2020 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2020 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Mayıs 2020 Perşembe

3030 nasıl bir yıl olacak?

Giriş Tarihi: 7.5.2020

Kusursuz şeylere bakıp; "dört dörtlük" tabiriyle yaptığımız değerlendirmeler içinde yaşadığımız 2020 yılı için yapılamayacak. 2020'nin "yirmi yirmilik" olmadığı muhakkak. zaten en başından belliydi. İki eş harften oluşan 2020'yi konuşurken; "1010'da neler olduydu acaba?" veya geleceğe bakıp 3030'da dünyanın akıbetini düşünmeden edemiyoruz. Sadece ben değil, Alman Die Zeit gazetesi de iki eş harfli yıllara kafa yormuş ve 1010'da yaşananlar ile 3030'da yaşanacaklar hakkında bir dosya hazırlamış, ilginç buldum paylaşmak istedim.

1010 yılında Avrupa'ya baktığımızda el değmemiş ormanlar, dağlar ve canlılar görüyoruz. İnsanlar, genellikle su kenarlarında yoğunlaşmış. Nüfusun yüzde 90'ı kırsalda ve büyük toprak sahibi derebeylerin emrinde çalışıyorlar. Siyasi ve sosyal anlamda bir kimlik sahibi henüz değiller ve ahali olarak tanımlanıyorlar. Devlet yok, sınır yok toprak ve para sahiplerinin gücüne göre kullandıkları geniş topraklar var. Yani bugünkü anlamda Almanlar, Fransızlar yok, Medeniyet ise doğuda.. Bizans, yani Konstantinopol, yani İstanbul, 150- 200 bin nüfuslu bir şehir ama Avrupa'nın en büyük kenti, bir devlet ve imparatorluk merkezi, Hristiyanlığın da en önemli merkezi. Yalnız savaş var ve 1010'da Kayzer Vasilios, Bulgarlara karşı savaşıyor. 1010 yılı İstanbul'u için önemli bir notum var: Büyük bir deprem yaşanmış o yıl İstanbul'da ve Vordonisi adlı bir ada o depremde yok olmuş. Adada yaşayan var mıydı yok muydu kayıt yok. İslam dünyası ise eğitimi, yönetimi, orduları ve donanmalarıyla 11. asırda medeniyetin merkezi. Özellikle Endülüs bir yıldız gibi parlıyor ve İslam Medeniyeti Batıda da üstün durumda; sanatı, zenginliği ile göz kamaştırıyor. Zengin kütüphaneleri her alanda bilimin izini sürerken Hristiyanlar kör taassubun içinde kıvranıyorlar.

2020'den sonra insanlığın karşılaşacağı ilk eş rakamlı 3030 yılını merak ediyorsanız, tarif edivereyim: Tam tarifiyle insana rastlamak zor olacak 3030'da, çoğu uzuvları robotik yaratıklar nüfusun ekseriyetini oluşturacak. Yönetim dahil bütün işler robotların elinde ve İnsanlar bir merkeze bağlı ve sanal bir alemde yaşıyor olacaklar. Bugünün her türlü değeri, değerlendirmesi ve tanımı tarih olacak.

Dün hıdırellezdi idi, bereketi, çiçek, böcek ve tüm canlılarıyla baharın başlangıcı kabul edilen bir gün. Ezelden ebede bütün toplumlarca kutlanan gerçek bir bahar bayramıdır Hıdırellez. 1 Mayıslarda ne bahar, ne bayram söz konusu oldu molotoflu nümayişler yüzünden! Hıdır-İlyas gününüzü kutluyorum.


4 Mayıs 2020 Pazartesi

Takke Düştü

Giriş Tarihi: 30.4.2020

İçinde yaşadığımız olayın iyi tanımlanması gerekiyor. Bir salgın yaşıyor dünya ve hedefi de insan. Burada haberciliğin temel kuralı 5N1K ilkesi devreye giriyor. "Nerede, niçin ve nasıl"larını bir kenara koyup şu sorunun cevabının acilen aranması gerekiyor.
"Kim yaptı veya yarattı, neden?" Temel soru bu.
Kanadalı ünlü iletişimci Marshall McLuhan; "Söylenenin önemi yoktur, önemli olan nasıl iletildiğidir" diyordu. Zaman bol, gün boyu kulaklarımız medyada. İsimlerinin önünde büyük unvanlar taşıyan "ilim adamları" ekranlarda konuşuyorlar. McLuhan bugünlerde en okunası yazarlardandır bence, özellikle de "Küresel köy" adlı kitabı. Bir hikayesini hatırlıyorum, demişti ki özetle: Ben Kenya'yı bir Fransız Kenya uzmanı ile değil bir Kenyalı ile gezmek isterim. Nedeni de "uzak ve yakın tehlike?" kaygısıydı. McLuhan, Fransız Kenya uzmanı'nın gördüğüne göre hareket edeceğini düşünüyordu.
Biz eskiden öyleydik yani "Görsel" olmadan önce "işitsel" bir medeniyetin çocuklarıydık. Onun için Hz. Mevlâna 40 bin beyitlik eserine "bişnev" yani "dinle" diye başlıyordu. Çünkü bu millet kadim kültürüyle kulaktan besleniyordu.
Şimdi hiçbir şeye kulak asmaz olduk.
Salgını ve virüsü de yabancı terimlerle, üstelik meselenin esasını değil, anlaşılmasın diye anlatıyoruz.
Oysa dehşeti yaşıyoruz. Dünya kapandı, ekonomiler kilitlendi, Kâbe'den Vatikan'a tüm inanç merkezleri boşaldı.
Var mı dünya tarihinde şimdiye dek böyle yaşanmış bir dehşet ve bir felaket?
Peki, neden yaşıyoruz? Bunu soran yok.
Biz bir salgını ve korkuyu yaşarken dünyamız da kendini onarmaya, yenilemeye başladı ilginç değil mi? Ozon tabakası kapandı, kirlilik azaldı, iklim düzeliyor vs. Bir salgın ile insanlara afet, yer yüzüne afiyet bir durum?! Demek ki yeryüzünü çok hor kullandık, çok hırpaladık.
Birbirimizi de.. İnsan, insanlığını unuttu. İnsan demek, kelime manasıyla ünsiyet yani "ahbaplık, yakınlık, arkadaşlık" ile hareket eden demektir. Biz ise uzaklaştık ve düşmanlaştık.. Bunu düzeltene kadar da afete, felakete dûçar olmamız mukadder. Bugün korona yarın Allah korusun daha büyük bir felaket. Virüsün doğru mesajını alın yoksa bu hal ve Aylan bebek gibi sabilerin ahı yeri göğü inletecektir.
Yine bir McLuhan sözüyle: Kıyıya vurmadıkları sürece balıklar suyun farkında olmazlarmış!
Medeniyet, batı, güç kavramları artık yeni tanım gerektiriyor. Ve bizden bir söz ile tamamlayalım: Takke düştü kel göründü!


