
taksicilerle konuşurlar.
Seçim dönemlerinde “sonuç ne olur?” diye kanaati ilk sorulan esnaftır
taksiciler.

****

Şimdi taksilerle ilgili yeni bir düzenleme yürürlüğe giriyor. Bu düzenleme
taksicilere yeni sorumluluklar, yeni zorunluluklar getiriyor.
Müşteriler tarafından üç defa şikâyet edilen taksici kara listeye
alınacak. Kara liste uygulamasında meslekten men cezasına varan yaptırımlar
var.
Ankara’da 8 biden fazla ticari taksi çalışıyor ve taksiciyle “papaz” olmamış
sürücü yok gibidir. Hiç yoksa bile giyim kuşamı, tıraşı, sigarası her zaman
dillerdedir. Ben şimdiye kadar “janti” bir taksiciyle çok az karşılaştım desem
yanlış olmaz.
Hepsi mi? Elbette değil, ama izlenim öyle ve yerleşmiş kalmış.
Bizim evin önünde geçenlerde bir trafik kazası oldu, çıkan tartışmaya
bizim taksici beyzbol sopası ile dahil oldu!
Hemen her takside bulundurulması zorunluymuş gibi şoförün elinin altında
ya da zulada bir aletin hazır bulundurulduğu herkesin malumu.
Özellikle bu yaz günlerinde klima soruyorsunuz “arızalı” çıkıyor, kısa
mesafe yolcusunu almama, yolcu seçme gibi durumlara alıştık, “bozuk
para” bile bazen tartışma konusu oluyor.
****

TESK başta olmak üzere taksicilerin mensubu oldukları meslek örgütünün
bu olumsuz kanaati değiştirmeleri gerekiyor öncelikle.
Dolayısıyla yeni düzenlemenin gereği ve neler ihtiva ettiği çok önemli.
Biz bu konuda çok geç kaldık.
İtalya’da taksilerde klima zorunlu, Roma’da kredi kartıyla ödeme mümkün.
Tokyo'da taksi şoförleri beyaz eldiven takıyor, şoför beyaz gömlekli ve mutlaka
kravatlı, koltuklar, giysiler her daim temiz..
Londra’da motosikletle dolaşıp sokak isimlerini ezberlemeyen taksici
olamıyormuş. Sigara ve cep telefonu da yasak taksiciye.. Şoförün oturduğu
bölüm müşteriden kalın bir camla ayrılıyor. Biz ise Allah vermesin taksici
cinayetleriyle meşhur olduk neredeyse..

5 Temmuz 2012 Perşembe

Meclis’te ölçü



                                                                                            Gel de yazma

Milletin ilgisinden mi yoksa ilgisine özellikle sunulmasından mıdır nedir;
bizde siyasiler ve siyaset her an gündem konusu.
Politikacıları bizdeki kadar haber olan yahut politikacısız yayın yapamayan
medyaya sahip bir başka ülke var mıdır merak ediyorum?! Bazı basın yayın
organları yemek tarifini bile bir politikacı eşliğinde yapmayı marifet sayıyor.
Siyaset ve medya birbirine çok kolay ‘malzeme’, birbirini besleyen iki taraf
sanki!
Her ikisi de olmadan olmaz evet, ama bu kadarı da olmaz.
Meclis kürsüsünde güya memleket meselesi için kravat ceket fora edilerek
pankart açılırsa biri de onu çeker ve yayınlar. (Aynı şahsın eşeğe binmesi de
haber yapılmıştı. Hatırlarsanız sazlarıyla sözleriyle âşık atışmaları da Mecliste ilk
kez, aynı politikacının öncülüğünde gerçekleşmişti.)
Meclisteki eylemlerin sorunların çözümüne ne kadar katkı sağladığı tartışılır.
Meclis faaliyetleri eskisi kadar Meclis TV’den her an canlı olarak verilemiyor
malum. Ne kadar şikâyet konusu olsa da bu durum bence sürekli tribüne
oynamak isteyen gayretlerin bir sonucudur.
Bazı vekiller nedense “Meclis eylem yeri midir, söylem yeri midir”
birbirine karıştırıyor. Eğer Meclis eylem alanı olmuş olsaydı adına “konuşulan,
tartışılan yer” anlamında “parlamento” denilmezdi.
Neyse Meclis artık tatile girdi, yasama ve denetim faaliyetine hiç katkı
sağlamayan bu şovlar bir süreliğine seçim bölgelerine kayacak.

****

Meclis özellikle son günlerde harala gürele bir mücadeleyle çok önemli
yasalara imza attı.
Başkan Cemil Çiçek, dün meclisin çalışmalarıyla ilgili bilgi verirken
Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nun kurulması ve yeni anayasa çalışmalarını
“yasama yılının en önemli faaliyeti” olarak değerlendirdi.
Gerçekten bu Meclis, içinden çıktığı milletin Anayasasını onun değerleriyle
meczedip ilk kez ve hiçbir baskı altında kalmadan yaparsa çok tarihi bir görev
yapmış olacak.
Şimdiye kadar bu iş, meclisin eline tutuşturulan ve angajmanlarla dolu
metinler etrafında dönüp durmuş, dolayısıyla Milletin değerleri ve demokratik
anlayış “sınırlı sorumlu” olarak yansıtılabilmişti.
Bu defa öyle olmayacak, vesayetten uzak bu Meclis bunu başaracak.

