29 Aralık 2016 Perşembe

2017 numaralı yeni yılımız..

Ahmet TEZCAN

2017 numaralı yeni yılımız..

29.12.2016

Evet, 2016 yılı 15 Temmuz işgal girişimi ile tarihe adını yazdırmış oldu. Eşikten döndük unutmak mümkün mü? 2017 numaralı yıla girerken de yeni yılın ne numaralara gebe olduğunu bilemiyoruz?! Bir asır önceydi, sözde "birleşme, ilerleme ve özgürleşme" adına imparatorluğu İttihat ve Terakki Jönleri eliyle darmadağın etmişlerdi. Milyonlarca kilometrekarelik vatan toprağı bin bir entrika ile elden çıkmış, millet Anadolu'ya hapsolmuştu. İstedikleri "Yeni düzeni" kurmayı -Tek Parti iktidarıyla üstelikyarım asırda tamamlayamadılar. Kurdukları ruhsuz yapıyı yaşatmak için sayısız askeri darbeler yaşadık. Neler kaybettik saymak imkânsız. Ama en önemli hasarı ruhumuzda yaşadık; kırıldık, gücendik, örselendik.. Onca çabayla bir milleti sindirmeye çalışanlar, bunun imkânsız olduğunu 15 Temmuz'da gördüler. Milletin hafızası gelmeye başla dı. Bu müdahalelerin asıl nereden kaynaklandığını anlamaya başladık, sahiplerini de tanıyoruz. Ben burada 100 yıl öncesinden, tarihin tozlu raflarında kalmış sadece bir olayı aktararak okuyucuyu düşünmeye davet etmek istiyorum.

***

Sultan Abdülhamit vardı tahtta, fitne ateşini yakanlar "İstanbul'un sokaklarında nehirler gibi kan akıtmayı" planlamışlardı. Düzmece Hareket Ordusu ile meşrutiyetin ilanına muvaffak oldular. İngiliz sefiri Sir Nicholas O'Connor bunun için büyük mücadele vermişti, ömrü yetmedi, ihtilâldan 4 ay önce öldü. Yerine gelen Sir Gerard Lowther'i kahramanlar gibi karşılayan "Jön Türkler", yeni elçinin arabasının koşumlarını çözüp "şükran nişanesi" olarak atların yerine kendileri geçtiler ve arabayı elçiliğe kadar kendileri çektiler. Bugün de durum değişmedi, bizi zorlayan Batı değil, onların arabasına koşumlananlardır.

***

Evet, dünyamız güneşin etrafındaki 939 milyon km.lik eliptik yörüngesini cumartesi günü tamamlayacak. Dünyamız bunu 365 günde tamamlamak için saatte 108 bin km. hızla koşuyor. Hızı sabit değildir, gündönümüne göre değişir. Beni en çok etkileyen dünyamızın 23 derecelik eğimidir. Stephan Hawking gibi uzayla düşünenler de buna bir türlü akıl erdirememekte ve "Milyarlarca yıldır, mavi gezegenin bu hızla, bu şekilde dönüp durmasıyla "yaratılış" fikrine yaklaştıklarını itirafa mecbur kalmaktadırlar. Evet, öyledir.. Güneşe değildir bu eğilme, rükû, secde veya selamlama babında "OL" emrinin sahibinedir ki baharları, yazları, türlü iklimleri ikram etmektedir bizlere. 2017 numaralı yeni yılın daha az acısız, ağıtsız olmasını diliyorum, iyi seneler...

gazete

22 Aralık 2016 Perşembe

Sabah Ankara 12 yaşında

Ahmet TEZCAN

Sabah Ankara 12 yaşında

22.12.2016

Sabah Ankara başkentin ilki idi, elimize doğmuştu adeta, 12 yaşına gelmiş.
"Maşallah" deyip daha nice uzun yayın yılları dilemek düşer bizlere. O yaşadığı sürece biz yazar mıyız bilemem, "ya nasip" der devam ederiz. Zaten ısrarla ve istikrarla şimdilik devam ediyoruz, bundan sonra da öyle yaparız inşaallah. Takipçilerimiz bilir, Sabah Ankara çıkmaya başladığından bu yana bu sütunlarda yazıyoruz, yerel-genel demiyor her konuya nefes veriyoruz. Gelişen teknoloji bizi buna mecbur ediyor. Dünyanın öteki ucunda da olsa internet ortamında her türlü yayın organını izlemek mümkün hale geldi. Gelinen noktada iletişim ve habercilik sahası da çok değişti; hızlandı ilerledi ve çok gelişti. En fazla 10-20 yıl sonra belki bambaşka bir hal alacak, kim bilir?!

***

Ne diyordu Üçüncü Dalga'nın Fütürist yazarı Alvin Toffler; Learn, Unlearn, Relearn.. Yani "öğren, unut, yeniden öğren.." Başka bir şey daha söylüyordu Toffler: 21. yüzyılın cahilleri okuma yazması olmayanlar değil; öğrenmeyi, unutmayı ve yeniden öğrenmeyi beceremeyenler olacaktır.
Haber ve fotoğrafları kâğıt üzerine basmak suretiyle yapılan, matbuata dayalı gazetecilik en fazla 10 yıla kadar 'The End' diyecektir.
Nitekim ABD'li gazetelerinden Washington Post, son basılı sayısının 1 Ocak 2023 tarihli olacağını okuyucularına duyurdu. Bu tarihten sonra bu ülkede kâğıda basılı belli başlı gazete kalmayacak. Nostaljik duyguyla çıkarılacaklar müstesna.. ABD ile sıkı teması olan bir dostum, Denver'da 100 yıllık bir gazetenin yayın hayatına son verdiğini anlattı.

***

Sebep, kâğıt tüketimi, orman varlığı, çevre filan değil, her şey hızla elektroniğe kayıyor.
Gazetelerin kâğıt baskıyla çıkmaya son vermek istemelerinin sebebi de bu. Kâğıt tüketimi de azalmıyor artıyormuş üstelik.. "KULLAN AT" mantığı her türlü malzemeyi kâğıt türevlerine yönlendiriyor. Tüketimi tırmandıran kitap, defter, gazete, mecmua da değil..
Temizlik ve ambalaj kâğıtlarında müthiş bir tüketim patlaması yaşanıyormuş.. Kâğıt sanayi küçümsenecek bir pazar değil.. 400-500 milyon tonluk bir

***

Sabah Ankara'nın yaş gününden konuyu buralara getirmişken bir araştırma konusuna da dikkat çekmeden geçmek istemiyorum.
Uluslararası Haber-Medya Pazarlama Birliği INMA verilerine göre; G 7 ülkelerindeki günlük gazete satışları 2000 yılından sonra kademeli olarak düşmüş... Biz Sabah Ankara'mıza uzun ömürler, yayın ve yapımındaki arkadaşlarımızın da başarılarının devamını diliyoruz.

gazete

15 Aralık 2016 Perşembe

Tasavvuf kültürümüz

Ahmet TEZCAN

Tasavvuf kültürümüz

15.12.2016

Ülkemiz, çevremizde yaşananlar yüzünden savaş halinde sanki, gün geçmesin ki bir büyük acı yaşanmasın. Bu günlerde Konya'da da abide insan Mevlâna için anma törenleri gerçekleştiriliyor. Çağa inat çağlar ötesinden sevgiden, sevmekten, yaşatmaktan bahseden bir aşk adamı için törenler düzenleniyor. Savaş tamtamları bu kadar yüksek perdeden vururken ne yazık sevginin sesi kısık kalıyor.
O doğumunda Celâleddin idi yalnızca, ama yaşadığı ve yaşattıklarıyla Mevlâna oldu.
***
Bugün "Mesnevî" diye bir kitap varsa bunu Çelebi Hüsamettin'e borçluyuz. Mevlâna'yı ve ölümsüz eseri Mesnevî'yi yazmasında en önemli amil o olmuştur. Mesnevî, Mevlâna'nın muhtelif yerlerdeki söylediği sözlerdir, o söylemiş Çelebi Hüsameddin yazmıştır. Her cilt tamamlanınca yüksek sesle Mevlâna'ya okumuş, beyitler gözden geçirilerek bizzat kendisi tarafından da düzeltilmiştir.
Şems Tebrizî'yi de burada unutmamak gerekmektedir. O, Mevlâna'nın yakın dostu, kimine göre hocası ve can arkadaşlarındandır.
***
Şems'in de son derece keskin görüşleri var. Her ne kadar "Hoşgörü" ile birlikte anılsa da Mevlâna da İslâmî konularda asla tavizkâr olmamıştır. Onlar katıksız, katkısız, tavizsiz tam bir Müslüman'dırlar. Ve fakat ikisi de eleştirilmekten kurtulamamışlardır.
Bir sevincin, bir mutluluğun yahut bir ağrının anlatılması nasıl mümkün olabilir. Mevlâna'yı anlamak ve anlatmak öyle bir şeydir.
İnanan olursa ancak anlaşılırsın, ama ağrıyı çeken sen olmaya devam edersin. Yüzmek, bisiklete binmek nasıl kitaptan öğrenilemezse hayata aktarılmadığı sürece Mesnevî'yi de anlamak mümkün olmaz. Başka söze gerek yok, sadece "okuyucu, hikayeci" olunur o kadar.
***
Mevlana "Gel" diyor..
Bu çağrıyı yaparken Hz. Pîr insanları nereye, Konya'ya mı çağırmaktadır? O gel derken insanı kendine, insanın kendine gelmesini sağlamaya çalışmaktadır. Bir bakıma "hey, kendine gel.." demektedir yani..
Ve Mevlâna, "Dinle" diyor..
26 bin beyitlik Mesnevisinde kelime olarak ilk sözdür bu. Mevlâna'nın da insanlığa başlı başına büyük bir mesajıdır sanki.. Çünkü hep söyler olduk, herkes söylüyor.
Düğün de dernekte sahneye çıkan derviş kılıklı insanlara da değinmeden edemem. İki dönüp paralarını alıp ayrılıyorlar ama ne tür bir kabahat işlediklerini bilmiyorlar.
Müdahale edecek maalesef ne bir kimse ne de bir makam var. Gıda olsa zabıtalarla denetime çıkanlar burada nedense müdahale etmedikleri gibi teşvikkâr oluyorlar. Yüzlerce yıllık tasavvuf kültürümüzün Ramazan pidesi kadar hükmü yok.

gazete

1 Aralık 2016 Perşembe

Bir öncekini kim hatırlıyor?

Ahmet TEZCAN

Bir öncekini kim hatırlıyor?

1.12.2016

Adana Aladağ'da 12 yavrunun yanarak hayatlarını kaybettiği faciadan öncekini bilmem hatırlayanımız var mı?! O zaman da 16 kız çocuğumuz yine yanarak can vermişlerdi. Konya'daki o olay medyaya "Kız öğrenci yurdunda facia" başlığıyla şöyle yansımıştı, hatırlatmak babında aktarıyorum: Konya'ya 160, Taşkent'e 20 kilometre uzaklıkta Balcılar Kasabası Kurs ve Okul Talebelerine Yardım Derneği'ne ait Boğaziçi Özel Öğrenci Yurdu'nda saat 04.00 sıralarında patlama meydana geldi. Patlamanın hemen ardından 3 katlı binanın büyük bölümü gürültü ile çöktü. Ve haberin ayrıntılarında; enkaz altından 3'ü ağır 27 yaralının çıkarıldığı 16 kız öğrencinin de cenazelerine ulaşıldığı yazıyordu. Haberden arama kurtarma çalışmalarına Karaman, Aksaray ve Konya'dan gelen Sivil Savunma, İtfaiye ve 112 Acil Servis ekiplerinin katıldığını öğreniyoruz, üç öğrenci de enkaz altından sağ çıkmış ve askeri helikopterle acilen Konya'ya yetiştirilmiş, diğer yaralılar da çevre hastanelerde tedavi görmüşlerdi..

***

Şimdi o faciada ölümden kurtulanların akıbetleri ne oldu, 8 sene sonra nasıl bir hayat yaşıyorlar merak eden var mı, gazetelerden ilgilenen olmuş mu? Bu soruların cevabı asla evet değildir. Ölüm inanan insanlar için korkunç değildir. Benim en korktuğum ölümün yanarak olmasıdır. Allah korusun yanmak çok ürpertici ve hele yanmak ve ölmemek bence daha da çok korkunç. Hele kız çocuğu olarak böyle bir akıbete maruz kalmayı düşünemiyorum. Konya'daki faciayı çoktan unuttuk, yakınlarından başka hiç kimsenin hafızasında 2008 Ağustosunda, yani 8 sene önce yaşanan olayın kırıntısı bile kalmamıştır.
Göçüğün nedeni mutfak ve banyo bölümüne giden LPG borularındaki gaz kaçağıydı. Sorumlusu var mıydı, kimdi, ne ceza aldı, patlamadan sonra, o bina yurt olarak görev yapmaya devam etti mi, ettiyse o borular yenilendi mi diye de sormayacağım, gereği de yok zaten. Bildiğiniz gibi yapın diyorum ve Konya'daki olayı kapatıyorum. Hele o yangında ölenlerin yakınlarını, ölmeyenlerin durumunu öğrenmeye hiç cesaretim yok. Akıbetin dehşetini tahmin ediyorum.