24 Nisan 2020 Cuma

Müstesna zamanlar

Müstesna zamanlar
Ahmet Tezcan
Bütün zamanların sultanı olarak kabul edilen Ramazan’ı, bu defa boynu bükük karşılıyoruz. Nasıl olmasın; bu defa bu mübarek ayın ne teravih namazı olacak, ne de kadir gecesi!.. Ramazan’ı bu defa manevî coşku içinde değil, buruk, boynu bükük ve sükûn halinde içimizde yaşayacağız. Bütün zamanların Rabbi de bu halimize bakarak VİRÜS belasından bizi uzak kılabilir. Devletimiz, görevlilerimiz, doktorlarımız büyük gayretle çalışıyorlar, biz de evde kalalım ve bu mübarek ayda katkımızı dualarımızla zenginleştirelim.   
****
Ramazan müstesna bir zaman parçasıdır, bütün ayların içerisinde özel ve ayrıcalıklı kılınmıştır. Değerlendirebilen için de çok bereketlidir. Ramazan’a bu özelliği kazandıranın bir başka müstesna anı içinde saklayan KADİR GECESİ olmadığı ne malum?! Hepsi birbiri içinde bir mucize ve insana lutfedilmiş bir fırsattır. O anı değerlendirme gayreti içinde olalım istendiği için bu müstesna zamanlar saklanmıştır. Böyle saklı zamanların diğer zamanlara üstünlüğünü günümüz insanları mevcut ölçü, ölçekleriyle idrak edemez, aciz kalırlar. Özel hissiyata haiz bedenler ancak bu müstesna halleri hissedilebilir. Bu da bir lütuftur, ikramdır engin bir mutluluktur aynı zamanda. Herkes de o ikrama müstahak olamıyor. Biz bunu Mevlâna’ların, Yunuslar’ın coşkularından anlayabiliyoruz. Günümüz insanı olarak bizler görüp dokunduklarımızı bile anlamada zorlanıyoruz, BEREKET denilen olguyu nasıl kavrayacağız?
Virüs belası dünya gündemine yerleşmiş buluyor. İnsanlığın içine düştüğü bu hali insanların iyi idrak etmesi gerekiyor. Meselenin sadece biyolojik boyutuyla anlaşılıp değerlendirilmesi yetmez. Toplam’da 2 gramı bile bulmayan bir yapı koskoca dünyayı nasıl esir almış, bizleri evlerimize hapsetmiştir. İnsanlık neden böyle bir belaya muhataptır? Bütün kavramların yeniden tanımlanmaya doğru gittiği düşünülebilir mi?
****
Uğruna savaşlar çıkarılan petrolün sıfır değere düşeceği geçen yıl söylense kim inanırdı? Dev petrol şirketleri bugün satamadıkları petrolün boru hatlarından çekilmesi için üste para teklif ediyorlar.
Kim bilebilirdi Kâbe dâhil, Vatikan, Budist tapınakları tüm mabetler, bütün şehirler boşalacak, korkudan herkes evlerine çekilecek?! Birisi bunları önceden söyleseydi “Hadi oradan” diyecektik. İnsan olarak içinde yaşadığımız dünyayı, bize sunulan nimetleri, en çok da birbirimizi hırpaladık. Saygımızı, sevgimizi kaybettik, kör saplantılar içine düştük. Şükür ki yağmur yağıyor, güneş açıyor.. Yarın bu biyolojik âfete meteorolojik âfetler eklense, kıtlık-yokluk olsa Allah korusun, ne hale düşeriz?! İyi ki bir devlet yapımız var, milletimizin tarihinden, kadim kültüründen aldığı bir aklı selîmi, sağ duyusu var diye şükretmeden geçemiyorum.
Bu vesileyle Ramazanınız mübarek olsun, çocuklarımızın da 23 Nisan bayramlarını kutluyorum. Bahara, yaza hasret kalmayız inşallah.

19 Nisan 2020 Pazar

Nice yıllara

Ahmet TEZCAN

Nice yıllara

2.1.2020

İşte yine bir yeni yılda daha umutlarımızı tazelemek düşüyor bizlere. Milletimiz, memleketimiz, ecdattan emanet geleceğe miras vatan toprağımız, biricik yurdumuz, güzel Türkiye'miz için en önce nice yıllara demek geliyor içimden, umutla ve mutlulukla.. Sonra bütün insanlığa, İslam âlemine iyi yıllar dileyerek yeni yıllarını kutlamak istiyorum: Nice yıllara Türkiye, kutluyorum, 2020 hepimize hayırlı uğurlu olsun inşaallah. Nice şarkılar, şiirler bize umut ve hüzün aşılar. Mazi olmuş geçen zamanın tekrarı ne mümkün; ancak şarkı, şiir olup dudaklarda mırıldanılır o kadar. Bir takvim sonunda yeni bir yıla kanat açmanın heyecanını yaşamak isteriz ve bu umutla yaşarız.
Kelime olarak "dünya" nedir, ne demektir bilir misiniz? "Den'i, denaet" yani kötülük demektir lügat anlamıyla ve bunu idrak edebilsek her halde ölümü de dilimizden düşürmeyiz?! Ömrüne bereket Feridun Yılmaz Yüceler bir kitap yazmış, adına da Arkamdan ağlama demiş. Her sayfası ibret, her satırı ders niteliğindeki kitabın hemencecik başında "Unutma" diyor; "Bir gün unutanların unuttuklarından bir unutulmuş olacağını unutma!.." diye ikaz ediyor. Günün uğraşı içinde belki gecenin bir anında ölümün de geleceğini unutmamamız için uyarıyor ve diyor ki: Ebedi yurdu kazanmak veya tümden kaybetmek de senin elinde. Baştan sona ölümden bahsettiği halde kitap bana inanılmaz bir rahatlık yaşattı, bakıp geçen, geçip giden yolcu gibi oldum, misafir psikolojisi yaşıyorum adeta ve bütün davranışlarıma da bu hal yansıdı sanki.. Hele de çok sevip saydığım sırrına eremeden kaybettiğim bir büyüğüm, Konya'dan Eczacı Mehmet Arıcı ağabeyin vefatının ardından Muhterem Yüceler'in kitabına rastlamış olmam tesadüf değil; tevafuk oldu... H H H
Velhasıl akıp giden zamanla birlikte daha başında tükenmeye başlayan aslında bizleriz. Tüketiciyiz, tüketmeye de kendimizden başlıyoruz. Kum saatimiz hızla aşağı boşalırken ve sırrına da eremeden dünyanın nice ömürler tüketiyoruz! Şair Ziya Osman Saba'nın dediği gibi; "Sükûnuna ermeye koşuyoruz sanki / ömrün fazlası geride kalırken" unutsak 'bize yapılan kötülükleri yaptığımız tüm iyiliklerle beraber' her şey yoluna girecek.. Evet, yalnızca ölümü unutmasak; bize yapılmasını istemediğimizi başkasına yapmayarak hayatı daha yaşanır, daha mutlu ve anlamlı kılacağımız muhakkaktır. Ve son söz: 2020'ye girerken ve bize yapacağı numaraları beklerken ben, öncelikle çocuklara kazasız belasız bir yıl diliyorum, gülücükleri hiç solmasın onların. Ve dünyanın tepesinde bütün coğrafyaları kana bulayanlara da birazcık insaf ve merhamet diliyorum. Hepinizin yeni yılını yürekten kutluyorum.

gazete

Bu coğrafya

Ahmet TEZCAN

Bu coğrafya

9.1.2020

Hangi kıt'ada, hangi memlekette, hangi millet bizim sabahımıza uyanmış olabilir? Tüm dinlerin, en derin kültürlerin beşiği, ekonominin can damarı bir coğrafyada yurt tutarsanız böyle uyanırsınız.
Getirisi de götürüsü de hesaplara sığmaz bu coğrafyanın. Çok uyanık, çok akıllı ve çok çok güçlü olmaya mecbursunuz.
Ve "sen-ben" olup ayrılır, biz olamazsanız çok ağlarsınız, analar, babalar ağlar, çocuklar ağlar ve herkes bir zoru yaşar. TÂBÎ olursunuz ve sorun çıkmaz.
Diplomatlarınız "memur" olurlar, güçlü ülkelerin delegasyonlarıyla oylarını kullanırlar olur biter.
Ama hiçbir ağırlığınız olmaz. Kendi olmanın bir bedeli vardır.

