28 Ocak 2015 Çarşamba

Doğramacı Camii

Ahmet TEZCAN

Doğramacı Camii

29.1.2015

Bilkent'te Rahmetli İhsan Doğramacı'nın babası adına yaptırdığı hem ibadet hem bir kültür merkezi olarak tasarlanan cami, her türlü ihtiyaca cevap veren tam bir KÜLLİYE.. Camisi, 'BANİ'sinden başlayarak "eimme, müezziniyn, kayyumiyn" diye dualar edilir ya öylesi bir mabed, Allah hepsinden razı olsun. Mimarisi, tezyinatı ve hat yazılarıyla müstesna ve pek çok camideki iskemle kirliliği de yok. Türkiye'deki ilk teknolojik camidir aynı zamanda; aydınlatma, ısıtma ve soğutma sistemleri bilgisayar kontrollü ve namaz vakitlerine göre ayarlanmış.. Cami 8 yıldır faaliyette ve bir gün olsun aksaklık çıkmaz mı, neticede insan denilen varlığın gözetiminde, 'beşerdir bir gün şaşar' değil mi? Hayır, bir an bile bir aksaklık olmadı bu camide. Engelli arabası bile kapıda her daim hazırdır. Kim isterse istediği zaman gidip bu camide ibadetini yapabilir, hattâ başka bir semavi dine mensup olsa bile külliyede onlara da mekân hazırlanmıştır. Şadırvanında bir an olsun kâğıt havlusu ve tuvalet kâğıdı eksik olmaz. Tertemiz her taraf ve kokusuz. Her daim gözetilir ve eksiği hemen giderilir. Son derece güvenli, hem ekrandan hem bizzat külliyenin her yanı 7/24 gözetim altında tutulur. Doğramacı Camii, MÜDÜRÜ olan tek mabettir ülkemizde. Yani İmam Efendi, dini hizmete ve ibadete liderlik ederken; idari faaliyetin başında da -tabir caizse- bir DİREKTÖR bulunmaktadır.

***
Doğramacı ilk bakışta "dînî bir kişilik" gibi görünen biri değildi ama, sistem adamıydı, ciddiydi ve kim ne derse desin hoşgörü sahibiydi, onun için külliyesinde huzur içinde yatıyordur diye düşünüyorum, en azından o mabedin müdavimlerinin samimi dualarıyla.. Ve Kocatepe Camii Katrilyonluk bütçeye sahip Diyanet Vakfı'nın yönettiği muhteşem Kocatepe için bunları söyleyemiyoruz. Temelinden sorunlu başladı öyle de devam ediyor. Şimdi sınırlarımız dışında, başka bayraklar altındaki Osmanlı eserleri bile Kocatepe kadar ilgiden yoksun değildir. Kubbesi akıyor koca caminin ve kimse duymuyor düşünebiliyor musunuz? Cemaat paltoyla namazını eda ediyor. Müezzin mahfeline elektrikli battaniye döşendi beş vakit görevli personel için.. Çünkü ısıtma sistemi 'off' oldu, iflah olmaz derecede arızalı, soğutma sistemi de yok, yazın pencere açarak havalandırılıyor cami. Ama vakfın klimasız bir tane odası yok, 7/24 gömlekle oturuyor vakıf çalışanları. Caminin altındaki AVM de sımsıcak..

***
Vakıf için söylenecek çok sözümüz var fakat Başkan'a kıyamıyorum, "trilyonluk araba" diye ona haksızlık ettiler. (Hangi gazeteydi acaba?!) O olay da enteresan.. En sofistike sistemle donanmış makam otosu caraskaldan düşürülür, ağır hasar verilirse yeni araç vacip olur. Üstelik trilyonluk da değil, 300 küsur bine ve DMO'dan.. Kocatepe yazılarımız devam edecek..

gazete

21 Ocak 2015 Çarşamba

Web'deki Ankara..

Ahmet TEZCAN

Web'deki Ankara..