***

Şimdi yenisine Adana'daki yavrulara üzülüyorum, onlar kadar olmasa da içimin yandığını hissediyor, gözyaşlarıma mani olamıyorum.
Olayı yalnızca FACİA kelimesiyle geçiştirmenin ve anlatmanın mümkün olmadığı gibi duygularımızı da kelimelere dökemiyoruz.
Çocukların akıbeti karşısında yumruk gibi bir şey boğazımızda düğümlenip kalıyor.

gazete

24 Kasım 2016 Perşembe

24 Kasım’ın hatırlattıkları

Ahmet TEZCAN

24 Kasım’ın hatırlattıkları

24.11.2016

İlkokul öğretmenlerimi hatırlıyorum, ilk iki sene Saide hocanımdı, Başöğretmen Mustafa Bayrakçı'nın hanımıydı, ikiz kızları vardı. Üçüncü sınıfta ihtilal oldu, Alâaddin isminde bir öğretmen geldi, "yedek subay" derlerdi, onu biz subay zannederdik..
Onu da askerî araçlar eşliğinde "Olur mu böyle olur mu kardeş, kardeşi vurur mu kahrolası diktatörler bu vatan size kalır mı" marşıyla hatırlıyorum, kocaman bir Türk bayrağı altında bizi yürütmüştü. Bunun 27 Mayıs'ın meşhur "devrim marşı" olduğunu çok sonra öğrendik. Kimdi diktatörler, hangi kardeşler birbirini vuruyordu hiç bilmiyorduk. Dördüncü ve beşinci sınıflarda Kadriye ve Lütfiye öğretmenlerde okuduk. 24 Kasım Öğretmenler Günü'nün hatırlattıklarıdır bunlar ve 50 küsur yıl öncesine aittir. İlk öğretmenlerimizi isimleriyle ve yüzleriyle capcanlı hatırlar ve çok severiz, niçin acaba? O nedenledir ki ben; ilk öğretmenliğin çok kutsal ve neredeyse anneliğe eşit olduğunu düşünürüm.

***

Evet, 50 küsur yıl geçti ve ülke olarak çok çok büyüdük, rakamlar bunu açıkça gösteriyor:
Ankara'da ilköğretim birinci sınıflarda şu an 100 bin minik öğrenci eğitim-öğretim görüyor. Yeri gelmişken Ankara'ya ait diğer rakamlarını da vereyim. Toplam okul sayımız 2 bini geçiyor, derslik baz alındığında 30 bini buluyor. Öğrenci toplamı ise 1 milyonu geçmiş durumda. Türkiye'nin toplam öğrenci sayısı 20 milyondur dikkatinizi çekerim. Bu rakam iki bakımdan çok önemlidir; Birincisi sadece öğrenci sayımız bazı ülkelerin toplam nüfusunu geçmektedir ve 20 milyon genç nüfus öğretmenlerimizin eline emanettir. Sadece eline değil, vicdanına, imanına emanettir ve hiçbir meslek grubunun sorumluluğu bu kadar büyük değildir.

***

Esas önemlisi müfredat.. Çocuklarımıza yani geleceğimize okutulan, öğretilen şeylerin, milletin kültürüne, tarihine, geleneğine aykırı düşmeme gibi bir mecburiyeti vardır.
Artık bu memleketin çocukları, kendi inancına, kendi coğrafyasına uygun müfredatı takip etmek ve KENDİ olmak durumundadır.
YERLİ ve MİLLİ ölçüsü işte o zaman tutar. Ama önce öğretmen.. Okullarımızla, öğretmen ve öğrencilerimizle çok oynadılar, hâlâ da oynuyorlar. En önce, kasten ve planlı olarak girdikleri alanlardır eğitim-öğretim ve bu hiçbir zaman tesadüf değildir. Milli Eğitim, Cumhuriyet tarihi boyunca 77 bakanla yönetildi ve her gelen yeni bir uygulama getirdi. Üç bakanla bir yılı tamamlayamadığımız dönemler oldu. Bugün de her bakımdan muhkem bir bakanlık olmadığı en başta FETÖ yuvalanmasıyla ortaya çıkmıştır.

gazete

17 Kasım 2016 Perşembe

Ortadan laflar

Ahmet TEZCAN

Ortadan laflar

17.11.2016

Ömrümüzün son çeyreğine geldik trafik sıkışıklığı, sokak kazıları, asfalt tamiratı, inşaat gürültüsü, toz topraktan kurtulamadık. Bir ömür rahat yüzü görmedik, göstermediler desek yeridir.
Dikey veya yatay bunu komşudan komşuya veya idareden bireye her şekilde düşünüp tartışmak ve yorumlamak mümkündür.
Niye?
Çünkü mesele İNSAN, her şey onda başlıyor onda bitiyor, sütüne, iz'anına, vicdanına kalmış.
Sen kimsin ki?!

***

Kim gelirse gelsin durum değişmiyor... O göreve gelip o koltuklara oturanın kulakları sağır olup çıkıyor. Müdahale yetmiyor, bahaneleri de her daim hazır.
Diller pabuç gibi, laf bol ya da suskunlar duvardan ses geliyor ondan gelmiyor. Kime ne söyleyeceğini bilemiyor şaşıp kalıyorsun.
Kendilerine göre haklılar, çare yok, katlanacaksın!
Ya da ulaşmak, çözmek için mutlaka birini bulacaksın; etkili, yetkili, paralı, nüfuzlu her neyse bir mekanizmayı devreye illaki sokacaksın.
Bir aydır evde yoksun fakat doğalgaz faturası yine değişmiyor, üstelik komşuların üç katı ödeme yapıyorsun. Neden? Sayaç mı yok, göz kararı emsal ölçümleme mi yapılıyor?
Sorun ne, sorun kime?
Yahut şöyle bir şey: Kapının önünde üç tane aracın var, bir araçlık da bana yer olmaz mı bu apartmanın sakini olarak, niye ben her gün park yeri arayıp duruyorum?!
Olmaz, üstelik "ne yapabilirim, nereye koyarsan koy" tavrı cinnetlik Allah göstermesin.

***

Dedim ya insan..
Aslında "üns, ünsiyet" yani "yakınlık, ahbaplık, arkadaşlık, dostluk" anlamına geliyor insanın kelime anlamı.
Fakat muamele tam aksi.. Düşman diyemem ama soğuk, uzak, ilgisiz, isteksiz bir yapı. Niyedir bilemem?!
Tüketici olduk ya hepimiz ondandır diyorum; tükettik bir bir insanlığımızı, inancımızı, geleneğimizi her şeyimizi unuttuk. Eskiden mahalleliydik Allah'tan korkup kuldan utanıyor, kendi kendimize çözüyorduk her sorunumuzu. Tüketici konseylerine komisyonlarına gidiyoruz şimdi hakkımızı aramak için.
Velhasıl önce kendimizi sonra da birbirimizi tüketiyoruz.
Oysa bize vazedilen yerleşik öğreti, temel düstur farklıydı ve bizi insan yapıyordu; bilgiydi, ilgiydi, illaki sevgiydi bizi birbirimize yaklaştıran, dostlukları pekiştiren, aramızda ünsiyet peydah eden..
Ne oldu, nasıl oldu, neyi kaybettik, kimden, neden uzaklaştık?!
Bir daha düşünmeye, tartmaya, yaşamaya mı çalışalım yoksa alışalım mı ne dersin?

gazete

10 Kasım 2016 Perşembe

Filler kazandı

Ahmet TEZCAN

Filler kazandı

10.11.2016

Evet, aylardır merakla izlenen Amerikan seçimleri nihayet sonuçlandı.
Fil amblemli Cumhuriyetçiler iş başına gelirken eşek amblemli Demokratlar seçimi kaybetmiş oldular.
ABD'deki yönetim değişiklikleri dünya için pek fazla bir şey değiştirmiyor.
Bugünden tezi yok gizli servisler Amerikan menfaatlerini yeni başkan Trump'ın önüne koyarlar ve ülkeyi yerleşik SİSTEM yönetmeye başlar. Başkanın hiç etkisi olmaz mı? Muhakkak olur, ağırlıklı olarak usül ve üslup değişir o kadar. Biz mesela; ikili ilişkilerimizde, NATO'da ve bölgemizde Barack Obama'nın 'Hüseyin'liğini değil, hinliğini gördük sadece.
Hüseyin Barack Obama barış adına dünyada neyi değiştirdi ki?
Döktüğü kan Bush'tan daha az değildir.

***

ABD önemli bir ülke; ekonomisi, coğrafyası ve deniz aşırı ilişkileriyle önemli bir ülke.. Dünyanın yüzde 25'ini teşkil ediyor ABD Ekonomisi. (Çin Yüzde 5 bile değil.) Dünya silah pazarındaki payı 33.6 milyar dolar. Dolayısıyla savaşlar dahil, dünyadaki silahlı mücadelenin de önemli bir parçası Amerika.
Bu ülkenin barışa katkısı hiçbir zaman bu oranda yüksek olmadı.

***

Demokratlar EŞEK, Cumhuriyetçiler FİL'dir ama renk hiçbir zaman değişmiyor; Kırmızı-Mavi.. Ve kazanan daima bu renkler olur. Bu renkler ABD bayrağının rengidir, milli simgeleridir.
Tam bir bayrak çılgınıdırlar Amerikalılar ve bu renkleri pek çok objede (külotlarında bile) kullanmaktan kendilerini alamazlar. Resmi araçlarındaki tepe lambaları ve çakarlar da bayraklarından mülhem kırmızı-mavidir. Dikkat ederseniz bizim polislerin ve diğer resmi araçların tepe lambası ve çakarları da kırmızı- mavidir. Amerikalılarla uzun yıllar öyle içli dışlı olduk ki onların milli renklerini, Tİ SESİ gibi milli adetlerini biz de kullanır olduk. Oysa bizim de ay-yıldızlı albayrağımızdan mülhem milli renklerimiz var; KIRMIZI-BEYAZ.. Polis ve diğer resmi araçlarımızın Amerikalıların bayrak rengiyle değil, milli renklerimiz olan kırmızı-beyaz ışıldamaları gerektiğini yazmıştım, İçişleri Bakanlığından farklı bir yorum geldi. Neymiş, kırmızı renk, uyarıcı ve dikkat çekici, mavi ise derin sinyal vericiymiş, dünyanın pek çok ülkesinde de kullanılıyormuş. Kırmızı- Beyazın sinyali zayıf mıdır? O halde maçlarda kırmızı-beyaz denince neden yerlerimizde duramıyor ayağa fırlıyoruz?!

gazete

3 Kasım 2016 Perşembe

YHT ulaşımının kalbi Ankara

Ahmet TEZCAN

YHT ulaşımının kalbi Ankara

3.11.2016

Ankara Yüksek Hızlı Tren Garı artık hizmette, bu muhteşem eser zaman içinde başkent insanları için yeni bir nirengi noktası olacak.
Sadece başkentin mi, yeni gar demiryolu ulaşımında tüm yurdun kalbi olacak.
Böyle bir eserin hayata geçmiş olması karşısında heyecanlanıyorum. Buradan her gün 150 bin kişinin gelip geçeceğini düşününce insanın başı dönüyor. Baş döndürücü olan yalnızca bu değil, 20 Aralık'ta da Avrasya Tüneli de açılacak.
Bu topraklara şu kadarcık dahi muhabbet duyuyorsa, ülkesi adına insanın gurur duymaması mümkün değil. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın dediği gibi bu yatırımlar ilerde çok konuşulacak.
14 ilimizle başkent arasındaki hızlı tren ağlarının buluştuğu nokta burası, yılda 15 milyon kişiye hizmet verileceği hesaplanmış. Gerçekten YHT ulaşımının kalbi olacak YHT Garı.. Sadece yolcu karşılamak ve uğurlamak için değil, sadece bir gar değil, gece gündüz insanların buluştuğu bir mekân özelliği taşıyor ve yeni yaşam alanlarıyla yeni gar artık insanların rahatlıkla vakit geçireceği bir alan..
***
Yeni Gar'da tarifeli seferler başladı.
Standardı yüksek mimarisiyle şehir siluetine farklılık katan YHT Garı'nın Ankaray, Başkentray ve Keçiören metrolarıyla bağlantılı olması da sanırım günlük hayatı kolaylaştıracak ve zaman kaybını önleyecek.
Yeni gar Ankara'nın prestij eserleri arasında yerini alırken; tarihi hatıraları ve dokusuyla mevcut Ankara Garı'nın, yeni konsept içinde korunacak olmasına ayrıca sevindim. Memleketin her köşesinde böyle birçok eserin yok edilmesi veya kaderine bırakılması bizde kişilerin anlayışına terk edildiği için ESKİNİN KORUNDUĞUNU duymak sevindirici oluyor.
"Yap-İşlet-Devret" modeli ile inşa edildi Yeni Gar, 235 milyon dolar yatırım bedeliyle iki yılda da tamamlandı.
Eskiden böyle eserler için 10 yılı gözden çıkarmak gerekiyordu. Başkent siluetindeki bir başka önemli eser olan Kocatepe Camisi için Ankaralılar 30 yıl bekledi ve hâlâ tamamlandığı söylenemez.
***
Yeni garda on binlerce kişiye ve yolcuya hizmet söz konusu.. Üç peron, 6 demiryolu hattıyla aynı anda eski ifadeyle 12 YHT katarı yanaşabilecek. 8 katlı gar binasının kapalı alanı yaklaşık 200 bin metrekare, dolayısıyla yeni gar sadece bir ulaşım istasyonu değil, şehrin orta yerinde yeni bir alışveriş, konaklama, toplantı ve buluşma merkezi özelliği taşıyor.
Oteli, kiralık ofisleriyle ticari hayatın da önemli bir parçası olacak.
Böyle bir yapının şehrin dokusuna uyumu kolay olmaz, en azından yan yollar ve trafik akışı bakımından. Beni en düşündüren araç trafiği ve otoparkıydı.
Toplam 2000 araçlık otopark hizmeti verileceğini öğrendim, sevindim. İnşallah yeterli olur ve işletmesi de zaman içinde sorun oluşturmaz.
Bize düşen; ortaya konan bir eseri takdir hissiyle karşılamaktır. Şüphesiz bunda da Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın katkısı büyüktür. TC Devlet Demiryolları başta olmak üzere bütün emeği geçenleri, Büyükşehir Belediyesi'ni candan kutluyorum.
Ankaralılara ve bütün vatandaşlarımıza da hayırlı olsun dileklerimle ve özenle kullanılmasını bekliyorum.