Bizim mahallede maç gözlüğüyle bakarsanız olaylara taraftar olursunuz sadece, olayları okuyamazsınız, bir adım öteye de gidemezsiniz.
Mesela tarihin arka planını, coğrafî şartları görmeden Arapları oturtursunuz bir tarafa; İngiliz'in ürettiği "Türklere düşmanlık ettiler, bizi arkadan vurdular" 'fasaryasını' hatırlarsınız yahut "tembelliklerinden" dem vurup savaş gerekçesini kendinize göre bulur, belirler ve masa tenisi gibi savaşları seyre koyulursunuz. Ne zalim görünür oradan ne zulüm. Çocukların çığlığı duyamazsınız, paramparça aileler, insanlar yok olur siz seyredersiniz. Savaş şirketlerinin paralı askerleri -ortamdan istifade- müzelerden çaldıkları İslam mirası, insanlık mirası değerleri Londra'nın, Paris'in müzayede salonlarında milyon dolarlara açık artırmayla satarken seyredersiniz.
Organ mafyası, hırsız cerrahlar savaş mağduru çocukların yetişkinlerin kalbini, ciğerini işe yarayan hasar görmemiş organlarını sökerken sadece seyrederiz.

Libya'da da aynısı yaşanıyor. Şimdi susar hiçbir harekette bulunmazsanız tekneleriniz yarın Akdeniz'de balığa çıkacak saha bulamazlar. Antalya'nın koylarına, İskenderun körfezine kapatırlar seni, başını uzatamazsın. Onlar şimdi "Müslümanları yenmenin" keyfini çıkarıyorlar, "Kilise İslam'ı, Batı Doğu'yu yeniyor" akıllarınca, bir bakıma doğru ve onlar bunun dayanılmaz hafifliğini yaşıyorlar. Savaşlar Londra, Paris, Washington'da değil de neden hep burada, bizim mahallede, İslam coğrafyasında yaşanıyor? Bağdat, Şam yerle yeksan edildi ilk önce. Tarihin, insanlığın en inemli ilim-irfan merkezlerini yok ettiler.
Bağdat, dünyanın en büyük kütüphanesine sahipti. İkincisi olmayan el yazması kitaplar orada ağırlığınca altınla tartılıp alınırken batı; "içine şeytan girdi" diye hastalarını yakıyordu. Tıp, matematik, astronomi kitaplarını Kur'an zannedip Endülüs'te yakan da onlardı. İslam'ın ürettiği medeniyetle iktidar oldular ama şimdi onları yakıyorlar.
Batı'nın ilim namuslu bilim insanlarına Garaudy'ye mesela, sorun, onlar size bunların cevabını muhakkak verecektir.

gazete

Ankara’da hileli ürün!

Ahmet TEZCAN

Ankara’da hileli ürün!

16.1.2020

"TAĞŞİŞ" Arapça kökenli ve eski bir kelime ama piyasada capcanlı yaşıyor ve yaşatılıyor! TDK sözlüğü, "Bir şeyin içine başka bir madde karıştırma, katıştırma, bir şeyin ayarını düşürme" olarak tarif ediyor kelimeyi. Aynen tarifte olduğu gibi ayarı düşük olanın yaptığı bir iş, taklit ve tağşiş.
Lafı nereye getireceğim belli; Bakanlığın açıkladığı listeyle birlikte hileli ürün konusu gündeme oturdu.
Bakanlığın açıklamasına göre 229 firmada 386 parti ürün hileli çıkmış.
Böylece ilk duyurunun yapılıp kamunun bilgilendirildiği 2012'den bu yana 1443 firma 3202 parti taklit ve tağşiş ürünle yakalanmış!
Sonra kaçı devam etmiş veya edecek onun bilgisi yok!

Ankara'da 10'dan fazla hileli ürün tespiti var. Çankaya'da sahte bal, eşek etli patlıcan musakka, Yenimahalle'de gıda boyalı toz biber, sakatatlı pide, kanatlı eti karışık köfte, yer fıstığı karışık dövülmüş iç fıstık, sahte tereyağı ve yoğurt, K.Kazan'da kanatlı ve baş eti karıştırılmış dana eti, Keçiören'de kanatlı eti karışık adana ve lahmacun, Sincan'da kanatlı karışık kıyma tespit edilmiş. Altındağ'da ızgara köfteye, Mamak'ta dönere at-eşek eti katılmış.
Bunların adı sanı internette ayan beyan var.Bilmeden satanlar müstesna, "HİLELİ ÜRÜNCÜLER" eğer UTANMA duygusuna sahipse bir süreliğine ortadan kaybolur, unutturunca yeniden ortaya çıkarlar, dükkânın adı değişir belki dekoru değiştirirler ve piyasada yeniden arzı endam ederler. Öyle mi acaba? Yoksa taklit ve tağşiş tespiti yapılan firmanın ocağına incir mi dikilir bilemiyorum!

İşin esası şu: Bir işe "RIZIK, HİKMET, HİZMET," gibi değerli bir hedefle değil, "bu işte iyi para var" hesabıyla girilirse o paraya ulaşmak için her şey mubah görülür! Eskiden AHİ TEŞKİLATLARI, ESNAF LONCALARI vardı, bir anlamda meslek örgütüydüler, hileli ürünü onlar tespit eder ve resmi makama bildirirlerdi.
Kendileri de hileci esnafın yüzüne bakmazlar veya camiden çıkarken pabucunu dama atarlardı. Mesela bir hamal yük taşıdığı eşeğe işten dönerken binemezdi, binerse "hayvana eziyetten" ceza görürdü. Velhasıl, şimdiki meslek örgütleri AHİ ve LONCA teşkilatının yerini tutamadılar ve toptan sınıfta kaldılar.
Neticede bizim de onlara "Üye aidatını alıyorsunuz, gereğini yapmıyorsunuz ve saltanatını sürüyorsunuz" diye sorma hakkımız doğuyor, haksız mıyım?

gazete

Ankara’nın deprem güvenliği

Ahmet TEZCAN

Ankara’nın deprem güvenliği

30.1.2020

Evet, gündem DEPREM, gündem CORONA, gündem KUDÜS, gündem İDLİP vs, uzatmak mümkün. Böyle günlerde dahi devleti milletiyle bütünleşemeyip ideolojik öfkelerini en aşağılık cümlelerle bir bahane kusanları da dahil edersek uzar gider gündemimiz, daha doğrusu dertlerimiz.

Aynı coğrafyada aynı şehirde, aynı dolmuşta, aynı alışveriş merkezinde neredeyse aynı şartlarda hayat sürerken birbirine 180 derece zıt duygular, düşünceler, kanaatler taşıyan dünya üzerinde bir başka toplum var mıdır acaba bilemiyorum?Bir âfet bile onları durduramıyor. Hangi deprem bir toplum için bu kadar yıkıcı, hangi virüs bu kadar yok edici ve ayrıştırıcı olabilir?
Mesela 10 kuvvetinde bir deprem Libya'yı, Suriye ve Irak'ı bu kadar harabeye çevirebilir miydi? Hangi zulüm Filistin topraklarından dünyaya bir husumet virüsü üretip kadim bir toplumu yok saymak suretiyle hayatları yaşanmaz hale getirebilirdi? Neyin yorumunu yapıyoruz, insanlığın geldiği nokta ortada!..