22.1.2015

Bunu bir kere daha yaptım mı bilmiyorum. İnternette Fotoğraflarla Türkiye'yi görünce hem şaşırdım hem çok sevindim. Hollandalı bir fotoğrafçı Dünya'dan çektiği sayısız fotoğrafları kurduğu siteye istiflemiş. Türkiye'ye pek çok ilimize geniş yer vermiş. Ankara fotoğraflarına ayrıca sevindim. Biz olsak gezdiğimiz gördüğümüz yerleri hemen Face'de yayınlar onunla sınırlı tutarız. Hollandalı fotoğrafçı Dick Osseman öyle yapmamış. Günlük hayattan, çarşıdan pazardan Ankara'dan tüm ülkeden çekmiş olduğu yüzlerce fotoğrafı http://www. pbase.com/dosseman/ turkce adresinde yayınlamış. Üşenmemiş, Türkçe alt yazıyla da izah etmiş. "Ben Hollandalı bir turistim." dediğine gore Osseman, profesyonel değil, ancak resimler de çarşıda pazarda öylesine çekilmiş resimler değil.

***
Aldığım bir e-posta ile haberdar oldum siteden. Ülkemizin her köşesinden fotoğraflarla süslenmiş, Ankara'dan, Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nden yüzlerce resim.. Belki işinize yarar diye düşündüm. Bazen bir resme "tık" lıyor anında 50-60 resimlik bir başka sayfaya ulaşıyorsunuz. Bir albüm düşünsek bu kadar Ankara resmini toplu halde bulamayız, bulamazsınız. Anlaşılan bu albüm daha da büyüyecek, daha birçok resim yayına hazırlanıyormuş, hep kendi çektiği fotoğraflarmış. Vatandaş zengin siteyi görünce Hollandalı gezgini hemen kendi yöresine davet ediyor ya da resim gönderiyormuş yayın için. Ama sanatçı, illa kendi resimlerine öncelik vermek istiyormuş.

***
Biz Ankaralılar gezmeye meraklıyız fakat bizzat içinde oturduğumuz kente öyle pek meraklı da değiliz. Başkentte herkes kendi memleketini önceler, Kırşehirliler Kırşehirlilerle, Çankırılılar Çankırılılarladır mesela. Neticede hepimiz Ankara'da yaşıyoruz. Ankaralıların bu Hollandalı kadar Başkenti köşe bucak gezdiklerini hiç sanmıyorum. Çoğumuz işçi memur, hafta içinde oturduğumuz semtten pek ayrılamayız, hava müsaade ederse Ankara'da da bir dakika durmaz kaçarız. Kendi şehrine Ankaralılar kadar yabancı bir başka şehir halkı var mı bilmiyorum. Ben 06 plakalı aracıyla yol soran çok Ankara'lıya rastladım, size Ankara'da yer soran bir Ankara'lıya hiç raslamadınız mı? Mevsimin müsaadesini beklemeden Başkenti önce kendimiz gezmeli görmeliyiz. her mevsim güzeldir Başkent. Yalnız Hollanda'ya değil yurt dışındaki tüm tanıdıklara bu müstesna coğrafyanın, köylerimizin, geleneklerin tanıtılması lazım. Bilmediğimiz, görünce hayranlıktan dilimizin tutulduğu öyle memleket köşeleri var ki.. "İnsan gözüyle inanır" derler, madem Ankara turizmde de iddialı o halde görülmeye, gezilmeye değer köşelerimizi tüm dünyaya tanıtmak gerekir. Tanıtmak için de önce tanımak gerekiyor.

gazete

14 Ocak 2015 Çarşamba

Gazeteci bayramı!

Ahmet TEZCAN

Gazeteci bayramı!