gazete

27 Ekim 2016 Perşembe

Kazan’ın kahramanlığı

Ahmet TEZCAN

Kazan’ın kahramanlığı

27.10.2016

Kazan ilçemiz tıpkı Maraş gibi RESMEN KAHRAMAN ilan edildi. Hani 31 Ekim 1919 günü "Burası artık Türk memleketi değildir" diyerek özbeöz Türk yurdunu Fransız müstemlekesine dönüştürmeye çalışan Fransız-Ermeni lejyonerlerine karşı "Haydi Millet, bu boyundurukla yaşayamayız.." isyanını başlatan Sütçü İmam'ın kahramanlığı gibidir bu kahramanlık.. O ruh 15 Temmuz'da yeniden ortaya çıkmış ve herkesi meydanlara toplamıştır. Kazan'ın kahramanlığı, aynı zamanda Ankara'nın 'kahramanlığı'dır, vatan, millet, memleket, hürriyet, demokrasi gibi kavramların yaşamsal olarak ne mana ifade ettiğini bilen ve tanklara karşı kendini siper eden her memleket evladının kahramanlığıdır.. Herkes o gün meydanlardaydı; Keçiören, Altındağ, Sincan meydanlardaydı, Kızılcahamam, Nallıhan, Çamlıdere meydanlardaydı. Sadece Ankara mı, bütün yurt ayağa kalktı, herkes sokaktaydı, korku denilen şey sanki bir operasyonla manevi bir el tarafından içlerinden çıkarılmış ve herkes namluların karşısına dikilivermişti. Bu duyguyu tatmayan bilmez.

***

Bu duygunun evveliyatı var. Menderes yaka paça edilip arkadaşlarıyla beraber darağacına gönderilerken susturulanlar o suskunluğu bir türlü hazmedememişlerdi. 12 Eylül'de de insanlar korkutulup yığın yığın zulme maruz bırakıldığında yine susturulmuş korkutulmuştuk. Böyle sustukça sıra sonrakilere geliyordu, nöbet nöbet bu utancı yaşamaya devam edecek miydik? Bu el aynı eldi, dışarıdan içimize uzanıyordu ve işbirlikçilerini de her zaman kolayca buluyordu. 31 Mart ayaklanması, Sultan Aziz'in bileklerini kesenler Abdülhamid Han'a da kast edenlerdi. Bunu biliyorduk, aslında hedef yine Türkiye'ydi.

***

Bu defa 15 Temmuz'da öyle olmadı, kadın çoluk çocuk, 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan tümünün mağdurları ayağa kalktı. O gün barda kafa çekerken "yıkın şunları" diye sarhoş narası atanlar da olmuştur ama küçük bir azınlık olarak, kendi utançlarını belki ayılınca yaşamışlardır. Hem "özgürlük, demokrasi, cumhuriyet" şampiyonu olacaksın ama tanklar sokağa çıkınca da cunta ile iş tutacaksın, bunun izah edilir yanı yoktur. Onları çelişkileri ile başbaşa bırakıyoruz. Evet, sivil direnişin en önemli merkezlerinden biriydi Kazan ve hak ettiği payeyi de aldı. Kahramankazanlıları Belediye Başkanı Lokman Ertürk'ün şahsında kutluyorum ve Kahramanlık teklifini Meclis gündemine getiren Ankara Milletvekili Nevzat Ceylan'ı da kutluyorum. Kahramanlığınız daim olsun.

gazete

13 Ekim 2016 Perşembe

Siren sesleri

Ahmet TEZCAN

Siren sesleri

13.10.2016

Başkent insanları siren seslerine, yanar-döner tepe lambalarına alışıktır. Hemen her dakika bakan, başbakan ya da üst düzey askeri zevat eskortlarıyla geçerler. Tiz bir ambulans sesiyle irkiliriz bazen, cafcaflı çakarlar yetmez, hemen sirene asılırlar, o da yetmez hoparlörden plakaya özel ikazı yapıştırırlar;
DS 90 sağda bekle.. Derhal çekilip, yol vereceksin, istersen verme?!..
Siren yahut sinyal ikazı aldığımızda biliriz ki geçiş önceliği taşıyan araç geçiyordur, gereklidir, geçiş üstünlüğü vardır, acildir vesaire vesaire..

***

İpin ucu iyice kaçmış gibi sanki! Yoksa ben mi yanılıyorum? Yalnız öncelikli araçlar olsa neyse, önüne gelenin, her türden siren ve sinyal aksesuarlarını araçlarında rahatlıkla kullanır olduğu görülüyor. Halbuki bunların kullanımıyla ilgili bir yönetmelik vs. mutlaka vardır.
Dolayısıyla kimin, hangi araca bu aparatı takacağı ve hangi durumda kullanabileceği orada yazılıdır. Partinin diyelim ilçe başkanına, danışmana kadar indiyse bunlar işimiz var! Bir de mesela gece yarısı bu sesli ikaz cihazları rastgele kullanılabilir mi? Bunlar açıkça belirtilmiştir sanırım?! Haksız kullananlara karşı bir cezai müeyyidesi dahi vardır diye düşünürken bu işin ölçüsünün ve de denetiminin kaçmış olduğu gibi bir duyguya kapılıyorum.

***

Geçenlerde kuvvetli bir siren sesi ile irkildim,"bekleme yapma, ilerle" uyarısı da ardısıra geldi. Hayli sert ikazın nereden, hangi araçtan geldiğini anlayamadım.
Sesin geldiği yönde başımı çevirdim ki ön panjuru mavi-kırmızı çakarları altlı üslü patlayıp duran, camları filmli siyah bir araç gördüm ama sivil plakalıydı, silip geçti yanımızdan.. (Çakarlar ABD bayrağı gibi neden mavi-kırmızı o da merak konusu? Mavi yerine beyaz olsa milli rengimiz olur.)Böylesi sert (nezaket dışı) uyarılar, başkentin bulvarlarında harcı âlem olmasın istiyorum. Ben istedim diye değil, yaşlı, hasta, bebek şehirde bir dünya insan yaşıyor. Bir de şu kendine mahsus kask, gözlük, deri eldiven ve yelekli motorcular var, "savaş yıllarından kalmış, film setinden fırlamış gibiler, metropol kovboyları sanki.." sokakları yırtan egzozlarıyla bu motorcuların başkentte sere serpe nasıl dolaşabildiklerine, trafik polisine hiç mi rastlamadıklarına hayret ediyorum! Bugün bütün bunlar İçişleri Bakanı Sn. Soylu'ya arzımdır diyorum, bizden daha duyarlı olduğunu düşünüyor, meseleyi kapatıyorum.

gazete

7 Ekim 2016 Cuma

Lozan diye diye

Ahmet TEZCAN

Lozan diye diye

7.10.2016

Cumhurbaşkanı Erdoğan "Bize Sevr'i gösterdiler Lozan'a ikna ettiler, zafer bu mu?" diye sorunca 93 yıllık anlaşma gündeme bomba gibi düştü. Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Refik Turan'a sordum; "Hocam, bu Lozan bizim için neyi ifade eder?", dedi. "Çok şey.." İzahatı tarih biliminin kıstasları çerçevesinde kaldı. Bir şey daha söyledi: "Lozan Mustafa Kemal'in de içine sinmedi" dedi ve 'kerhen' kabul edildiğini söyledi, ilginçti... Neticede bu konuya kafa patlatmış bir bilim insanıdır Hoca ve tespiti önemlidir.

***

Orijinal söylenişi ile Lozan Muahedesi bizim için gerçekten çok önemli. Bu anlaşma bizim için Kıbrıs'tır, On iki adadır, Musul- Kerkük'tür, Batı Trakya'dır, Patrikhanedir, Ayasofya ve hattâ Hilafettir.
Bütün bunlar bir tarafa İslâm âleminin darmadağın olması ve petrol sömürüsüdür, vesaire vesaire..
Bugün bir savaş hali yaşıyorsak, akın akın mülteciler çoluk çocuk perişanlık yaşıyor kitleler halinde can veriyorlarsa sebebi Lozan'da dayatılanlardır. Geçmiş gitmemiştir, Cumhurbaşkanı boşuna feryad etmiyor, nereye dokunsak halâ canımız yanmaktadır. Nihayet 39 yaşında genç bir adam İsmet İnönü, diğer heyet üyeleri de öyle.. Lord Curzon ve beraberindeki kurt diplomatların entrikalarına kurban olduk.
Büyük Britanya… Dünyanın dört bir tarafında diplomasi yürütmüş İngilizlerin yanı sıra gerçek anlamıyla YEDİ DÜVEL vardı karşımızda.
Türlü oyunlarla nice madrabazlıkların sergilendiği yerdir Lozan…

***

Osmanlı gibi muazzam bir imparatorluğun mirasını yağmalamak üzere sözleşmişler, Türk'ün şahsında İslâm'dan intikam almaya yemin etmişler. Kendisi de Temsil Heyeti Üyesi olan Dr. Rıza Nur, "Türk zaferinin bedeli değildir, eksiktir, noksandır, kusurludur" diyor, hakkı teslim ediyor.
Ankara'ya döndüklerinde Meclisi, Heyeti Murahhasa'ya düşman bulmuşlar. Lozan uğruna cinayet işlendi o Meclis'te, muhalefete öncü olan Ali Şükrü'yü vurdular, sonra vuranı da vurdular. Uzun müzakereler oldu, Mersin Milletvekili Niyazi'nin, Yahya Kemal'in, Ordu Müftüsü Esat Hoca'nın konuşmaları milli duyguları körükledi, yeri geldi vekiller gözyaşı döktüler. Batı Trakya Türklüğünü Yunan zulmüne terk ederken "Türkiye'yi kurduk, kurtardık" diye teselli olabilir miyiz? Neleri kazanabileceğimiz halde kaybettik? Tek nüsha, 143 maddelik Fransızca bir metni imzaladık döndük.
GİZLİ MADDELER de var diyorlar. Bugünkü nesil bunları bilmeli, öğretilmeli onlara ki 15 Temmuz şehitleri rahat uyumalı.

gazete

30 Eylül 2016 Cuma

Ahmet Tezcan : Din, diyanet, medya..

Ahmet TEZCAN

Ahmet Tezcan : Din, diyanet, medya..

30.9.2016

En çok konuşulan, tartışılan hattâ istismar edilen konu olduğu halde Din ve Diyanet'e dair haberler medyada pek yer almaz. Kimi mesafeli, kimi de istismara yöneliktir. Bu yüzden Hac, Ramazan, kandil ile sınırlıdır bizdeki haberler. Asırlardır yaşandığı halde hâlâ her Ramazan "orucu bozan şeylerin" gündem olduğuna; sakızın, diş macununun orucu bozup bozmadığı sorularına şahit oluruz. Metrobüsteki şortlu bayan ile onu tekmelemeye kalkan aynı anlayışın insanları olduğu halde sade Müslüman bundan nasibini alır ve aşağılanır. İstismar edenin dini hayat ve kurumla ilişkili olması bir başka istismarcının ekmeğine yağ sürer. İstismar haberleri sade Müslüman'ın utancı olmakla kalmaz, inanç sistemi sorgulanır adeta… Medya organlarında ilahiyatçı bir uzman bulunmaz, bulunması bile sorun olur zaten ve dolayısıyla medya organları "Cuma namazının kaza edilmesi, Haccın kurbana denk düşmesi" gibi garabetlere düşmekten de kurtulamaz.

***

"Din, Diyanet ve medya" konusu bir inceleme konusu olmuş mudur? Bu konunun düşünenleri mutlaka vardır ama bizim kanaatimiz bu alanda bir boşluğun, ilgisizliğin veya sahipsizliğin olduğudur. Bunu anlamak için Diyanet'e tahsis edilmiş kanalın yayınlarına bakmak bile yeterlidir. Din ve diyanet alanında bunca tartışma konusu varken, Müslümanlar bunca haksızlığa muhatap olurken söz konusu kanalın mesela; "ebru sanatının icrası" benzeri konulara saatlerini tahsis etmesi hayret vericidir.