****

Tutuklu bazı şahısların milletvekilli seçtirilerek kurtarılmak istenmesi ve bu
yüzden yaşanan yemin kriziyle yeni yasama dönemine başlayan Meclis, zor
dönemde önemli görevler yaptı.
Ne kadar yasa yapıldı, faaliyetler nelerdi bugünkü basında var.
Gerilimli ve bol şovlu geçen bu dönem Başkan Cemil Çiçek’e de soruldu.
“Meclisin teker teker şahıslarımızdan öte bir kimliği ve onuru vardır”
diyen Çiçek’in şu sözleri meramımızı özetledi:
“Kendimizden çok daha fazla onu korumak gibi bir sorumluluğumuz var.
Millete karşı, vicdanımıza karşı sorumluluğumuz var. Bir şey söyleyecek, yapacak
olanın dokuz defa düşünüp bir defa yapmış olması gerekir. Zannediyorum bazı
görüntüler, sözler, tavırlar, kamuoyu tarafından da hoş karşılanmıyor. Milletvekili
açısından bu konuların en evvel düşünülmesi gerekiyor.”

Fazla söze gerek yok. Meclis açıldığında da yazmıştım Hz. Mevlana
“Sesinizi yükseltmeyin sözünüzü yükseltin” diye sanki Meclis üyelerine
söylemiş.
Bir şey daha demiş:
“Önünüze her konulanı yemeyin, ağzınıza her geleni söylemeyin”

1 Temmuz 2012 Pazar

Trafikte çok laubaliyiz


                                                                                                         Gel de yazma
 
Evet, ölüm de bir nimet ancak onun da makul şekli var, hiç kimse yanarak,
parçalanarak, boğularak ölmek istemez..
Trafik kazalarında ise ölümlerden ölüm beğen adeta! Yanan, parçalanan her
çeşidine rastlanıyor Allah Muhafaza..
Bizde trafik meselesi hiç ciddiye almadığımız bir konudur.
Otomobil alımlarını kolaylaştıran kredilendirme sisteminden tutun, sürücü
kursları, ehliyet, denetim sistemi, cezalar, park meselesine kadar trafikle ilgili bütün
konularda devletçe ve milletçe “LAKAYT” bir durum içindeyiz.

****

Burada şimdi ölüm istatistiği filan vermeyeceğim, yalnız bir şey söyleyeceğim: En
güvenli alan dahi böylesine kayıtsızlık durumunda yeminle söylüyorum insan için en
riskli en güvensiz konu olup çıkabilir.
Trafik kazalarının çok çeşitli çok taraflı sebepleri var. Otomobil kadar hiçbir edinip
teşvik görmemiştir. Konutta aynı kolaylık sağlansaydı herkesin başını sokacak bir evi
olurdu, para da memlekette kalırdı. Sıfır faizli bol alternatifli otomobil kredileriyle
edinilen yüz binlerce aracın (çoğu ithal) yağmur gibi trafiğe katıldığı bir gerçek, bütün
cadde ve sokaklar sağlı sollu araba..
Buna karşılık devlet ve millet olarak en fazla parayı petrole ödüyoruz. 
Bu memleketin en yüksek faturası mazot, benzin!

****

Şimdi tatil mevsimi, yollar yine arı kovanı gibi vızır vızır, gelenin gidenin hesabı
yok, dolayısıyla kazalarında..
Ulaştırma’dan sorumlu bakanımız Binali Yıldırım, “Yolların kralı olmaz kuralı
olur” diye istediği kadar gırtlak patlatsın; “Yolların Kralı” olmaya aday on binlerce
sürücü trafikte olduktan sonra yapacak bir şey yok gibi. “Bişey olmaz Allahın
izniyle” diyen geçiyor direksiyona, basıyor gaza ve on binlerce insanın cansız bedenleri
saçılıyor yollara!
İnsan umutsuzluğa kapılıyor ister istemez.
****

Karayolu Trafik ve Yol Güvenliği Araştırma Derneği Başkanıİhsan
Memiş özellikle otobüslere dikkat çekmiş, çarpıcı ifadeler var.
Yüzde 94 gibi yüksek yoğunluklu karayolu yolcu taşımacılığının yapıldığı
ülkemizde en yaygın araç da otobüs, otobüs kazalarına sebep de yüzde 90 şöyle
sıralanıyor: uykusuzluk, aşırı yorgunluk, terminal çıkışında değiştirilen şoför ve hız..
Öyle olunca trafikteki can kayıplarıyla Türkiye, dünya üçüncüsü!
Dernek olarak Karayolu Düzenleme Genel Müdürlüğüne yazı yazmışlar, önerileri
şöyle sıralanıyor:
 Kazaya karışan otobüslerin firma isimleri saklanmasın, hava ve denizyolu
taşımacılığında olduğu gibi açık edilerek kamuoyuna duyurulsun.
 Kalkış ile varış mesafesi 600 km’yi geçiyorsa çift şoför, mesafe uzadığı
takdirde 3 şoför uygulamasına dikkat..
 Otobüslerin önden ve arkadan kamerayla izlenmesi, şoför ve yolcu güvenliği
için bu çok gerekli. Yasak olmasına rağmen bazı şoförler hâlâ sigara içiyor ve
cep telefonu ellerinden düşmüyor.
 Sıkça başvurulan bir yöntem olarak, terminalden çift çıkan ve imza veren
şoförün yolda direksiyonu korsana devretmesinin önüne geçilmesi.
En önemlisi tabi; bunların sıkı şekilde denetlenmesi ve kazaya sebep olanların
ağır şekilde cezalandırılmasıdır. Bize düşen de bunları bıkmadan usanmadan yazmak.