15.1.2015

Çalışanların bayramıydı 10 Ocak, geçen hafta kutlandı. Çalışamayanları, çalıştırılmayanları, sırf gazeteci oldukları için dövülenleri, sövülenleri hatta öldürülenleri vardır bu mesleğin.
Geçenlerde Yakup Kadri'nin 'Ankara' romanı gözüme çarptı, raftan indirip yapraklarını karıştırırken bir pusula çıktı içinden... Üç gazetecinin ismi yazılıydı üstünde...
Ahmet Samim, Hasan Fehmi, Zeki Bey... İsimlerinin altında da "ittihatçılar tarafından öldürüldüler" yazılıydı. Kimbilir ne zaman bir yerde rastlayıp kayıt düşmüşüm.
Onların adlarını bizim hürriyet aşıkları(!) hiç anmışlar mıdır acaba? Derin konu, ileride bir gün değiniriz.
***

Bu mesleğin sokağını hiç tanımadan, yıllarca sipariş manşetlere kurulup isim yapmış olanlar var. Bir gün ansızın, hudayinabit gibi, gelip temsilci, köşe yazarı olanlar...
Ben onlara 'oturan gazeteciler' diyorum.
Bir koltuğa kurulurlar ve hep buyururlar...
Aslında 10 Ocak'ı onlar kutlamamalılar!
Çalışan gazetecilerinse çoğu kendi bayramlarını kutlayamadı...
Ben onların, bu mesleğe gönül vermiş gerçek gazetecilerin bayramını gecikmeli de olsa kutlamak istedim, çalışma şevkleri ve enerjileri hiç tükenmesin.
***

70'li yılların başına kadar gider benim mesleğe dahil oluşum. Kaşeli muhabir olarak Tercüman'da kendi ismimi ilk gördüğüm gün bu mesleğe gönüllü yazılmıştım.
Yıllarca ekmek teknem, rızık kapım oldu.
Oysa hobi gibi başlamıştım. Türkçe öğretmenliği için yüksek öğrenime başladığım tarih 'musahhih' kadrosunda muhabirliğe de başladığım tarihtir.
Gazetecilik mi beni, ben mi onu buldum bilmiyorum. Rahmetli babama bile anlatamamıştım; "Ne gazeteciliği oğlum?" diyordu, "adam gibi" okuyup öğretmen olmamı istiyordu. Koltuğumun altında çarşı- pazar gazete satacağımı zannediyorlardı.
Aslında bu işe beni kendileri bulaştırdılar.
Siyasete duyarlıydılar, bizim dükkan da o yıllarda Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi başkanlığıydı. 9-10 yaşlarında partinin "Kudret" adlı gazetesini postadan ben alıyor, paketi ben açıyor, dağıtım ve satışını da ben yapıyordum. Hepsi 5-10 gazeteydi ama hâsılat benimdi. 25 kuruşluk gazeteyi "başlıklara bakalım" diye 10-15 kuruşa alıp iade eden müşterilerim de vardı.
***

Reklamına kadar kendim de gazetenin okuyucusuydum. Bazı haberlerin üzerine kendi elimle "Ahmet Tezcan" yazdığımı hatırlıyorum, çocukluk hevesi işte halâ sürüyor!..
Sarı Basın Kartı'na kavuşmam yıllar sonra oldu. Beyanname isteyince Rahmetli Muhasip Mustafa amca yüzüme şöyle bir bakmış, "Vereyim mi?" diye patrona da seslenmişti. Basın kartı, çalışanın hakkı görülmüyor, bundan patronun aile bireyleri yararlanıyordu.
Muhabirdik ama gazetecinin adı yoktu, görünen hep onlardı. Bazen isim koyardım haberin üzerine, prova baskıda kaldırılırdı.
Bugün de bu mesleğin ciddi sorunları var, bilhassa siyasi irade ile münasebet bakımından. Herkes bu konumla meslek çizgisini belirliyor. Halbuki asıl olan kamu duyarlılığıdır.

gazete

7 Ocak 2015 Çarşamba

'Karakış'mış, neden?

Ahmet TEZCAN

'Karakış'mış, neden?