***

Şimdi şöyle söyleyelim; zamanımızda müftülük gibi bir görevin valilik ve belediye başkanlığından daha az önemli olduğu söylenebilir mi? Öyleyse Diyanet İşleri Başkanlığı makamı neden hasseten yükseltilir ve yüceltilir sormak gerekir?! Aynı değer ve derecede önemliyse bu görev; söz gelimi 81 ilin müftülerinin Başkent toplantısı neden bir partinin, sendikanın ya da bir meslek kuruluşunun başkanlarının toplantısı kadar ilgi ve itibar görmez?

***

Ne yapar bu Diyanet Başkanlığı ya da Vakfı? Hesabı, kitabı, icrası hiç soruşturulur mu? Vakfın bütçesi nedir mesela, nerelere harcanmıştır? Başkanlığa bulaşıp 1000'den fazla elemanını sokabilen FETÖ, Diyanet Vakfı'na nasıl ilgisiz kalmış, bir kişiyi bile sokamamıştır? Daha bir yığın soru var, GENTAŞ'la, KOMAŞ'la, vakfın yurt dışındaki harcamaları, görevlendirmeleri ve başkanlığın yurt dışındaki müşavirleriyle ilgili.. İzmir'i unutmayıp 94 yıl sonra metropolitini alâyıvalâ ile yerine oturtan papazları gördünüz?! Kocatepe'nin kubbesi akıyor, minarelerin aydınlatması söndü, halıları yıkanmıyor! Hepsini soracağız, biz sormazsak Allah soracak...

gazete

22 Eylül 2016 Perşembe

Ahmet Tezcan : Mezarlıklar

Ahmet TEZCAN

Ahmet Tezcan : Mezarlıklar

22.9.2016

Ölüm her canlı için kaçınılmaz bir son, nasıl ve nerede olacağı da yalnızca Yaratan'ın bilgisinde.. İlk intibasıyla soğuk ve korkutucu gibi görünen mukadder halin aslında son derece rahatlatıcı olduğu da muhakkak..
Bir büyüğümüz zihnen, fikren, bedenen kendimizi yorgun hissettiğimizde bir kenara çekilip nefesimizi saymamızı tavsiye ederdi.
Gerçekten insanın iki dakikacık kendi nefesini dinleyerek rahatlaması tecrübeyle sabittir, siz de deneyin isterseniz.
Sağlıkla, iman ve inançla yapıldığında ölüm düşüncesinin de insanda aynı etkiyi gösterdiği uzmanlarca ifade edilmektedir.

***


Konumuz ölüm değil aslında, giderek büyüyen ve çoğalan Ankara'nın mezarlıklar meselesini gündemimize alalım istedik. Nüfusu beş milyonu aşan başkentte mezarlık bulmak maddi-manevi başlı başına bir mesele olmaya başladı.
Nerede, ne zaman öleceğimizi bilemediğimiz gibi hak vaki olduğunda defnimizin nereye yapılacağını kestirmek de zor.. Neticede defni gerçekleşmemiş mevta yok ama ölüm ansızın geldiğinden olsa gerek mezarlık temini aileleri en çok uğraştıran konuların başında geliyor.
Eskiden sekiz-on tahta parçasıyla mesele çözümlendiğinden mezarlıkların adı "tahtalıköye" çıkmıştı. Günümüzde "tahtalıköyü" boylamak o kadar ucuz değil. Günde ortalama 30 defin gerçekleşen Karşıyaka, Başkentin en büyük mezarlığıydı, artık burası da kapasitesini zorlamaya başladı, Cebeci'de de yer yok deniyor, parayı basan yerini buluyor! Bu yüzden Büyükşehir Mamak'ta Ortaköy mezarlığını açtı. Burası 1,5 milyon metrekarenin üzerinde hayli geniş bir alan. Gölbaşı'nda defin izni ilçe sakinleriyle sınırlı tutuyor. Apartmanlar arasında kalmış eski köy mezarlıkları ise saklı mekânlar. Mümkün olsa üzerlerine hemen apartman dikecekler.

***


Mezarlığın kolay ulaşılabilir olması önemli, cenazeye gelenlerin yaz-kış bütün ihtiyacını karşılayacak tesislerin bulunması bir zaruret. Bazı kurumlar gibi herkesin özel cenaze teşkilatı yok. Bu yüzden ölüm vukuunda vatandaşın eli ayağı birbirine dolaşıyor.
O nedenle defin işleminin oldukça kolay gerçekleşmesi için yetkililerin empati yapmaları gerekiyor. Bu empati zinciri belediye başkanından mezarlıktaki dini vecibeyi yerine getiren imama kadar uzanır. Bugün nereden baksanız bir defin işlemi 5-50 bin lira arasında değişiyor. Öncelikle mezarlık yerinin maddi boyutunu çok küçültmek gerekiyor. İnsanların aile mezarlığı arzusu baskın olduğu için bunu söylüyorum.

***


Son söz daha çok şehit ve asker cenazeleri için seçilen Kocatepe Camii ile ilgili..
Buradaki merasime genellikle devlet erkânı da katıldığından her merasim vatandaş için adeta işkenceye dönüşüyor. Çevredeki ana arterler trafiğe kapatılınca en az iki saat hayat duruyor, bu da mevtanın ruhunu rahatsız eden tartışmalara yol açıyor bilesiniz.
Akseki Camii bu görev için daha uygun olabilir diye düşünüyorum, yetkililer bilmem ne der?!

gazete

15 Eylül 2016 Perşembe

Kurbanımız kabul ve makbul o

Ahmet TEZCAN

Kurbanımız kabul ve makbul o

15.9.2016

NİCE BAYRAMLARA dileklerimizle bir güzel kurban bayramını daha millet, ümmet ve hattâ devlet olarak kutluyoruz. Rabbim kabul ve makbul eylesin, bereketini artırsın, akıttığımız yalnızca kurban kanı olsun başka kan dökülmesin ve gelecek yılın bayramına da sevdiklerimizle birlikte kavuştursun inşallah.
"Neresi güzel?! Şu çağdışı görüntülere bak, ortalık kan revan, kan akıtarak ibadet mi olurmuş?!" vesaire vesaire..
Bu gibi yavelerle modernlik adına meseleye karşı çıkanlar yok değil ama çok da değil. Eğer inanıyorlarsa onların imanını zedeleyen bir zıtlaşmadır bu hafazanallah.. Dini bir mesele olması hasebiyle de belki tövbesi gerekir ki, bu hususun bir yetkiliye sorulması lazım. Bu tipler gerçekten çok bilgisizce kurbana değil ama kesmeye karşı çıkıyorlar, insanlık adına değil belki hayvanlık adına bunu yapıyorlar. Bizim apartmanın arkası küçük bir bahçe kurban kesmeye müsait ama ben bunu yapacak olsam polise zabıtaya mutlaka ihbar ederler.
***
Bir kere bizim şu tespiti yapmamız lazım.
Biz eskiden çoğunlukla TARIM TOPLUMU idik, dolayısıyla bağımız bahçemiz vardı, davara-sığıra uzak değildik. Kesip yüzme işlemini büyüklerimizden öğrenmiştik ama çocuklarımıza öğretemedik. Artık şehirli olduk. Nüfusumuzun çoğunluğu şehirlerde oturuyor ve artık hepimiz apartman insanıyız. Bir tarafımızla da eskiyi özlüyor ve istiyoruz.
Kurban mali duruma dayalı dini bir vecibe.. İnanan ve şartları uyan bu ibadeti yerine getirmek mecburiyetinde. Kurbanını kesecek veya kestirecek, fakirini bulup verecek yahut bağış yapacak. Ama şehir şartlarında bunun büyük zorlukları var maalesef. Kaldı ki gerçek fakiri bulmak da zor. Kurumları henüz oluşuyor, başta belediyeler olmak üzere hijyenik ortamlar hızla çoğalıyor.
***
İşin bir de ekonomik yönü var.
Biliyor musunuz, bu bayram 2,7 milyonu küçükbaş olmak üzere toplam 3,5 milyon dolayında hayvan kurban edilmiş. Parasal boyutuyla 7,5 milyar liranın üzerinde.. Kurban sayımız birçok ülkenin hayvan varlığını katlıyor. Türkiye büyük ve güçlü bir ülke.
Ama gel gör ki nitelik yönüyle durum çok hoş değil. Bizim kasap "Ben dolabıma bu etten 10 kg. dahi koymam" diyor. Nedeni kesim işleminin tecrübeli kişilerce yapılmaması.. Bunun bir hale yola konulması zorunlu. İbadetin bu yönüyle de değerli kılınması gerekmektedir. Eline bıçak alan kurban kesmeye soyunursa ziyan oranı çok yüksek olur, deriler de delik deşik!
***
Kurbanın ibadet boyutuna hiç girmemeliyim.
Evet, ne eti ne kanı Cenab-ı Allah'a ulaşacak, yalnızca kan akması yeterli ancak, görülen kadarıyla uygulama ve ruh hali itibariyle meselenin bu tarafının da iyi düşünülmesi gerektiğini ortaya koyuyor.

gazete

8 Eylül 2016 Perşembe

Kocatepe Camii 29 yaşında

Ahmet TEZCAN

Kocatepe Camii 29 yaşında

8.9.2016

Başkentin ulu camisi Kocatepe, merhum Menderes tarafından tasarlanmış ve 28 Ağustos 1987'de Turgut Özal tarafından ibadete açılabilmiştir.
Mabed olarak değil, aslında Kocatepe Devrim Diyanet Sitesi olarak başlayıp 43 yıl sonra camisi ortaya çıkarılabilmiştir. Sultanahmet, Süleymaniye gibi selâtin camileri döneminin teknolojileri ile 7 yılda tamamlanırken Kocatepe'nin inşası nedense(!) tam 20 yıl sürmüştür. En büyük ve en güzel camilerimize biz ULUCAMİ adını veririz, imparatorluk başkentleri ulu camilerle süslüdür ve bu eserler bizim bu topraklardaki varlığımızın mührüdür. Cumhuriyet başkenti Ankara'nın ulu camisi yoktu, Hacıbayram da yetmez olmuştu, Kocatepe ile bu eksik geç de olsa giderilmiş oldu.

***

Başkentte Kocatepe silueti birçoklarını rahatsız etmiştir, hattâ bunu açık açık ifade edenler olmuştur. Caminin ilk mimari projesini üslenen Mimar Vedat Dalokay bile Anıtkabir'in karşısına böyle bir yapı dikmenin sakıncalarından bahsetmiştir. 12 Eylül darbesinin ardından Meclis'e "modern bir mabet" yapmakla övünen Mimar Behruz Çinici daha da ileri gitmiş; camiyi "Ankara'nın üzerindeki KARA LEKE" diye niteleyerek eleştirisini hakarete kadar vardırabilmiştir.
Bu, bir bakış, bir anlayış meselesidir, Özal da şehre yukarıdan bakıldığında üç şeyin; "Ankara Kalesi, Anıtkabir ve minareleriyle mü'minin göğe kalkmış şahadet parmakları gibi Kocatepe'nin ışıklandırılmış siluetinden mutlu olmuş ve Başbakanlığı döneminde caminin kurdelesini kesmek de ona nasip olmuştur.

***

Kocatepe Camii, 43 yıllık macerası içinde başkente yeni bir anlam ve bir işarettir.
Nitekim o işaret, 15 Temmuz işgal girişiminde Kocatepe'den başlayarak bütün camilerden SALÂ olarak dalga dalga bütün yurtta yankılanmış; ülkemiz, Türkiye'miz, biricik vatanımızın karanlık bir girdaba sürüklenmesi bir yürek çağrısıyla SİLAHSIZ GÜÇLER tarafından engellenmiştir. Kocatepe, başkente sadece bir mabet kazandırmanın ötesine geçmiş bir maceradır gerçekten.. Yalnız Ankara'nın değil tüm yurdun macerasıdır aslında… Kocatepe, ikinci savaştan sonra -Şeflik Dönemi dahil- halimizin, zihniyet karmaşamızın simgesidir adeta ve modernleşme, demokratikleşme ve gelişme çabamızı anlatır bir bakıma..

***

Kocatepe'de kitaplar dolduracak hikâyeler var, bunlar hem başkentin hem Türkiye'nin hikâyesidir ve bir yazıda anlatılacak gibi değildir. Kocatepe yazılarımız devam edecek...

gazete

18 Ağustos 2016 Perşembe

Maya sağlam...

Ahmet TEZCAN

Maya sağlam...