Ankara depremleri, Türkiye, ideolojisi de, jeolojisi de kırıklarla dolu bir ülke, yeryüzünde bizim tarihimiz ve coğrafyamız kadar insanı yoğuran başka bir yer yoktur. Bunları düşünürken başkentin tarih içinde yaşamış olduğu depremleri merak ettim.
Ankara ne zaman yıkıcı bir deprem yaşamıştır sormadan edemedim.
AFAD'da yeterli malumat var, Gazi Üniversitesi'nin de bir Çalıştayı'na rastladım. "Ankara'nın Deprem Tehlikesi ve Riski" başlıklı rapor 1900 yılından önce dört, sonrasında da 10 kadar yıkıcı depremi kaydediyor.
Ankara, 3. ve 4. deprem kuşağında ve Çankırı sınırlarımız dışında geneli itibarıyla GÜVENLİ sayılabiliyor. Ama çevre etkisini gözden ırak tutmamalı, ihmallerin her zaman bir bedeli mutlaka olur.

Allah bizi, bu güzel yurdumuzu daha büyük felaketlerden, birbirimize düşmekten korusun, içimize sevgi ve hoşgörü yerleştirsin. Hani EMPATİ diyoruz ya; başkasının derdiyle dertlenmeyi, "diğergam" olabilmeyi nasip etsin. Böyle günler yardım etmenin, katkıda bulunmanın yanı sıra dua günleridir, duada bulunmayı da ihmal etmeyelim.

gazete

Başkentin nüfusu

Ahmet TEZCAN

Başkentin nüfusu

6.2.2020

Nüfusu tespit için eskiden sokağa çıkma yasağı ilan edilir ve gün boyu evlere kapatılırdık, görevli elemanlar koyun sayar gibi ev ev, tek tek bizleri sayarlardı. Kaç kişi olduğumuz bu çalışmalar toparlanıp değerlendirildikten sonra açıklanırdı. Sayımın tam yapılamadığını da haftalar sonra basından "bize sayım memurları gelmedi" diyen vatandaşın açıklamalarından öğrenirdik. Şimdi yurt sathında nüfus artışı hem de adres tespitli olarak anında yapılabiliyor. Şurası çok önemli: Her şeyimiz, her kurumumuz eskiden eve kapatılarak yapılan sayım gibi ilkeldi, teknolojik altyapısı yetersizdi ve gerçeği tam yansıtmazdı. Merhum Özal, ardından Erdoğan bu anlayışı büyük ölçüde değiştirmişlerdir haklarını teslim etmek lazım.


Genel nüfus artış hızımız gerilemiş görünüyor bunu bilesiniz. Özellikle şehirlerde evli çiftler görüyoruz yanında nur topu yavrusuyla dolaşırken söz gelimi asansörde göz göze geliyor, soruyoruz; "kardeşi de var mı?", aldığımız cevap "o bizim 'bitane' miz". Eh, sonuçta nüfus o "bitane" lerle ilerlemiyor. Ancak onlar da haksız değil, çocuk şehirde tüketimi köyde üretimi körükler. İl ve ilçe merkezlerinde yani şehir hayatında yaşayanlarımızın oranı yüzde 92,8 olmuş, bir önceki yıl 92,3 tü. 100 kişiden ancak 7,2'si belde ve köylerde yaşıyor. Her bakımdan köyü, köylüyü canlandırmak gerekiyor, aksi halde büyük şirketler köylere yerleşecek haberiniz olsun. Dünyanın gidişatı bu yönde.


Başkentin nüfusu 135 bin 91 kişi artarak 5 milyon 639 bin 76 kişiyle İstanbul'dan sonra ikinci sırada yer aldı. 79,4 yıl ile erkeklerde yaşam süresi en yüksek il Ankara, kadınlarda da 82 yıl ile Antalya oldu. Genelde 15-65 yaş arası nüfus artmış ki bu çalışan nüfustur aynı zamanda. Bu arada çocuk nüfusumuz yüzde 23,1 ve ihtiyar nüfusumuz yüzde 9,1 olarak gözüküyor. Cinsiyete göre baktığımızda da erkek nüfusu yüzde 50,2 (41 milyon 721 bin 136 kişi), kadın nüfusu yüzde 49,8 (41 milyon 433 bin 861 kişi) olarak kaydedildi. Ülkemizdeki yabancı nüfus bir önceki yıla göre 320 bin 146 kişi artarak 1 milyon 531 bin 180 kişi olmuş. Suriyeliler bu rakama dahil değil. Çocuk sayımız artsın, evimiz, sokaklarımız, okullarımız cıvıl cıvıl sağlıklı çocuklarımızla şenlensin istiyoruz geleceğin genç Türkiye'si için, öncelikli dileğimiz bu

gazete

Çankaya’da protesto sesleri

Ahmet TEZCAN

Çankaya’da protesto sesleri

13.2.2020

Bir insan kendi söylediklerine yürekten inanacak ya da inandığı gibi davranacak. Aksi halde "ağzından çıkanı kulağının duymadığı" kanaatine varılır ki bilhassa siyasette bu davranış biçimi "güvenilirlik" bakımından çok önemlidir. Ondan sonra haklı bile olsanız toplumda yankı bulmaz. Ana muhalefetin lideri sıfatıyla her gün mangalda kül bırakmayan Kılıçdaroğlu konu CHP'li belediyelere yani kendi iktidarına gelince dut yemiş bülbül kesiliyor. Daha bir ay olmadı "CHP'li belediyelerde asgari ücret 2.500 TL olacak" demişti, peki, oldu mu? Biz şimdi Kılıçdaroğlu'nun İstanbul'daki ulaşım hizmetlerine yapılan yüzde 35'lik belediye zammına ne diyeceğini merak ediyoruz. İmamoğlu, "Hizmeti yürütemez noktaya gelmiştik" dedi işin içinden çıktı. Protestolar karşısında da; "Vatandaş zam tepkisinde sonuna kadar haklı. Zamma tepki göstermek kadar doğal bir şey yok" diyor!


"Hem nalına hem mıhına", "kurusıkı" sözler bunlar, ondan çok dinleriz böyle yaveleri.. Ben şahsen İBB'yi İmamoğlu'nun yönettiği kanaatinde de değilim.Kılıçdaroğlu da aynı yolla İstanbul'a aday yapılarak parlatılmış ve Baykal'a çekilen bir hareketle "aday değilim" dediği halde CHP'nin başına oturtulmuştu, şimdi görevini icra ediyor. CHP'de bu gibi durumların aydınlanması zaman ister, aydınlansa da bir şey değişmez.


Daha bir ay olmadı demişti ki Kılıçdaroğlu; "CHP'li bütün belediyelerde asgari ücret net 2 bin 500 lira olacak, sözümüzün arkasındayız." Oldu mu, sözünün arkasında durdu mu? Başkentte CHP'nin kalesi belediyede mağdur işçilerin protestolarını da duyan olmadı. Belediye binasının içinde eylem yapan işçiler Taşdelen'i protesto ettiler. Çankaya Belediye Başkanı Alper Taşdelen hakkında sloganlar atarak "insanca yaşamak" istediklerini haykırdılar. Kim duydu? Genel merkez sağırdır ve "Hiçbir sağır, duymak istemeyen kadar sağır değildir" diye bir söz var.