08.01.2015
Siz de öyle misiniz bilmem, ben ne zaman karlı bir güne uyansam çocukluğumu hatırlarım. Bu soğuk kış günleri aile büyüklerini endişelendirir muhakkak.. Ya çocukları? Kar demek, çocuklar için oyun demek.. Kartopu, kardan adamsız kış olur mu? Eğimli bir sokak bizim için kayak merkeziydi, kaydırağını alan koşardı. Dam boyu kar yığınlarında mahallenin bütün kopilleriyle gün boyu oynardık. Ta ki bir büyüğümüz ensemizden yakalayana kadar. Damı, kürenmiş karları nasıl anlatırsınız şimdiki nesle? Bizler dede-torun üç nesil bir arada yaşadık, evlerimiz, oyunlarımız, çocukluğumuz bir başkaydı. Kendi oyuncağımızı kendimiz yapar kardan kıştan keyif alırdık. GDO, hormon ne gezer, yiyip içtiklerimiz de yaşantımız gibi doğaldı. Evlerimiz düz damlı kürenen karlar oyun alanımızdı. Kar yığınlarını eskimo evleri gibi oyar, bir de mum yakardık. Masalsıydı bizim çocukluğumuz.
***

Ya büyükler onlar da bir başka masalsı iklimin insanlarıydılar. Takvimleri de öyle.. Koca seneyi "Kasım ve Hızır" diye ikiye bölerlerdi. Babaannemin kışı 8 Kasım'da başlar, 6 Mayıs'ta Hıdırellez`le biter yaza girerdik. Kasımın 46 sı, "erbain" di, kırk gün yani.. 86`sında da elli günlük "hamsin" girerdi. Kara kış bu 90 günlük sürede yaşanırdı. Kasım ortalanır yüz gün tamamlanınca soğuğun hükmü geçerdi, yaz yazlığını kış kışlığını bilirdi. Babaannemin takvime göre bugün Kasım'ın 62'si, Kameri aya göre 17 Rebiülevvel 1436, Rumi 26 Kanunievvel 1430, karakışın içindeyiz yani.. 1925 Aralık ayına kadar ecdat bu tabirlerle ömür sürdü, sonra yeni takvime geçtik, gençlere kulak dolgunluğu olsun..
***

Peki neye göre KARA KIŞ?! Bembeyaz mevsime "kara kış" nitelemesi niyedir? Bunu hep düşünmüşümdür. Aslında bu "kara kış" kalorifer sıcağında, lapa lapa karı seyreden, ekmeği, damacanayla suyu kapıya kadar getirilen biz şehir insanları için değil elbet. Kışa yazdan hazırlananlar içindi o niteleme. Onlar her ihtiyacını kendi üretir, dolayısıyla bir mevsim evinde barınabilirdi. Bizler Ankara'da, çoğu aylıklı çalışan insanlarız, evden işe, işten eve durumunda.. Bir kere markete uğramasak aç kalırız. Mutfakta bir masa, emre amade bir anne, kim gelir karnını doyurup odasına çekilir. Ortak sofralar bitti artık. Karı-koca çalışanların ise vay haline, sıcak çorbaya hasrettirler.. Onların ne yazı çekilir ne de kışı.. "Kadına çalışma hakkı, İşgücüne katılım, pozitif ayırım.." gibi laflarla kadını evden, kocadan kopardık, hanımsız kaldı evler, çocuklar da annesiz.. Anne işe çocuklar kreşe durumu.. Öksüz-yetim sayarım şehir çocuklarını, her sabah ağıtları sitelerde, apartman boşluklarında yankılanır ve yürekler paralanır çığlıklarından. Babanne, dede zaten yok, "bakıcı kadınlar" elinde hırpalanmış ruhları, hiç bir oyuncakla avunmuyor. Hayvanları AVM'lerde, pet-shoplarda tanıyorlar. Bu yüzden köy hayatına yeniden imrenir olduk. Şehirlerde yaşasak da aklımız, ruhumuz köyde, devasa sitelerde zorunlu bir aradayız sanki! Sizce de öyle değil mi? Bir fırsat hava uygun olduğu an, neden kırlara kaçıyoruz o zaman? En son ne zaman bir komşuyla kar pikniği yaptınız düşünsenize?


gazete