18.8.2016

1999 Marmara Depremi'nin üzerinden 17 yıl geçmiş. O günlerde doğanlar bugün delikanlı. Bizim ülkemiz sadece jeolojik bakımdan değil her bakımdan deprem bölgesi. Öyle sarsıntılara sahne oluyoruz ki 17 Ağustos depremi gölgede kalıyor. 15 Temmuz darbesi depremden daha az mı risk taşıyordu? Bir gece baktık tanklar helikopterler sokakta.. Kendi halkını, kendi ülkesini kendi silahlarıyla vuruyor, bombalıyor. 15 Temmuz gecesi Ankara ve İstanbul -Allah korusun- 7 şiddetinde bir depremle vurulsaydı ruh sağlığımıza bundan daha fazla mı hasar verirdi? Sadece PDY/FETÖ, sadece PKK değil ki korkumuz, riskimiz.. Devletin sıfırı tüketmesine yol açan ekonomik politikalar da vatandaşımızı hep sarstı, sefalete sürükledi. Başbakanın tökezlemesinden bile borsa tepetaklak oluyordu. 70 Cent'e muhtaç olduğumuzu devletin tepesindeki yetkilinin ağzından duymuştuk ilk kez. Halbuki işleri çözmesi ve iyi yönetmesi için onu seçmiş oraya oturtmuştuk.
Her salı siyasi liderler siyasi parti gruplarında yurda seslenirler. Her konuşma toplum katmanlarında 4-5 şiddetinde sarsıntıya sebep oluyor neredeyse. Millî, manevî her şey siyasete alet ediliyor. Özellikle Anamuhalefet'in tavrı her konuda ve her kararda karar sahiplerinin "Ama muhalefet?!" tedirginliğine yol açıyor. Bir türlü müspet muhalefeti öğrenemediler. Öğrenemezler çünkü onların duygu ve düşüncelerindeki Türkiye ile seninki 180 derece zıt. Azamisini geçtik bu kafayla nerede, nasıl bir asgari müşterek kurulabilir ki? Kemal Bey, konu DARBE olduğu halde bile balmumlu çifte davetiyeyle katılmak zorunda kaldığı Yenikapı mitingindeki MİLLİ MUTABAKATI grup toplantısındaki konuşmasıyla hemen bozdu. Doğruyu yanlış, yanlışı da doğruymuş gibi sunmakta pek mahir Kemal Bey. Bir kere üslup üslup değil, sokak ağzıyla siyaset de ancak böyle yapılır.
Velhasıl 17 Ağustos sarsıntısının yıldönümünde benim ülkemin karşı karşıya bulunduğu başka riskler ve yol açtığı zararlara dikkat çekmeye çalıştım. Allah bu memleketi kriz, deprem, darbe, istismar gibi her türlü sarsıntıdan korusun. Kendimizi bundan ayrı tutmayalım medya da buna dâhildir. Her gün 81 vilayette akıl almaz nice manşetler, haberler, köşe yazılarıyla sarsılıyor bu memleket, nice ihanetlerle karşılaşıyor. Mayası öyle sağlam ki her türlü sütü bozukluğa karşı müthiş bir bağışıklığa sahip olduğu görülüyor. Bizim yaşadığımız sarsıntılara başkaları muhatap olsa yerinde yeller eserdi. Nasıl, sizce de öyle değil mi?

gazete

11 Ağustos 2016 Perşembe

FETÖ ve Humeyni

Ahmet TEZCAN

FETÖ ve Humeyni

11.8.2016

Darbe teşebbüsünün yarattığı atmosferden uzunca bir süre kurtulamayacak gibiyiz. Ne büyük bir badireden kurtulduğumuz ileride çok daha iyi anlaşılacak, Allah bu memleketi, bu milleti çok büyük bir beladan korumuştur bu bilinmelidir. İleride bugünler hakkında çok şeyler yazılacak ve söylenecektir. Şimdi herkes söylüyor, "FETO Humeyni gibi yurda dönecekti" deniyor. Peki, Humeyni kimdi ve Tahran'a nasıl dönmüştü? Kıyas bakımından çok önemlidir. Humeyni 1964'de Türkiye'deydi, sürgündeydi bir bakıma. Bursa'da istihbarat albayı Ali Çetiner'in evinde kaldı bir süre..

***

Burada "Niye?" diye sormak herkesin hakkıdır. İstihbaratçı bir askerin Humeyni'yi karşılayıp Bursa'da ikametine yardım etmesi nasıl açıklanacaktır? Bu soruya cevap vermek için bizim(!) istihbarat teşkilatımızın o zamanki yapısını bilmek lazım. Bizim diyorum ama asker dâhil Türkiye'nin güvenlik kurumları o yıllarda ne kadar bizimdi? Sadece güvenlik kurumları değil, hassasiyet derecesi yüksek birçok kurumda o yıllarda Amerikalılar çok etkindi, "stratejik ortağımız" bir bakıma devletin kılcal damarlarında dolaşıyordu desek yeridir... Velhasıl Humeyni Türkiye'den sonra Irak'a gidip yerleşti ve faaliyetlerini bir süre oradan yönetti. Sonra Şah'ın baskısıyla Saddam tarafından Irak'tan çıkarılsdı ve Fransa'ya yerleşti. 1979 yılına kadar Humeyni, dinî, siyasi, ekonomik hangi konuda bir şey söylese Batı medyasında manşetten veya birinci haber olarak yer aldı. "Tahran hazır hocam" dedikleri gün İran'ı teslim aldılar.

***

Batı'nın hesabı İslam dünyasıyladır. Şii İmam Humeyni ile İslam coğrafyasını yönetemediler. Altın, gümüş her türlü değerli maden, neyi varsa bu coğrafyanın onu sömürmek istemektedir. Cumhurbaşkanı "cibilliyet" kelimesiyle ifade ediyor ya işte o. Onlar bölecek, parçalayacak ve seni öylece yönetecek. Batı, bu defa Sünni bir imamla İslam coğrafyasını yönetmek istedi. Onun için Feto'yu hazırladı. FETÖRİSTBAŞI, İstanbul'a geldiği hafta Cuma namazını hemen Ayasofya'da kılmak arzusunu gözyaşları içinde dile getirecek ve milyonlar Ayasofya'da Cuma namazı için yurdun her köşesinden yollara düşecek, o da onlara imamet edecekti.
Milat olacaktı o gün, magazin kanalları dâhil bütün televizyonlar Kur'an tilaveti ve ilahilerle yayınlarına başlayacaklardı. Hangi Müslüman itiraz edebilir, ne diyebilir ki?! Ama bizim ülkemizi biz yönetemiyor olacaktık. Bizimle birlikte Şam'ı Bağdat'ı Kahire'yi katacaklar ve suni bir atmosfer yaratarak bu coğrafyayı içimizdeki ihanet şebekeleri eliyle onlar yöneteceklerdi.

gazete

4 Ağustos 2016 Perşembe

FETÖRİSTLER

Ahmet TEZCAN

FETÖRİSTLER

4.8.2016

Sosyal medya hesaplarında darbe başarılı olsaydı diyerek Suriye benzeri senaryolar dillendiriliyor. Evet, darbeyi başarılı kılmak için ilk önce toz duman edeceklerdi şu güzelim ülkeyi.. Çok kan akıtacaklardı, çok can yanacaktı. Sonra "YURTTA SULH KONSEYİ" inanılmaz süratle sulh ve sükûnu sağlayacaktı(!) ülkede ama SÖZDE.. Bütün askeri darbelerin karakteridir bu, ÖNCE KAOS SONRA ASAYİŞ.. 11 Eylül'de kan gövdeyi götürürken 24 saat sonra ne olmuştu da anarşi bitivermişti. Üzerinde düşünmeye değmez mi?

***

Suriye, Irak, Libya benzeri bir Türkiye, kimsenin, hele Batı'nın hiç işine gelmez. Dünyanın enerji ihtiyacının yüzde 70'i bizim mahalleden karşılanıyor, böyle bir coğrafyayı daha fazla riske atarlar mı? Mesele sadece enerji de değildir. Burası İslam coğrafyası, kadim düşmanlıklara, din adına kanlı savaşlara sahne olmuş muhtelif medeniyetlerin birbirini mahvettiği bir alan.. Mısır'ı bir şekilde Sisi ile hallettiler! Suriye ve Irak'taki kaos ve bundan kaçan on binlerce mülteci huzurlarını kaçırıyor. Türkiye'yi de bu kaosa dâhil ederek yaşanmaz kılmak sözde dünya efendilerinin konforlarını bozar.

***

Yıkmak istedikleri Türkiye değildir, MİLLİ ve YERLİ düşüncedir.. Milli ve yerli düşünmemizi asla istemezler.. Köprüler, havaalanları, nükleer santraller milli ve yerli düşünmenin ürünleridir.. Türkiye büyüsün, güçlensin diyenler milli ve yerli düşünenlerdir. Bunu bilmek ve iyi ayırt etmek gerekir. Hükümet'i hedeflemek isterken temelinden Devlet'i yıkmaya kalktılar 15 Temmuz'da, millet buna izin verir mi? FETO bir kukla, kuklacılar sahnenin arkasında.. Canını hiçe sayarak Başkent'te ve İstanbul'da tankın, topun, makineli tüfeğin üstüne üstüne giden, uçaklara, helikopterlere meydan okuyan eli öpülesi bir millet var, bu millet buna müsaade eder mi? Bir asır geçti, Çanakkale'den bu yana, Türkleri unutmuşlardı, onlara kim olduğumuzu yeniden hatırlattık. Türk milletinin cesaretine bütün dünya bir kere daha şahit oldu. Milletin genlerindeki Çanakkale ruhu canlandı ve destansı bir dirençle kanlı teşebbüs akîm kaldı..

***

FETÖRİSTLER, hükümeti devirip başbakanı, bakanları tutuklayarak milleti yıldırmak istediler. En başta Cumhurbaşkanı'nı öldürmeyi planladılar. Saddam yahut Kaddafi gibi derdest edip direnci kıracaklardı. Hiç unutulmaması gereken şu: Kendi kin ve öfkesinin girdabına düşmüş yerli işbirlikçiler de bundan pay çıkarmayı umdular. Dört duvar ortasında utançlarıyla baş başa kaldılar. Allah korudu bu memleketi onlar da avuçlarını yaladılar..

gazete

28 Temmuz 2016 Perşembe

Tarifsiz bir duygu!

Ahmet TEZCAN

Tarifsiz bir duygu!

28.7.2016

Baş döndürücü günler yaşıyoruz, ortalık toz duman, kimin kurt, aslan yahut çakal olduğu seçilir gibi değil. (Karargâhlarda yaşananları duymak bile istemiyorum, nasıl olsa gerçeğin çıplak gezmek gibi bir tabiatı var.)
Ancak çok açık ve net olan şey..
Milletimizin cesaretidir..
Kocaman bir yürek ortaya çıkıyor ve "Ne yapıyorsun oğlum, kardeş aklın başında mı, millete nasıl kurşun sıkarsın, dön kışlana?" uyarılarıyla meydana fırlıyor, ateşin üstüne gidiyor, paletini kilitleyerek tankı durdurmaya çalışıyor.
Kimin haddine?!
Direnenlerin içinde kadın, genç, ihtiyar, çocuk herkes var.
Dünya bu duyguyu nasıl anlasın, nasıl anlamlandırsın?

***

Yüreğin tafraya galip geldiği Çanakkale'yi de böyle anlayamamışlardı.
Bunca silah, mühimmat, onca gemi, on binlerce asker ve kusursuz bir savaş stratejisine karşılık; kısıtlı imkânlar içindeki "yorgun, aç-biilaç" bir orduya nasıl ve neden yenildiler yüz yıldır araştırıyorlar, bulamıyorlar.
Onların anlayamadıkları; bunun bir iman, inanç ve bir direnç duygusu olduğudur..
Göze alamayacağı tehdit ve tehlike yoktur bu milletin, yeter ki inansın..
Bu duyguyu bir partiye, bir kişiye indirgemek de milleti anlamamak, olayı küçümsemek veya sulandırmak olur ki bu da bilinmelidir.

***

Aksini düşünmek bile istemem. Sosyal medya hesaplarında çeşitli senaryoları yazılıyor, Allah muhafaza darbe başarıya ulaşsaydı diyorlar, sokağa çıkma yasağı ile birlikte tüm iletişim ve haberleşmenin kesildiği, gözaltılar, dezenformasyon ve çatışmaların yaşandığı bir ortamda 16 Temmuz'dan itibaren direnen her yer ağır bombardıman altında kalacak ve "güvenliği sağlamak" adına yabancı güçler ülkeye girecek ve Türkiye Suriye'den kötü duruma düşecekti.
Rabbim korudu, çünkü bu millet "UMUT MİLLET". Ümmetin ve bütün inanların duasıyla atlattık büyük bir badireyi.
Çünkü "Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa, ondan sonra size kim yardım edebilir? Mü'minler, ancak Allah'a tevekkül etsinler" diyen bir Yüce Kitaba inanmışız. Bu duygu, ancak bu inançla tarifini bulabilir.

gazete

21 Temmuz 2016 Perşembe

Bin nasihat bir musibet!

Ahmet TEZCAN

Bin nasihat bir musibet!