İşçilerin muhatabı olan Başkan Taşdelen de bu protestolar karşısında ne yaptı dersiniz: Zam isteyen işçilere "Maaşlar gününde ödeniyor" dedi. Seçimden önce ya da sonra idarece işine son verilen tek bir işçi bulunmadığını hatırlatarak adeta üstü örtülü tehdit etti işçileri. "Günü geçmiş toplu iş sözleşme görüşmesi ya da grev de yok" diyen Taşdelen, "Kamuoyunu yalanlarınızla yanıltmayın" diyerek işçileri yalancılıkla itham etti. İşte size tipik CHP yönetimi. Vatandaşın on yıllardır bu partiye ülke yönetimini teslim etmeyişinin sebebi ortada.

gazete

Millet Kütüphanesi

Ahmet TEZCAN

Millet Kütüphanesi

20.2.2020

Bugün çok önemli bir gün;
Cumhurbaşkanlığı Millet Kütüphanesi bugün açılıyor.
Kütüphanede 4 milyon basılı, 120 milyonun üzerinde elektronik yayın ile 550 bin e-kitap ve nadir eserler bulunuyor.
Millet Kütüphanesi şimdi Türkiye'nin en büyük kütüphanesi olacak.
TÜİK'in istatistiklerine göre Türkiye'de 2016 yılı itibariyle toplam 28 bin 970 kütüphane mevcut. Milli Kütüphane'miz 1.3 milyonu bulan kitap ve diğer materyalleriyle şimdiye dek ülkemizin en büyük ve en zengin kütüphanesiydi.
Külliyedeki Millet Kütüphanesi bugün itibariyle entelektüel hayatımızda yerini alıyor.

Bizim kadim kültürümüz okumayı ve ilim Çin'de de olsa öğrenmeyi emretmektedir, dolayısıyla İslâm medeniyeti, tarih içinde ilmin, bilimin en önemli üreticisi, gelişmenin ve ilerlemenin en önemli öncüsü olmuştur. O nedenledir ki; Akşemseddin:
Pasteur'den 400 sene önce mikrobu bulmuş, Ali Kuşçu: ilk kez ayın şekillerini anlatmış. Trigonometri'de tanjant, cotanjant Ebul-Vefa'nın eseri olmuş. Biruni: dünyanın döndüğünü ilk olarak ispat ederken Avrupa'ya matematiği Ebu Kamil Şü'ca öğretmiş, Ebu Ma'şer de sudaki Med- Cezir'i keşfetmiş. Battanî'lerin, Cabir'lerin, Cezeri'lerin, Pîrî Reislerin keşifleri, buluşları, çalışmaları olmasaymış bugünkü bilim seviyesini yakalaması için insanlığın daha 40 fırın ekmek yemesi lazım gelirmiş.
Demirî, Avrupa'dan 400 sene önce zooloji ansiklopedisini yazmış, Farabî, ilk kez sesin fiziki izahını yapmış, Gıyasüddin Cemşid, matematikte ondalık sistemi bulmuş ama bunların hiçbiri şimdiye kadar ve hâlâ bizim okullarımızda, bizim çocuklarımıza neden öğretilmez anlayamıyorum?

Dünyanın en büyük ve en önemli kütüphanesine sahip Bağdat, bombardımanlarla yok edenler Moğolları geride bıraktılar. İnsanlık mirası bin yıllık yazma eserler ya yok edildi veya çalındı. İleride müzayede salonlarında milyon dolara koleksiyonculara satıldığını göreceğiz. O Bağdat Kütüphanesi ki kitapları altınla tartar alır, âlimleri ödüllendirirdi. Zihniyet olarak batı dediğimiz yapı Endülüs'te de kitapları yakarak aynı insanlık suçunu işlemiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, mimarisiyle de dikkat çeken Millet Kütüphanesi'ni bugün açacak ve muhteşem eser dünyanın sayılı büyük kütüphaneleri arasında yerini alacak. Hayırlı olsun, dilerim yararlananı bol olur, hergün cıvıl cıvıl ilim-bilim peşinde koşan insanlarla dolup taşar.

gazete

Takdir yok tenkit çok!

Ahmet TEZCAN

Takdir yok tenkit çok!

27.2.2020

Çin virüsü, deprem ve Suriye ilk ve öncelikli olarak Türkiye'nin gündemidir ama aynı zamanda dünyanın da gündemidir. Yani sorun çok ama ülkemizin müşkülü çözecek gücü de var. Vaktiyle bir yabancı mevkidaşı, resmi görüşmeler tamamlanıp istirahate çekilince bizim dışişleri bakanına "E daha daha?" diye soruyor. Bizim dışişleri bakanı o anda aklına gelenleri sıralıyor, mevkidaş şaşırıyor ve: "Bunlar" diyor "Dünyanın sorunları?" Bizim bakan bu şaşkınlığa dünya haritasında Türkiye'yi işaret ederek; "Bizim dünyadan başka sorunumuz yok mu?" demiştir ne cevap vermiştir sohbetin gelişen kısmını bilmiyorum ama, bizim yaşadığımız ve önümüzde yığınla çözüm bekleyen sorunlara baktığımızda büyük ekseriyetinin dış kaynaklı olduğu gerçek. Öyle sorunlar var ki dünya yükü adeta bizim ülkemizin omuzlarında.

Taa Çin'den bir virüs doğuyor, hızla bütün ülkelere yayılıyor. En son burnumuzun dibindeki komşumuz İran'da ve İran şaşkın, ne yaptığı nasıl tedbir aldığı belli değil. Dünya Sağlık Örgütü daha olaya el koymadan Türkiye, hemen gerekli önlemlerini aldı ve önce Çin'den sorunsuzca vatandaşını Türkiye'ye taşıdı, ardından İran'da aynı titizlikle işlem geliştirdi ve uçağı Ankara'ya indirip gerekli çalışmayı başlattı. Takdir var mı yok, tenkit çok! Oysa şu ana kadar virüsün sirayet etmediği ender ülkelerden biri Türkiye. Ülkemize girmemesi için önlemler titizlikle alınıyor. Yetkililerin açıklamalarından bunu anlıyoruz.

Bir kesim var ki virüsün niye Türkiye'de görülmediğine adeta üzülüyor. Allah korusun: "Hastaneler karantina altında, vatandaş panik, deprem bölgelerinde halk perişan olsun, Suriye'den art arda şehit cenazeleri gelsin" istiyorlar adeta. Ondan sonra "Aha, diyecekler, bu durumu her zaman ve her konuda olduğu gibi hemen "Saray'a taşıyıp sebep olarak göstermezlerse ben de ne olayım?! Hepimizin elbirliği etmesi, milli insiyakla tavır alması, birlikte üzülüp birlikte sevinmesi gereken en hayatî meseleler dahi Meclisteki grup toplantılarında siyasete meze yapılıyor. Bu anlayış yeni çıktı eskiden bu kadar densiz davranılmaz ve böyle konularda dikkatli olunur ve destek verilirdi. Netice olarak ben bir şey söyleyeyim mi; aklınıza gelecek hangi sorun olursa olsun Türkiye'nin altından kalkamayacağı bir mesele bulunmamaktadır. İçeriden takoz olmasalar bunların hepsinin kısa sürede üstesinden geleceğimize inanıyorum. İdarî ya da malî bunların hiçbiri Türkiye'ye sorun olmaz, ben devletime güveniyorum.

gazete

İsmail Coşar’ı kaybettik

Ahmet TEZCAN

İsmail Coşar’ı kaybettik

5.3.2020

Türkiye, bir büyük ismi, çok önemli, çok değerli bir sesi, başkentin Selatin Camii Kocatepe'nin yarım asra yakın müezzin ve imamlığını yapan İsmail Coşar'ı elim bir trafik kazasında kaybetti. Onunla fani dünyada çok iyi bir dost idik, Beka aleminde de inşallah beraber oluruz. Coşar'ın çok samimi bir Mü'min ve Müslüman olduğuna yürekten şahitlik ederim. Rabbim Rahmet etsin. 140'a yakın ülkede pek çok camide ilahileri, mevlitleri hele o müstesna sesi ile okuduğu ezanlarla yalnızca Müslümanların değil herkesin gönüllerini fetheden Coşar unutulmazlar listesine eklenmiş bulunuyor.