21.7.2016

Darbe teşebbüsü bütün illerimizde hissedildi ama Ankara'da durum çok başkaydı. Çünkü Ankara başkent.. Ülkede iktidarı ele geçirmek için önce Başkan'ı ve başkenti teslim almak gerekir, başaramadılar.
Öncekileri bilemem ama 27 Mayısları, 12 Mart, 12 Eylülleri, 28 Şubat ve 27 Nisan'ı yaşamış biri olarak, yeni neslin ve herkesin darbenin "NASIL"ını "Bin Nasihat, Bir Musibet" anlaması bakımından belki TEK YARARI tartışılabilir.
Darbeciler Ankara'da bir şey dışında her şeyi yaptılar; Kocatepe'den başlayarak sadece camileri bombalamadılar. Hâlbuki jetlerin başkent semalarını yırtan ALÇAK UÇUŞ- LARINA önce minarelerden yükselen salâ sesleriyle karşılık veriliyordu.
Akıncı üssünde konuşlanan 60 jet, ikişer ikişer dalgalar halinde şehrin üstüne tam gaz geliyor ve bir yay çizerek yükseliyorlardı. Özenle seçiliyordu aşağıdakiler. Cumhurbaşkanlığı Sarayı'ydı, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ydi, Başbakanın çalıştığı Çankaya Köşkü ve milletin kendisiydi alçaldıkları ve yükseldikleri hedefler..
Başkentin semalarını yırtan alçak uçuşlar ve akabinde başlayan bombardımana helikopterlerin sesleri eklendi sonra. Karanlıkta çok zor seçilen skorskileri, makineli tüfek takırtılarıyla çok daha yakın fark ettik.
***
Yüreklere korku salmaya çalıştılar.
Havada sadece ışıklarıyla seçilen uçaklar şehir üzerinde kulakları yırtan gürültüleriyle önce milletten gelecek direnci kırmaya çalıştılar. Meclis bombardımandan büyük yara aldı.
Sokaklarda vatandaş darbecilerin silahlarından çıkan mermilerin hedefi olurken Meclisin ve meclis binasının sapa sağlam öylece kalması düşünülemezdi.
Vatandaş sokaktayken Gazi Meclisimiz de açıktı. Başkan İsmail Kahraman siyasi parti gruplarına hemen bir çağrıda bulunarak Meclisin çalışır halde olmasını sağladı. Nitekim milletvekilleri bombardımana rağmen meclis binasında bulundular... Bir sonraki yazımda bu konuya devam edeceğim.

gazete

15 Temmuz 2016 Cuma

Şahin ya da güvercin olmak

Ahmet TEZCAN

Şahin ya da güvercin olmak

15.7.2016

Kâmran İnan, yıllarca parlamentoda görev yapan tecrübeli bir siyaset adamıydı. Kürt kökenliydi, çeşitli hükümetlerde bakan olarak da önemli görevler üslenmişti. Dünyayı iyi tanır, uluslararası ilişkilerin önemine her fırsatta dikkat çekerdi. Yıllar önce ilk kez ondan dinlemiştim; "Türkiye'nin bu topraklarda ŞAHİN olmasına asla müsaade etmezler, GÜVERCİN olsun isterler, hele kana kırık olursa daha çok severler." Böyle diyordu Kâmran Bey. Bu coğrafyayı çok iyi tanımak lazım böyle bir yargıya varmak için, o bu coğrafyayı iyi tanıyan bir devlet adamıydı. Ancak köprünün altından çok sular aktı. Bayrak, vatan gibi kavramların tarifinde dahi ayrılığa düşen siyasilerine rağmen Türkiye gücünü yeniden keşfetti. Ülkemiz başta terör olmak üzere her türlü saldırıyla niçin karşı karşıya dersiniz? Batı dediğimiz dünya ile hangi müşterekte birleşebiliyoruz? Onlara boyun eğmedikçe sizi rahat bırakırlar mı? Her türlü saldıracak, durdurmak, susturmak isteyeceklerdir.
Türkiye sıradan bir devlet değil ki, bugün 64 devletin bayrak dalgalandırdığı bir coğrafyada asırlarca hükümran olmuş bir devlet, üstelik 5 trilyon dolarlık bir ekonominin de tam göbeğinde.. Dünyanın enerji ihtiyacının yüzde 70'i bizim mahalleden karşılanıyor. Üç semavi dinin merkezindeyiz.. İnsan ve inanç çeşitliliği, tarihi, coğrafyası, iklimi ve doğal kaynaklarıyla dünyayı çeken bir bölge burası.. Sayısız medeniyetlerin kurulup battığı bu topraklarda insanlığa bir medeniyet tasavvuru önermek kadim anlayışlar için son derece rahatsızlık vericidir. Herkesin bir arzusu, sizin de saklı ya da bastırdığınız idealleriniz var. Yahut bu cennet coğrafyada cinneti sona erdirmek istiyorsunuz, kim dinler? Kargaşa ve kaos istiyor onlar, yerli işbirlikçileri de hazır..
Saddam'ın, Kaddafi'nin milyar dolarları, paha biçilmez mücevheratı nereye gitti dersiniz? Sadece petrol gelirleri yeterdi fakir halkın ihyası için. Başlarını kaldırmaya takatleri yok bugün. Diğerleri de onlardan farksız. Din, dil, mezhep, menfaat daha bir yığın gerekçeyle onlar kanlı bir iç savaşa sürüklenirken başkaları konforuna konfor katıyor. Bu coğrafyada önce güçlü olacaksınız, bu da ayrılıklarla değil, ortak yönlerin ortaya çıkarılması ve birlik içinde olmakla mümkündür. Yegâne caydırıcılığımız birlik olmamızdır.

gazete

8 Temmuz 2016 Cuma

Bayram ve trafik terörü

Ahmet TEZCAN

Bayram ve trafik terörü

8.7.2016

Ramazan Bayramı bilindiği üzere dini bir kavram, herkesçe yaşanası bir gün değildir aslında.
Yılda böyle iki bayramımız var, biri Ramazan diğeri Kurban.. "Şeker" ya da "et bayramı" diye adlandırıp bu müstesna günleri dini temelinden uzaklaştırma gayretleri hep olmuştur. Hatta bir kesimin kurban kesimi için ileri geri konuştuklarını biliriz, kast ettiğimiz kesim ete oldukça değil, fazlasıyla doygundurlar. Emsal değil ama bunlar yılbaşında hindi katliamına ses etmezken Kurban bayramında "hayvancıl" kesilirler.
Öyle olunca sormadan geçemiyoruz;
Ramazanda ne yaşadın, nasıl yaşadın da bayramı hak ettin birader?! Bırak yaşamayı, yaşamaya çalışanların orucuna, namazına, iftarına, ezanına her fırsatta istihza ile bakmayı da ihmal etmedin üstelik.
Ne yazık ki DAEŞ, EL KAİDE gibi bizzat Batı icadı örgütler Müslümanın boynunu büküyor, İslam deyince İslâm'la alâkası olmayan bu örgütler öne çıkarılıyor, Cumhurbaşkanı Erdoğan'dan da haklı olarak en yüksek düzeyde cevabı alıyorlar.
***
İnsan ilişkileri, dini hayat maalesef tavsadı. Bunun çok çeşitli sebepleri var. Oruç, iftar kadar, teravih kadar dini değeri, maneviyatı yüksek olan bayram günlerini biz de gereğine uygun değil, artık "tatil fırsatı" olarak değerlendiriyoruz.
Yazık ki ne yazık, boşa harcanan kutsal zamanlardır bayram günleri! Üstelik hiç olmayacak şekilde bayram sevincini TRAFİK KAZALARI, ölüm ve acıya gark ediyoruz. Dün bu yazıyı kaleme alırken yollarda kaybettiklerimizin sayısı 50 dolayındaydı. İnanın terörle mücadelede biz bu kadar kayıp vermiyoruz. Sakat kalan, sonradan hastanede ölen ve milyonlarca lirayı bulan hasarlar buna dâhil değil.
***
Karayolları Trafik ve Yol Güvenliği Derneği Başkanı İhsan Memiş aradı dün yine, feryat figan ediyor. Yıllık kaza istatistiklerinin gerçek rakamları yansıtmadığını söylüyor. Bolu-Mengen'de tiner yüklü TIR kamyonu kazasını örnek gösteriyor. Beş vatandaşımızı kaybettiğimiz bu kazanın bilirkişi raporunu göndermiş ki denetimsizlikler akıl alacak gibi değil. Zaten bir süredir trafik denetimlerinde polis yok desem yeridir. Cihazlar ne tespit ediyorsa basıyorlar cezayı geçiyorlar. Egzos gürültüleriyle başkenti sarsan motosikletler ve lokanta kuryeleri ise tamamen denetim dışı gibi. Müdahale edecek bir Allahın kulu yok gibi, bizden söylemesi.

gazete

23 Haziran 2016 Perşembe

Kendin ol yeter…

Ahmet TEZCAN

Kendin ol yeter…

23.6.2016

Çok mübarek günler yaşıyoruz, bugünler seçilmiş zamanlardır, insana insanlığa tanınmış önemli fırsatlardır. Peki, ne için?
İnsanın arzularını, hırslarını dizginlemeleri, kendi aralarında bir dayanışma ve yardımlaşmayı sağlayabilmeleri için.
Bütün angajmanlarınızı bir yana koyup sadece insan olmak bu kadar mı zor?
İşte, evde, trafikte, çarşıda pazarda ne olur biraz sabır.. Sesinizi biraz alçaltın, yüksek sesle anlatamadığınızı belki yüksek sözle anlatabilirsiniz. Keskin sirkenin zararı en fazla kendineymiş, biraz törpüleyiverin keskinliklerinizi ne olur, 'diğergam' olun, 'hodgam' olmayın...

***

Bu kelimeleri yeni nesil bilmez; digergam olmak, başkalarının hakkını hukukunu da kendisininki kadar olmasa da gözetmek, göz önünde bulundurmak, korumaktır, hodgam da tam karşıtı. Bu tavır insan olmanın bir icabıdır. İnsan kelimesi de zaten "ünsiyet" eden demektir, yani ahbaplık arkadaşlık kuran yakınlaşan demektir. Uzun bir süredir biz bu kavramları kullanmaktan, bu kavramları edinmek, benimsemek, içine girmekten uzaklaştık. Şimdi bu kelimelerin yerini "egoizm, empati, sempati" gibi Latin kökenliler aldı.

***

Eskiden koptuk, yeni bir medeniyet tasavvuruyla karşı karşıyayız. Bu bizim kendimize ait de değil, bize dayatılan bir tasavvur. Hiç bilmeden sessizce, sinsice hayatımıza giriyor bizi değiştiriyorlar. Değişme değil bu, tam bir yozlaşmadır. Öyle olmasa yavrularımızı, en kıymetli varlıklarımızı bir dünya para ödeyip gönderdiğimiz yere KREŞ, yani DOMUZ AHIRI adını verir miyiz? En önemli eğitim kurumlarını yönetenlerin adları "REKTÖR, DEKAN" olur mu? Rektör, dekan aslında kiliselerin idari kadrolarından alınmış isimlerdir. Ayşe, Fatma gibi isimleri de terk ettik, yerine popüler isimlerden mesela FUNDA gibi adlar aldık. Tüm Fundalardan özürle söylüyorum, bizim dostlarımız da var ancak nedir Funda? ÇALILIK.. Tarihi, dini bir vurgusu, bir hedefi, mesajı var mı? Yok.. Sadece fonetik olarak kulağa hoş geliyor diye insan ismi yapmak ne derece doğrudur?! Biz eskiden İŞİTSEL bir medeniyetin çocuklarıydık, kulağımızdan beslenirdik. Şimdi her şeyimizle GÖRSEL olduk. Giyim, kuşam, araba, ev ve bütün davranış biçimlerimizle görsel olduk. Kararlarımız "Elalem ne der"e endeksli oldu. Kendimiz olmayı istemiyoruz, denemiyoruz bile..

gazete

17 Haziran 2016 Cuma

Tatil zili çalıyor

Ahmet TEZCAN

Tatil zili çalıyor

17.6.2016

Yaz tatili için bugün bütün okullarda son zil çalacak. 28 Eylül'de başlayan okullardaki eğitim-öğretim faaliyeti bugün sona eriyor. Karnelerini alacak olan öğrenciler üç ay boyunca dinlenecekler. Ankara'da 1 milyon öğrenci bugün karne sevinci yaşayacak. Başkentte özel ve resmi okul sayısı 70 bine yakın. Yine başkentin 20 dolayındaki üniversitesindeki öğrenciler buna dâhil değil. Hak ettiler, helal olsun, yaz tatilini de güzelce değerlendirmeliler.
Benim çocukların üniversite maceraları çoktan bitti ama karne günleri öğrencilerle birlikte ben de heyecanımı yenemiyorum.
Ders yılı başladığında Kocatepe Mimar Kemal'in önüne gidip onların heyecanını paylaşmıştım. Şimdi de üç ay boyunca kazasız belasız bir tatil geçirmeleri için onlara dua ediyorum.

***

Türkiye'nin 20 milyon civarındaki öğrencisi sayısı bile birçok ülkenin genel nüfusundan yüksek. Bu bizim için, ülkemiz için büyük şans ve büyük bir potansiyeldir.
Ama ilanihaye devam edecek de değildir. Nüfusumuz bizim de yaşlanıyor ve devlet büyükleri keyfinden çocuk sayısı hakkında teşvik konuşmaları yapmıyor.
Bunu "yatak odasına karışma" olarak nitelendirenler maksatlı değillerse yanlış düşünce içindeler. Onları zorla yatak odasına sokup çocuk yapın diyen yok. Ama şu bilinmelidir: Genç bir nüfusa sahip olmak istiyorsak, istikbalimizi iddialı bir şekilde planlayacaksak, ülkemiz bugün Avrupa'nın içine düştüğü durum benzeri "yaşlılar yurdu" haline gelmesin diyorsak en az üç, normali 4 çocuklu aile sayısını artırmalı, çocuk teşvikini sürdürmeliyiz.
Ülkelerin en büyük enerjisi genç nüfusudur.

***

Ha, bu teşvikler kuru kuruya da olmaz, belli desteklerin vatandaşa artırılarak yapılması gerekir. Hattâ bunun bölge bölge planlanması lazım. Evet, çocuk taşrada üretimin önemli bir unsurudur ama şehir hayatı gündeme geldiğinde tüketimin önemli bir unsuru olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Meselenin bir başka boyutu; Ankara'da 1 milyon ülke genelinde 20 milyon öğrenciyi tatil boyunca üç ay süreyle sokaklara terk edemeyiz. Ankara'da çoğu çalışan aileler, şimdi düşünüyorlar: Ben bu yavrumu nereye, kime bırakayım?! Büyük anne gibi ebeveynleri olmayanlar için bu durum çok büyük sorun. Çocuklarıyla işe gelen anne-babalar görürseniz hiç şaşırmayın, çoğu çaresizliğindendir.

gazete

9 Haziran 2016 Perşembe

Derdi dünya olanın...

Ahmet TEZCAN

Derdi dünya olanın...

9.6.2016

"Dünyayı anlamak zordur" diye başlıyor jeolojinin temel kavramlar kitabı ve oluşumundan gelişimine bir yığın soru soruyor.
Yer kürenin 23 derecelik eğimini bile henüz çözememiş bilim, çünkü 'bir yörüngede, bu hızda dönerken böyle kalması imkansız' diyorlar...
"Bir Yüce Kudret'in önünde?!" diyenler meseleyi çözüyorlar!
Ve işte zamanlardan bir an Ramazan... İki aydır bu müstesna günlerin hazırlığındaydık, nihayet kavuştuk şükürler olsun. Rabbim kime, neye iltifatta bulunmuş ise onu yükseltip yüceltmiştir.
Canlı cansız bütün mahlûkat bunun içindedir.
İnsanlar, dağlar, denizler, mekânlar, makamlar bunun içindedir.
Taşlara lutfetmiş; zümrüt, yakut, elmas olmuş...
Yerlere, yollara lutfetmiş; Mekke, Medine, Arafat, Kâbe, Kudüs olmuş...
Yeri göğü yaratmış; milyarlarca canlının içinden de insanı seçmiş, "yaratılmışların en şereflisi" ilan ederek yüce şahsına muhatap kılmış. Hiçbir mahlûkun erişemeyeceği HAZRET makamına yükseltmiş bizleri.
İnsanlar için bu muhataplık dahi emsalsiz bir ŞEREF makamıdır.
***
Peygamberler de insanlar arasından seçilmiş, "SIRATI MÜSTAKİM" denilen yeri, yolu bulmamız için görevlendirilmişlerdir.
Vahiy değil ama isteyene ilim, ilham yolları açık, kimin talebi olursa taahhüdü var Rabbimin.
Yunuslar, Mevlânalar Efendimizin velileri, vekilleridir. İnsanla iletişim sürüyor yeter ki müstahak olalım. Müstahaklık, bir şeyi hak etmiş olmak, "Seni hakkıyla bilemedik" diyerek boyun bükmektir.
Meselenin farkında olmak gerekiyor, zaman çok kısa..
"Derdi dünya olanın dünya kadar derdi olur" derler, bu manâda derdimizi(!) büyütmek, varlık sebebimizi kuşanmak ve kuşatmak durumundayız.
"Bakmaz mısınız, görmez misiniz, düşünmez misiniz?" diye sıklıkla soruyor yüce kitabımız; göğü, dağı gösteriyor, sivrisinekten, deveden örnek veriyor. Meymene- Meş'eme" diye ayırmış yolları ve tercihi bize bırakmış.
***
İşte, Ramazanlar, bayramlar, kandiller, kadirler istikametini belirlemesi için İnsan'a, Müslüman'a tanınan "MÜSTESNA ZAMANLAR"dır. Cuma günü gibi Ramazan da aylar içinden işaretlenmiş ve istisna tutulmuş.
Yetinmemiş içine bir de Kadir Gecesi gibi ömre bedel bir "MÜSTESNA AN" saklamış.
Bu mübarek Ramazan ayından en verimli şekilde nasiplenmeyi umuyoruz, dileğimiz, memleketimizin, milletimizin bu müstesna günler hürmetine her türlü tehditten, tehlikeden, tuzaktan korunmasıdır.

gazete

26 Mayıs 2016 Perşembe

Joachim Gauck kim?

Ahmet TEZCAN

Joachim Gauck kim?

26.5.2016

Yeni Türkiye, yeni hükümetle yoluna devam ediyor. Bize düşen hayırlı olmasını dilemektir. Uyumlu bir yönetim refah ve istikrar demektir.
Lider kavgaların- dan ve iki başlılıktan bu memleket çok çekti. Cenazede bile yan yana gelmeyen, selamlaşmaktan imtina eden yapı, kişiliklerden çok sistemdeki çarpıklığın sonucudur.

***

Demirel – Ecevit, onlardan önce İnönü - Bayar kavgaları halkı kahretmiş, "Medyaya kolay malzeme" olmuşlardır.
Neticede lider kavgaları bu ülkeye hep zarar vermiştir. En son Ecevit- Sezer kavgası, meşhur Anayasa kitapçığı fırlatma hadisesiyle bir gecede bu ülkeye 5 milyar dolara patlamış, tahribatı 18 milyar dolarla tamir edilmeye çalışılmıştır.

***

İki isim; Joachim Gauck veya Manuel Valls?
Kim Gauck'ın Almanya Cumhurbaşkanı, Valls'ın Fransız Başbakanı olduğunu söyleyebilir? Kendi vatandaşları bile düşünmeden çıkaramazlar. Bu iki ülke örneğinde görüldüğü üzere; bir şekilde oluşturulan sistemle yetki kargaşasını gidermişlerdir.

***

Bizde ise Cumhurbaşkanı da başbakan da sistem içinde çok güçlü ve bu güç Anayasa kaynaklıdır. Dolayısıyla yetki kargaşası bizde anayasaldır. Dünyada bir kargaşayı yasal hale getiren bir başka ülke var mıdır bilmiyorum?! O halde fiili durumun vakit geçirmeden sistemleşmesi zaruridir, kişiliklere bırakılmamalıdır.

***

Ülkede bir iktidar boşluğu bugün için yoktur ve fakat sağlıklı bir muhalefetin kurulamadığı da ortada.. Bu durum "Oh ne âlâ!" deyip geçiştirilemez, muhalefetteki boşluk iktidarların aleyhinedir. Bu boşluğu doldurmak isteyenler çıkabilir çünkü siyaset boşluk kaldırmaz. Nitekim bu gayretleri görüyoruz, sürekli iç çalkantılarla boğuşan muhalefet partileri politika üretemediğinden hedefindekilerle kavgayı tercih ediyor. Bunu görmek için bir saat Meclis TV'yi izlemek yeterli. Sistem kurması gerekenler birbiriyle uğraşmaktan yorgun düşüyorlar. O halde fiili durumu sistemleştirmekten başka çare kalmıyor.

gazete

28 Nisan 2016 Perşembe

Boru sesi neyin nesi?

Ahmet TEZCAN

Boru sesi neyin nesi?

28.4.2016

Son zamanların bir tartışma konusu var; şehit cenazelerimiz cenaze marşı ile mi yoksa tekbirlerle mi kaldırılsın? Ben düşüncemi hemen söyleyeyim; ben tekbirlerle kaldırılmasından yanayım cenazelerimizin.
Bando olacak deniyorsa Chopin'in marşı yerine Buhurizade Mustafa Itri Efendi'nin segâh bestesi seslendirilir, merasime katılanlar da sözleriyle bandoya refakat ederler.
Uygulama böyle olursa içimize siner mi? Kimse fark etmez belki ama, mesele de bitmez. Çünkü vatandaşın tavrı tamamen Şopen'e veya bandoya değildir, eski bir hikâyesi vardır bu tepkinin. Davul, trompet gibi birçok bando sazını mehteran da kullanıyordu, kulaklar alışıktır, bando-mızıka takımıydı onlar bizim için.
Öyleyse nedir?

***

Milli hafızada saklı olumsuz duygular var.
Türk musikisi yasaklanmıştı bir dönem, batı müziğini empozeyle emredenler, belediyeleri birer bando takımı kurmaya mecbur etmişlerdi.
Halkevlerinde de bando mızıka kursları, dans dersleri veriliyor, Cumhuriyet balolarının çok katılımlı ve çok renkli yaşanması isteniyordu.
"Modern, medeni" oluyorduk böylece, batılılar gibi bir "yaşam biçimi" kuruyorduk formel olarak vesaire vesaire!..Medeniyetimize ters düşen her uygulamanın derin sebepleri var. Cenazelerimizden Şopen'in marşının kalkması için Başbakan talimat vermişken bir hususu daha hatırlatalım istedim.

***

Boru sesi ?!
Madem cenazedeki uygulama için bir hazırlık var şunu da bu arada çözmenin tam zamanıdır: İstiklal Marşımızdan önce saygı duruşu ile beraber bir boru çalınır, Tİ SESİ diye bilinir? Pek çok resmi törende dikkat edin bu boru sesi ile saygı duruşuna geçer ardından Milli Marşımızı seslendiririz. Yani bu millete büyük ihtiramla bir 'BORU SESİ' dinletiliyor yıllardır. Şimdi bu boru sesi ne olacak?
2014'ün Nisan'ında bugünlerde itirazımı dile getirmiştim ama duyan olmadı.
Şoförler Derneği'nin kongresinden Cemevi açılışına (hem de güzelim Gülbank'tan önce) her yerde her törende saygı duruşumuzu sesiyle göstermek zorunda mıyız? "Ha sahi, bu Tİ sesi de neyin nesi?" diye sizin de aynı soruyu sorduğunuzu duyar gibiyim, Numan Kurtulmuş Hoca cevaplayacaktır umarım?!

***

Bu borunun da bir tarihi geçmişi var. Bize Kore Savaşı'nda Amerikalılardan bulaşmış.
Onlar için AĞIT bir nevi, meşhur Kuzey-Güney Savaşı'ndan kalmış. General Butterfield'in bestelediği ve "İnsanlar Yaşadıkça" filminden alınan bu ezgi, o gün bugün her ABD askerinin tabutu başında seslendiriliyor. Kore'de onlar askerlerine tabut başında boru çalarken, Kore şehitlerimizin merasimi de aynı usulle yapılır olmuş.
(Bir anekdotu da bu arada aktarayım. Ülkemizi ziyareti sırasında Bush, kendisini karşılayan şeref kıtasının boru çaldığını duyunca;
"Kültürümüz buralara kadar gelmiş" demiş, çok sevinmiş.) Peki, bize ne oluyor da hâlâ sesiyle saygı duruyoruz? Bu borunun da Şopen'in marşıyla ile beraber derhal hayatımızdan çıkarılması gerekir diye düşünüyorum.

gazete

18 Nisan 2016 Pazartesi

KKTC sizi bekliyor

Ahmet TEZCAN

KKTC sizi bekliyor

18.4.2016

Kıbrıs içine düşülen siyasi krizi aştı. Vatandaş ilgisiz gibi görünse de sohbetin sonu krize gelip dayanıyordu. KKTC'de hükümet, koalisyon ortaklarından Ulusal Birliğin çekilme kararı almasıyla 2 Nisan'da düşmüştü.
50 sandalyeli KKTC Meclis'inde Cumhuriyetçi Türk Partisi 20, Ulusal Birlik Partisi de 18 sandalyeye sahip ve iki büyük partinin kurduğu hükümet 'Büyük Koalisyon' olarak niteleniyordu, olmadı. Temel sorun aslında ekonomik; memur maaşları ödenemez olmuş Ulusal Birlik de, "hükümette kalmak anlamsız" diyerek hükümetten çekilmişti. Ortaklar arasında ilk görüş ayrılığı Türkiye'nin su temini projesinin hayata geçmesiyle, suyun nasıl dağıtılacağı konusunda ortaya çıkmıştı. CTP Belediyeler eliyle suyun dağıtılmasını savunurken, UBP dağıtım özelleştirilsin istiyordu. Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, yeni hükümeti kurma görevini şimdi UBP Genel Başkanı Hüseyin Özgürgün'e verdi. Özgürgün, 5 sandalyeye sahip Demokrat Parti ve bağımsızlarla görüştü ve bir mutabakat kuruldu. Sokaktaki vatandaş da hükümeti UBP kursun istiyordu.
CTP' ye de itirazları yok ama bu partiyi fazla resmi buluyor vatandaş. Şimdi Denktaş ortaklığındaki hükümet Cumhurbaşkanı Akıncı tarafından onaylandı. Şunu mutlaka söylemeliyim;
KKTC'nin de krizlerden kurtulmak için "Eski Türkiye Anlayışı"ndan vazgeçmesi gerekiyor. Kararlı, istikrarlı bir hükümetin neler başardığını görmek için Anavatan en güzel örnek. Kuzey'in bir yığın sorunu var, çözümü Dünyalık olsa da şimdi kolları sıvayıp TAM YOL işe girişecekler. Her konuda Ankara'nın kapısını aşındırmaları gerekir. Turizmden Tarım'a orada ilk elden çözümlenecek çok iş, çok kazanç kapısı var. Bize düşen başarı dilemektir.
***