İsmail Coşar, 1950 Bursa Osmangazi ilçesi Çağlayan Köyü'nde beş kardeşin en küçüğüydü. Güzel sesi küçük yaşlarında herkesin dikkatini çekmiş, daha okula başlamadan ezanı ezberleyip her fırsatta köyün minaresine çıkıp ezan okuyordu. Çocukluk bu ya; yalnız ezan için değil, bir keresinde de tavuk uçurmak için minareye çıktığını anlatmıştı da çok gülmüştük. Coşar'ı, kimsenin bilmediği özellikleri, devlet adamlarıyla dostlukları, yaşadığı müstesna olaylarıyla esasen onun sağlığında yazmayı planlarken vefatını yazacağımı hiç düşünmemiştim. Onun hayatı ve yaşadıkları bir köşe yazısına zaten sığmazdı. Hatırat için kaç kez kendisine de söyledim; "Hocam bunları kaydet, hafızayı beşer nisyan ile malûlmüş, unutursun" demiştim. O da bir hazırlığı olduğunu söylerdi. İnşallah kitaplaştırılır da Coşar'ı herkes daha yakından tanır.

Annesidir onu ilk fark eden ve hafız olarak yetişmesini, eğitilmesini sağlayan. Tipik bir anadolu annesi olan Edibe Hanım'ı dilinden hiç düşürmezdi. Çok, çok duasını almıştı annesinin, ziyadesiyle sever ve sayardı. Güzel bir beyit, bir şarkı sözüyle coşar ve meclisine göre Davudî sesiyle herkesi de coştururdu. Tabiatıyla Kur'an'a ve ezana hayrandı, kim bunu layıkıyla okuyor, onu bilir, bulur, tanımaya tanıtmaya çaba gösterirdi. 15 Temmuz'da yurt semalarından salâların yükselmesini Coşar başlatmıştı. Musıkî, ses ve makam bilgisi mükemmel nadir müezzin, hafız ve mevlithanlardan biriydi, belki en önde gelenleri arasındaydı, tabiri caizse o bu alanda bir markaydı. Mevlid-i Şerif müellifi Süleyman Çelebi'ye hayrandı. Vukufiyeti ve sesi dolayısıyla Kâni Karaca'nın da hayranı ve yakın dostuydu. Velhasıl gönlü açık, eli açık bir adamdı Coşar, kapısından eksik olanı, ona hayranlık ifade etmeyeni görmedim, duymadım. Küçük bir grubumuz vardı, buluşur, Coşar ve arkadaşlarının manevi ziyafetleriyle coşardık. Kaybımız çok büyük, kendine ve eşine rahmet diliyorum, çocuklarının ve Türkiye'nin başı sağ olsun.

gazete

Hamamönü’nde bir dergâh!

Ahmet TEZCAN

Hamamönü’nde bir dergâh!

12.3.2020

İstiklâl Marşımız 99 yıl önce bugün Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde oylanarak kabul edildi. Günün anısına bugün kimi, hangi tarihi olayı anlatmaya kalksam sütunlara sığmaz. Mehmet Akif Ersoy'un İstiklal Marşı'mızı kaleme aldığı tarih öyle bir zaman dilimidir ki emsali yaşanası değildir. 60'a yakın muharebenin yaşanmış, asırlara damgasını vuran hanedanların 'Çöküş Yüzyılı'dır bir bakıma. Avusturya- Macaristan ve Çarlık Rusya'sı da Osmanlı ile birlikte yıkılmıştır. Bu millet yedi cephede dünyanın muazzam güçlerine karşı mücadele vermiş, hiçbir cephede savaş kaybetmemiştir ama 1918 Mondros Mütarekesi ve müttefiklerimizin kaybetmesi yüzünden mağluplar safında bulunduğumuzdan kaybettik ve 6,5 asırlık İmparatorluğumuz da parçalanmış oldu.

İstiklâl Marşı'mızı doğuran o dönem millî ve manevi anlamda emsalsiz, çok duygu-yoğun, çok sarsıcıdır ki bundan etkilenmemek için insan olmamak lazımdır. Ve Taceddin Dergahı; Mehmet Akif Ersoy'un sığındığı Altındağ Hamamönü'ndeki bu dergâh milli marş olacak emsalsiz şiirin kaleme alınabildiği manevî mekândır. İstiklal Marşı'mızın kabul edilişinin üzerinden 99 yıl geçmiş, seneye dalya diyecek. Kurtuluş Savaşı'mızın en çetin günleri yaşanırken Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna ve istiklâlimize giden yolda çok önemli sırlar saklayan o mekânın ve yaşananların yeterince bilindiğini sanmıyorum. Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy, milletin kurtuluş mücadelesini o günlerde o dergâhta destanlaştırmıştır.

Mehmet Akif Ersoy'un ve muhteşem eseri Safahat'ı bugün layıkıyla anladığımızı söyleyemiyoruz. Sadece edebiyat derslerinde konu olarak yer alması da yetmiyor. Akıllı telefonlara, tabletlere gömüldük, Milli Marşımızda ifadesini bulan ruh yüksekliğine ulaşmak ise başlı başına bir eğitim sorunu. Milletin istiklaline ve istikbaline sahip çıkacak nesillere mutlak ihtiyacımız var. Mehmet Akif Ersoy da ortaya koyduğu eserleriyle tam da buna işaret ediyor.

gazete

Hayatımız onlayn!

Ahmet TEZCAN

Hayatımız onlayn!

19.3.2020

Apartmanlar dolusu insan öylece oturuyoruz evlerimizde, korktuk, psikolojimiz bozuldu. "Korkma" diye başlıyor Millî Marşımız ama korktuk.
Alsancak meselesi değil bu, can meselesi.
Alsancak meselesi olsa düşman bellidir, o zaman evde oturmayız, saldırı nereden geliyorsa alsancağı kapar, seve seve canımızı da veririz. Korkunun sebebi bilinmezlik, görünmeyen bir düşman var, kimin taşıdığı da belli değil.
Peki, ölmekten mi korkuyoruz? Hayır, kaybetmekten.
"Virüs denince evlere kapanabiliyoruz.
Sağlığımızı, sevdiklerimizi, kaybetmekten korkuyoruz.


***

Elimizde akıllı telefonlarımız, "N'olacak şimdi?" sorusuyla ekranlardan pür dikkat gelişmeleri izliyoruz. Sadece biz değil bütün dünya pürdikkat, öldürmek için en sofistike silahları üretenlerin yaşatmak için çaresiz kaldıklarını görüyoruz. Ülke yöneticileri, devletlerin en tepesindeki adamlar ve uzun uzun ünvanlı profesörler; ellerimizi nasıl yıkayacağımızı tarif ediyor, "mecbur olmadıkça evden çıkmayın, çıkarsanız maske takın" tavsiyesinde bulunuyorlar. İnsanlar marketlere hücum ederek ihtiyaç stokuna başladılar. 100 yıl önce İspanyol gribinden tam 50 milyon kişi ölmüş. 80'li yıllara kadar Çiçek hastalığı tam 300 milyon can almış ama hiçbirinde KORONA 19 kadar olağanüstü hal yaşanmamış. Ve Türkiye, tam zamanında riski gördü. Ortak akılla salgını olabildiğince hudutlarımızdan uzak tutmayı başardık. Aldığı tedbirler ve hastalık tablosuyla Türkiye, dünyanın takdirini kazanırken, içeride ideolojik saplantıdan kendini kurtaramayan bir kesimin bundan adeta rahatsız olduğunu da maalesef gördük.