Kıbrıs'ın cömert güneşini bu seyahatimizde göremedik, sular da henüz ısınmamış olunca geriye tarihi turistik yerlerini gezmek, damak lezzetlerini aramak kaldı. Geçen sefer Salamis harabelerini, Magosa ve Lefkoşa'yı gezmiştik, bu defa Karpas burnundan başladık, kiliseleri gezdik, Dipkarpas'ın lezzetlerini tattık. Gaziantep ve Hatay'dakiler kadar güzel Soli mozaiklerini gördük, Vuni sarayını gezdik. Gemikonağı'nda, Yeşilırmak da dinlendik. KKTC'de Hükümet mali sıkıntı çekerken Kıbrıs'ın bakır ve altın rezervleri toprağın altında yatıyor. Oysa tarih boyunca bu madenler işletilmiş ve buradan dünyaya taşınmış. Gemikonağı'ndaki liman ve buralara kurulan saraylar bunun açık delili.
Kıbrıs'ın Anavatan'da bile yeterince tanındığını sanmıyorum. Sadece kumarıyla hatırlanmak KKTC'ye ayıptır. Kültürel varlıkları ve damak lezzetleri hayli zengin olan Yavru Vatan'ın tanıtımı için gayret gerekiyor. Son söz, Ada sizi bekliyor, dolu dolu gidin gezin ve görün bağrında nice güzellikler barındırıyor güzel Kıbrıs'ımız.

gazete

8 Nisan 2016 Cuma

Dr. Emin Acar

Ahmet TEZCAN

Dr. Emin Acar

8.4.2016

Kimi için hoca, kimine baba, ağabey, kimine şeyh ama bir gerçek var Ankara'nın manevi önderi, Doktor Emin Acar artık yok. Kendi için o, sadece Hacı Bayram Veli yolunun hayranı, takipçisi ve öğrencisiydi. Ak giysiler içinde sözleri, davranışı ve yaşantısıyla gerçek AKSAKAL bir adamdı Emin Hoca.
Adam olmak "âdem" olmayla başlar. Eskimez harflerle elif, dal, mim. Elif gibi dimdik, yalnızca doğruların savunucusu oldu.
Onun yolu, tek doğrusu; biricik Habibi Edib, Efendiler Efendisinin gösterdiği Rabbinin yoluydu o kadar. Engin tevazusuna bedeni de uydu zamanla, dal harfi gibi eğildi. Mim harfi onun seccadesinde Rabbisine kapandığı halidir. Tek kapısı, tesellisi ve baş koyup eğilecek tek makamda bir beni âdemdi, bir adamdı o.
***
Gönül adamları için öldü denmez, çünkü onlar ölmez. Bir bedene sahip olmak, yeyip içmek gezip tozmak tek dirilik alameti de değildir ayrıca. Niceleri var, sokakta, çarşıda, pazarda kanlı canlıdırlar ama ölüdürler. Varlıkları ile yoklukları arasında pek fark yoktur.
Niceleri vardır mezardadır, bir taşın arkasında upuzun, sessiz sakin yatıyordur ama her an herkesin dilinde, gönlündedir, her gün ondan bir şeyler alınır, yapılır, yaşanır, onsuz olunmaz.
Emin Acar, kimilerinin doktoruydu, hastalıklarını teşhis ve tedavi edendi. Ama geneli itibariyle o, gerçekten bu toplumun ruh doktoru, bilge kişisi, yol göstereniydi. En tekil, en mahrem marazınızdan, dünyayı ilgilendiren en genel hale kadar her duruma söyleyeceği bir sözü, bir tavsiyesi, bir tesbiti mutlaka vardı.
Bir keresinde eşinden boşanmış bir vatandaşa "Allah'ın sevmediği tek helaldir" diyerek, evlenmesini, evli olarak bu dünyadan göçmenin faziletlerini anlattığına şahit olurken, bir başka zaman Suriye'de o günlerde bir cephede ağır şekilde devam eden savaşla ilgili ilginç bilgiler veriyordu. "Ğûta" denen bölgeyi ben ondan duydum. Aç dedi, Ramuz'ül Ehadis adlı kitabı gösterdi, sayfasını, satırını, hadis numarasını söyleyip okumamı istedi:
"Melhame-i Kübra gününde Müslümanların merkezi Şam şehrinde Ğuta denilen yerdedir. O gün Müslümanların menzillerinin en hayırlısı orasıdır" yazıyordu Hz. Ebud Derda'dan rivayetle, "Hayırla sonuçlanacak" dedi.
***
Dr. Emin Acar, nereden, kimden, nasıl geldiğini bilemediğim kaynaklardan her konuya ilişkin bilgileri gerçek sayıları, rakamlarıyla verirdi. Her makamdan devlet erkânıyla görüşür, konuşur, tavsiye ve nasihatlerde bulunurdu.
Toryum, volfram gibi elementlerin önemini, nerelerde kullanıldığını, stratejisini, Türkiye ve dünyadaki rezervlerine varana kadar ayrıntılı bilgileri ben yine ilk kez ondan duydum. Sadece bunlar mı? Ne zaman neyin yenileceği, yararı, zararı fotokopi edilmiş olarak elinize tutuşturulur ve uygulanması tavsiye edilirdi. Şerbeti, çorbası onun ikramından herkes mutlaka nasiplenirdi. Yalnızca ikram, tavsiye, nasihat değil, bir konunun, bir meselenin etkilisi, yetkilisi, sorumlusu geldiğinde -ki eksik olmazdı- bir öğrenci gibi merakla sorular soran ve öğrenendi aynı zamanda o.
Velhasıl, Hacı Bayram'da biz bir bilge adamı, dertlere deva bir şifacıyı, toplumun ve insanların pek çok meselesine ışık tutan bir münevveri, bir tıp adamını, bir din âlimini, yol gösterici bir SIR ADAMI kaybettik. Rahmeti rahmana kavuştu inşallah.. Yeri doldurulamasa da 90 yıllık ömür içinde dergâh, tekke, ofis, yazıhane, muayenehane ne derseniz; en azından o çevredeki gariplere, fakirlere, hattâ meczuplara sığınak, barınak olan o mekân umarım yaşatılır.

gazete

9 Mart 2016 Çarşamba

Düşünmez misiniz?

Ahmet TEZCAN

Düşünmez misiniz?

10.3.2016

Kur'anî bir sözdür bu.. Bazen "akıl etmez misiniz?" şeklinde belki 10'dan fazla yerde geçer. İnsanı silkeleyen, kendine getiren bir uyarıdır. Düşünerek insanın bundan bir ders çıkarması istenir.
Öyleyse bir kere de biz düşünelim: Bir ülkeyi yöneten zat veya çoğul olarak söylersek zevat; sabah kalkacak tan yeri ağarmadan, ellerini açacak, ülkesi, milleti ve tüm dünya mazlumları için Rabbine yakaracak, yardım etmesi için Yaradan'a yalvar yakar olacak, bazen gözyaşlarına garkolup dualarına icabet isteyecek..
Sonra makamına geçecek "taraftar, yandaş" menfaati gözetecek, ihaleye fesat karıştıracak, kanunları çarpıtacak..
Aynı toplumun bir başka kesimine hayatı zehir edecek icraatlarda bulunacak?!..
Bu olacak şey değildir.
İkisi bir arada yürümeyen, yürütülemeyen bir durum, bir eylemdir bu..
Nefes alıp veren.. İnsan olarak varlığın ve varlığının farkında olup akıl ve gönül sahibi bir kimse için; ("Bir beyin ve bir kalp taşıyan" şeklinde de söylenebilir bu..) Birbirine zıt, birisi diğerine yer bırakmayan böyle bir tavır içinde olabileceği asla söylenemez. Olsa da bu durum sürdürülebilir değildir.
Benim inancım bu..
***

Siz de aksini düşünüp kurgulamak suretiyle bir akıl yürütebilirsiniz. Çünkü bu ülke, sabaha karşı kumar masasından çakırkeyif kalkıp yatağına kendini zor atan yöneticileri de gördü.
Nitekim İcra Vekilleri Heyetleri'ni saymazsak, İsmet Paşa'nın başında bulunduğu 1.
Hükümetten, Ahmet Davutoğlu başkanlığındaki 63 ncü Hükümete kadar 92 yılda 63 hükümetle yönetilir (daha doğrusu YÖNETİLEMEZ) hale gelmezdi.
Burada kabaca bir hesap yaparak, 92 yılı 63'e bölsek bir hükümete 1,5 yıl bile düşmemektedir iktidarını gösterip bir icraat ortaya koyabilmesi için.. Değil köprü, baraj vs yapmak; yaşayan insanların günlük mübrem ihtiyaçlarının görülmesi için bile bu süre yetmez.
Bir de Cumhurbaşkanı ve başbakanları sürekli çatışan, birbiriyle kavga eden, birçok konuda ayrılığa düşen, medyada birbirine laf yetiştiren bir ülke ki biz bunları çok yaşadık:
***

Atatürk ile İnönü'nün anlaşmazlıkları henüz tam olarak gün yüzüne çıkmadı. Sonra Celal Bayar.. iktidarı boyunca Menderes'in elini kolunu bağlamıştır.
Asker cumhurbaşkanlarını saymazsak; Demirel ile Özal, Cumhurbaşkanı veya başbakan iken sürekli kavgalıydılar, bir konuda bile uzlaştıklarını kimse söyleyemez. Özal, kendi seçtiği başbakanlarıyla bile anlaşıp uzlaşamadı, vefatına yakın parti kurmaya kalktığını da herkes bilir.
Ahmet Necdet Sezer'i ortaya çıkaran Ecevit'ti, birbirine Anayasa kitapçığı fırlatıp işi "Nankör" lükle suçlamaya kadar götürdüler. Abdullah Bey ile Erdoğan'ın arasına nifak sokamamaları ikisinin de tuzağın farkında olmalarındandır.
Demek ki yönetim aygıtında bir sıkıntı var ve adı BAŞKANLIK da olsa herkesin bir irade koyup sistemi onarmaları mecburidir.
Davutoğlu-Erdoğan ilişkisi yürüyorsa bu mayaları ve ideallerinin icabıdır.

gazete

2 Mart 2016 Çarşamba

Rent a Car'lar da şehir dışına..

Ahmet TEZCAN

Rent a Car'lar da şehir dışına..

3.3.2016

Başkent otomobilden geçilmiyor, kaldırımlara kadar her yer model model arabalarla dolu. Bu sadece Ankara'ya mahsus değil her yer aynı. Eskiden hane başı- naydı ihtiyaç, şimdi fert başına hesaplar yapılıyor. Dolayısıyla birden fazla otomobile sahip aile sayısı gün geçtikçe artıyor. Bir süre sonra bu durum AĞIR SORUNLAR ortaya çıkaracak. Aslında kendi hareket alanımızı daraltıyoruz. Kredilendirmede teşvikler ağırlıklı olarak otomobile değil de söz gelimi eve yapılsaydı, insanların öncelikle ev sahibi olmaları teşvik edilseydi belki daha doğru olacak, paramızın büyük bölümü de ülke içinde kalacak, dışarı döviz akıtmayacaktık. Yapılan bir araştırmaya göre Ankara'da her dört kişiden biri araç sahibi. Başkent sokaklarında dolaşan araç sayısının 2015 rakamlarına göre yaklaşık 1 milyon 200 bin olduğu ifade ediliyor. Buna minibüs, kamyonet gibi araçlar dâhil değil. Toplamı için telaffuz edilen rakam 1 milyon 700 bin dolayında.. Kayıtlı araç sayısına göre zaten Ankara ikinci sırada.
***

Sabah Ankara'nın önceki günkü manşeti oto galericileriyle ilgiliydi. OTONOMİ adıyla Esenboğa yolunda bir mekân kuruluyor. Özal Bulvarı üzerindeki yatırım METRO hattıyla da bağlantılı olacak. Amaç, şehirde dağınık halde bulunan oto galerileri modern bir merkezde toplamak ve sektörü Ankara'da düzenli bir yapıya kavuşturmak. Ancak bazıları -ki bunların arasında kayıtdışı çalışanlar olduğu ifade ediliyor- OTONOMİ'ye taşınmak yerine emlakçıymış gibi tabela değiştirmek suretiyle faaliyetine devam etmek istiyorlarmış.
***

Benim esas dikkat çekmek istediğim ise adına RENT A CAR denilen araç kiralama işiyle uğraşanlar. Sektör olarak giderek büyüyor, pasta büyük olunca bu işle uğraşanların sayısı da artıyor. Ankara'da durum nedir, bu işle ilgili bir araştırma yapılmış mıdır bilmiyorum ama rent a car işi özellikle Tunalı Hilmi'de yoğun, taa Ahmetler Postanesi'ne kadar sağlı sollu kiralık oto işiyle uğraşan dükkânlarla dolu. Bir ara saymaya kalkıştım 150'den fazlaydı işyeri sayısı. Beş metrekare bir dükkân, bir masa iki koltuk, bir de telefon başında görevlisi; al sana bir "rent a car"!.. Her dükkânın önünde kiralamaya hazır en az 2-3 aracı olduğu hesabıyla sokaktaki manzara ortada. Şehirde vatandaşın park yeri bulması zaten mucize..
***

Şimdi diyorum; madem galeriler için bir Otonomi düşünüldü, rent a car işiyle uğraşanları da modern bir mekâna kavuşturmak suretiyle sokaklardan kurtarmayı düşünenler var mıdır? Valiliğimiz ya da Büyükşehir yönetimi kiralık oto işine de bir el atsalar çok önemli bir sorunu çözmüş olurlar. Rent a Car filoları giderek büyüyor, ülke çapında sektör, bir önceki yıla göre yüzde 20 büyümüş. Başta kamu olmak üzere otomobil üreticilerine kadar teşvik edeni de çok. İçinden çıkılmaz bir hal almadan tedbir almak gerektiğini düşünüyor ve uyarıyorum.

gazete