***

İnternet tutkunu olmuştuk zaten; şimdi virüs korkusuyla evlere tıkılınca her şeyimiz onlayn oldu. Bilgisayara bağlı bir hayat yani, "Online"işimiz, alışverişimiz internetten, yemeğimizi bile ekrandan hallediyoruz. Çocukların eğitimi de uzaktan deneniyor şimdilik ve nakit paradan uzaklaşıyoruz hijyen kaygısıyla. Velhasıl, gökyüzüne Wİ-Fİ balonları yerleştirip insanlarla sınırsız, parasız, güçlü internet bağı kurmaya çalışanlar, lokal hükümetleri aşıp dünyanın başına buyruk olmak mı istiyorlar, bir virüse mahkûm ederek bizi nereye götürüyorlar diye düşünmeden edemiyorum.
Firavunların paraya ihtiyaçları yoktu, kitleleri yönetmek ve yönlendirmekti dertleri. "Nuh tufanı gibi bir şey" diye tarif edilen virüs felaketiyle de şimdi dünya el değiştirecek olmasın?
Asrın firavunları insanlığı teslim almak mı istiyor?

gazete

Elimize yüzümüze bulaştırmadan!

Ahmet TEZCAN

Elimize yüzümüze bulaştırmadan!

26.3.2020

Evde kalın, elinizi yıkayın, tedbirli olun, zorunlu olmadıkça kimseyle temas etmeyin.Şimdilik yapmamız gereken bunlar. Dünyanın her yerinde bu böyle. Yeni icat olmuş bir tedavi şekli olmadığından kimsenin yapacağı başka bir şey maalesef yok. En sevdiklerimizden uzak kalsak da enfekte olmadan, elimize yüzümüze bulaştırmadan hayatımızı sürdürmek durumundayız. İyi de yürüyen dönen bir hayatımız vardı, işe, okula, daireye gidiyorduk, haydi eve kapandık, toplum dediğiniz canlı bir organizma; yiyecek, içecek ve illaki hayatını idame ettirecek. Bin yıl önce Şirazlı Sadi, (Bir damla kan, bir yığın endişe) diye insanı tarif ederken; Üstad Necip Fazıl "Bir hayata çattık ki hayata kurmuş pusu" mısraıyla günümüzü anlatmış sanki!

Bizzat veya yakınlarımız aracılığıyla ölçüyü kaçırmadan mübrem ihtiyaçlarımızı elbette karşılayacağız. İnternet, telefon elimizin altında, 112 çağrı merkezi bu konuda görevlendirildi, onların yardımını isteyeceğiz. Ancak bir husus var; olağan günler yaşamıyoruz, temel gıda maddeleri ve elzem ihtiyaçlarla sınırlı olacak isteklerimiz. Kapıma kadar getiriyorlar diye kamu çalışanlarını "kullanmaya" kalkmayacağız. Bu arada "Bir ihtiyacınız var mı?" diye soran ve gereğini yapan bir komşum olduğunu burada teşekkürle ifade etmek istiyorum, üstelik henüz tanışmıştık. Ekmeği, suyu diğer ihtiyaç maddelerini kullanırken de ölçülü olacağız. Nispeten kurak bir kış geçirdiğimizi, baraj sularının yeterli seviyede olmadığını yetkililer açıkladılar. Elimizi 20-30 saniye yıkamak gerekiyormuş diye çeşmeyi şarıl şarıl açık tutmak gerekmiyor. Normal akış hızıyla 25 saniyede musluktan 2 litreye yakın suyun boşa aktığını bizzat gördüm.

Olağan günler yaşamıyoruz, tedbirli davranacağız, en kötü günler için hazır olacağız ki sağlıklı, güzel günlere ödül gibi kavuşacağız. Bana sorarsanız bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Karşı karşıya bulunduğumuz durum dünyanın düzenini değiştirecek, yeni tanımlar, anlamlar, kavramlar doğacak. Hiç kimse hayatın alışageldiğimiz gibi devam edeceğini beklemesin. Önemli olan bunu anlamak, kavramak ve kabul etmek. yeni hayat başladı bile; "Paraya elinizi sürmeyin" diyorlar mesela. Yani nakit yok. "Simit alacağım, sütçü kapıya geldi" diyemeyeceğiz. Ne simitçi ne sütçü olacak bundan sonra sokaklarda artık, eski hayatlar tarih olacak. milat baz alınarak tarihi "MÖ-MS" diye tasnif ediyorduk. Bundan sonra belki virüs milat olacak ve yeni hayatımızı "VÖ-VS" diye tasnif edeceğiz kim bilir?

gazete

Kendini onun yerine koy!

Ahmet TEZCAN

Kendini onun yerine koy!

2.4.2020

Çok olağanüstü günler yaşıyoruz, hele bugünlerde sağlıkçıların ruh halini ancak içinde olanlar bilir. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca bunu en ağır şekliyle yaşayanlardan biridir, belki de tek kişidir. Günlük mesaisi 15 saat ve her gün 1800 hastaneye tek tek bağlanıp yetkililerle durumu görüşüyor. Tedavilere, belki ölümlere şahitlik ediyor. Gece yarılarını bulan günün sonunda kimse onun yerinde olmak istemez. Bu yüzden basın toplantılarında kamuyu bilgilendirirken, hele ölenleri açıklarken ifadeler boğazında düğümleniyor. Hariçten "gazel" okuyanların bunu bilmesine, anlamasına imkân, ihtimal yok. Ayrıca anlamalarını bekleyen de yok. Çünkü bu bir yapıdan öte bir üslûp, karakter, inanç hatta ahlâk meselesidir. Önce kendini karşıdakinin yerine koyacaksın ki anlayasın.

***

Sorumluluk makamında olan bir yakınımın virüsün sebep olduğu hastalığın insan bedenindeki seyri, hele ölümcül safhadaki durum hakkındaki söylediklerini burada ifade edip etmemeyi çok düşündüm. Dünya bunu en ağır şekilde yaşıyor maalesef ve biz nasıl yaşandığını, o yoğun bakımdaki durumları bilmiyoruz. "Bilseydiniz" diyor o yakınım, "değil evinizden, banyodan çıkmazdınız korunmak için!" Bu yüzden unutulan kelimeyle söyleyeyim tecrit çok önemli. Neyse, inşallah bu zor günleri aşacağız. Devlet, bu savaşı kazanmak, virüsün ilerlemesini durdurmak, tedavi hizmetlerini güçlendirmek ve insanımızı kaybetmemek için büyük çaba harcıyor. Sadece sağlık alanında değil, bu mücadele topyekûn bütün sahalarda veriliyor. Devletin de milletin de tek gündemi bu. Nasıl olmasın, millet evine kapanmış beklerken, herkes can derdine düşmüşken başka şeyle meşgul olmak mümkün mü?

***

İnsanların yakınları vefat ediyor, cenazeler alışılagelen merasimlerle kaldırılamıyor. En yakınlarımızı üç-beş kişi ile defnediyor ve acımızı içimize gömüyoruz. Son zamanlarda vefat edenlerin hastalığı da "kalptendi, şundandı, bundandı" diye hemen söyleniyor. Yani ölümün virüsten kaynaklanmadığı bilhassa ifade ediliyor, "virüsten öldü" dedirtmemek için bunu yapıyorlar çünkü olayın bir de toplumsal boyutu var. Ben bu yaşadıklarımızın dününe, bu mücadelenin tarihine dönüp bakmak istiyordum. Şu kadarını ifade edeyim; Osmanlı'da tedavi ücretsizdi ve hekimler hastanın ayağına gelirdi. Bugün"Koruyucu Sağlık" manasına gelen Hıfzıssıhha'yı, geçmişteki tedavi usullerini ve başbakanlık da yapmış bulunan Dr. Refik Saydam'ı bir başka yazıda inşallah.

gazete

Birbirimizi özledik!

Ahmet TEZCAN

Birbirimizi özledik!

9.4.2020

Bir araya gelip koca koca şehirleri oluştururken birbirimize ne kadar da bağımlı ve muhtaç olduğumuz ortaya çıktı. Ben böyle düşünüyorum şahsen. Üç hafta ev hapsinde olmak bana yetti. "İki laflasak" dediğim dostlarımı, arkadaşlarımı hatırlıyorum tek tek, şakalarını, seslerini, seslenişlerini özlüyorum. Dizinin dibinde saatlerce dinlemek istediğim büyükler var. Akıllı telefonlar alışkanlıklarıma uymuyor. Dostlarla bazen FaceTime olalım istiyorum şöyle yüz yüze, bir arada olmanın keyfini vermiyor.

***

Bu olağanüstü günler, bir arada olma arzumuzu yeniden test etmeye çok uygun. Kim bizi bir daha böyle eve kapatabilir. Hazır viras yüzünden kendimizle, aklımızla baş başa evlere kapanmışken durum değerlendirmesi yapmanın tam zamanı. Şöyle etrafa bakmalı, sonra geçmişimiz, nihayet sağlam ve sağlıklı değerlendirmelerle geleceği yeniden tasarlamak, planlamak durumundayız. Şimdi tek telaşımız rızık ve salgından etkilenip ecel korkusuna kapıldık biliyorum; "Hiç endişe etmeyin" diyor büyükler, ikisi için de insanın yapacağı bir şey olmadığını söylüyorlar. Biz tedbirimizi alacağız; evden çıkma diyorlarsa çıkmayacağız, kendimizi, çevremizi gerektiğince temiz tutacağız ve kimseye bulaşmayacağız. Bundan ötesi takdire kalmış, o da yaratanın elinde. Vakti saati bellidir ömrün, biz bunu dolu dolu değerlendirmeliyiz.

***

Şimdilerde "en gelişmiş" diye tarif edilen ülkeler çuvallarken; bizim devletimiz hiç olmadığı kadar hayatımızın içinde, Bunu görmemek için gözden ve idrakten aciz olmak gerekir. Dışarıdan gelen ve dünyayı saran bir felaket karşısında kendimize ve devletimize güvenmek ve yardımcı olmak vatandaş olarak birbirimizle dayanışmak durumundayız. Madem evlere kapandık; etrafı, konum komşuyu da düşüneceğiz. Benim komşum her gün soruyor "Bir şeye ihtiyaç var mı?" diye, sorması bile beni mutlu ediyor.

***

Arasak elimize geçmez böyle günler, çok iyi değerlendirmeliyiz. Bunun sonunda belki bambaşka bir hayat bizleri bekliyor, kim bilir, "komplo" deyip geçmemek gerekiyor. yapay zeka konusu mesela, beni düşündürüyor şahsen. İnsanî bulmuyorum ama ilgisiz de kalamıyorum. Gençlerin şu her yanındaki dövmeler yok mu, yarın bunların yerini "dijital" olanlar alacak. Ne yediğimiz ne yapıp nereye gittiğimiz ve belki bütün tercihlerimizde bu CHİP'lerin rolü büyük olacak. Eskiler tümüyle çöpe, zamanın firavunları insanoğluna yepyeni bir hayat tarzı hazırlıyorlar bunu da unutmayın.

gazete

Ayhan Sümer’i uğurlarken..

Ahmet TEZCAN

Ayhan Sümer’i uğurlarken..

16.4.2020

Ankara'nın çınarı Ayhan Sümer Ağabeyi kaybettik, Allah Rahmet etsin. 90 yıllık ömründe adı Ankara ile özdeşleşen, Ankara'nın hizmetkârı olmuş bir isimdir Ayhan Sümer, başkentin son asrına, Cumhuriyet Türkiye'sinin gelişmesine birebir şahitlik etmiş bir "Son Şahit" o. Onların sayıları da çok fazla değildir. Aslen Nallıhan çocuğudur ama 7 yaşında babasının Anafartalar'da ticarete başlamasıyla Sümer'in başkent hayatını başlamıştır. Baba Hafız Mustafa Sümer'in de Ankara'ya göç sebebi zaten çocuklarının tahsilidir. İyi ki de göç etmişlerdir; böylelikle Sümer ailesi Ankara'dan bu yurda vergi rekortmeni başarılı iş adamı, yardımsever, Ankara sevdalısı Ayhan Sümer'i kazandırmıştır. Yine ünlü yazar Adalet Ağaoğlu ve alanında başarılı olmuş ünlü tabip Cazip Sümer de ailenin bu yurda kazandırdığı değerli isimlerdir.


Ankara'mızda bir çatı kuruluşumuz var bizim. Ankara Milletvekili Nevzat Ceylan'ın başkanlık ettiği ve başkentteki tüm STK'ların yöneticilerinden oluşan bir kuruluş bu, adı Başkent Ankara Meclisi.. Ayhan ağabey buranın kurucularından ve de onursal başkanıydı. "Nereli olursak olalım Ankara'da yaşıyorsak, Ankara'yı sevelim, Ankaralılığı da içimize yerleştirelim" fikrinin sahibiydi, dolayısıyla Ankara'nın ve hepimizin ağabeyi idi Ayhan Sümer. Bir araya gelince elini öper, yakın tarihi ondan dinlemek isterdik. Yol gösteren, ışık tutan derin bir tecrübeydi o. Biz "ağabeylik" müessesesini unutalı hayli oldu ve ağabeyleri de birer birer kaybettik! Üye olursunuz, yöneticisi olursunuz ama "ağabey" olmak ancak fedakârlıkla mümkündür.


Ayhan Sümer. Başkentin iş hayatında olduğu kadar kültür hayatında da vardı. Cahit Sıtkı, Ahmet Kutsi, Nurullah Ataç gibi ustaların sohbetlerine şahitlik etmiş, meşhur 'Fahriye Abla' şiirini Ahmet Muhip'in kendinden dinlemişti. Cumhuriyet'in ilk yıllarının ünlü Piknik Restoran'ı, Bekir'deki müzikli yemekleri, gazeteci ve politikacıların Karpiç sohbetlerini ondan dinlemiştik. Uzunca bir sohbet etmeyi kararlaştırmıştık ama olmadı.


"Ankara çok büyüdü ama sağlıklı büyüyemedi" sözü ona aittir. Değerlerimizi koruyamadığımızdan hayıflanırdı. Ayhan Ağabey okullar da yaptırdı, gençleri spora teşvik etti. Gençlerbirliği'nde de çok çaba harcadı. Evet, Sümer'in vefatıyla Ankara, sadece başarılı bir iş adamını, ünlü bir tüccarını değil, bir büyük ağabeyini kaybetti, Rabbim Rahmet etsin.

gazete