25 Aralık 2013 Çarşamba

Şehir ve insan

Ahmet TEZCAN

Şehir ve insan

26.12.2013

Dünyayı titreten 'Muhteşem Hükümdar' Kanuni'nin fırsat buldukça Topkapı Sarayı'nın bahçesinde dolaştığı bilinir. Sultan bir gün yine böyle avluda soluklanırken bazı ağaçları hastalık sardığını, buna da karıncaların yol açtığını fark eder ve ilaçlatmak lazım geldiğini düşünür. Fakat karınca öldürmeye gönlü razı olmayan Sultan Süleyman, Hocası Şeyhülislam Ebussuud Efendiye 'karınca öldürmenin hükmü'nü sorar, der ki: "Meyve ağaçlarını sarınca karınca/ Günah var mı karıncayı kırınca? Hoca'dan el cevap: Yarın Hakk'ın divanına varınca/ Süleyman'dan hakkın alır karınca. Aldığı cevapla Sultan kararından vazgeçer.
***
Günün gündemini hatırlayıp yolsuzluk iddiaları ve istifalarla ilgili olarak anlatmış değilim bunları. Hikâyeyi Mehmet Göksu'dan geçen hafta ekrandan dinledim. Göksu, Şehriyâr Derneği'nin başkanı... İnternetten baktım, kurucuları arasında Hüseyin Öztürk, İhsan Kabil, Ender Doğan, Rıfat Yörük gibi isimler var.
***
Bizim asırları saran kültür derinliklerimizle şehre, şehreminliğe, toplum hayatımıza nasıl bakıyoruz, aslında nasıl bakmalıyız?
Doğayla, çevreyle ilişkilerimiz nedir, nasıl olmalıdır? "Şehriyâr" bütün bunları yeniden hatırlamamız için çok güzel çalışmalar yapıyor. Kelime olarak bizim dilimizde "dost şehir, şehir dostluğu" anlamına gelen Şehriyâr'ın kuruluş bildirisini mutlaka dikkatlerinize sunmak istiyorum.
***
Mahalli seçimler yaklaşırken bizim bazı şeyleri yeniden hatırlamamız gerekiyor galiba. "Şehir, yaşayan bir organizmadır; Yolları, çarşıları, hastaneleri, okulları, meydanları, ibadethaneleri, mesire yerleri, parkları, ağaçları, hayvanları ve insanları ile… Kendini tamamlayan vasıflara haiz olması beklenen şehir, ne kadar eksiği varsa mükemmelden yani insandan o kadar uzaktır… Kendini güzelleştiren vasıflara ne kadar sahipse şehir, o kadar insana yakındır, "insani"dir… Şehri güzelleştiren de çirkinleştiren de insandır ve insan kendisine reva gördüğü muameleyi şehrine de yapar… İnsanın güzelliği bedeni, ruhi hasletleri, davranışları ile bir bütündür; şehir de bütün vasıfları ve bu vasıflarının olgunluğu, güzelliği ile bir bütün olabilir.
Şehir; hayatımızı yaşadığımız yer değil sadece, hayvana, bitkiye, kurda kuşa, nesnelere ve de tabii ki insana yani kendimize "hayat hakkı" tanıdığımız yerdir…
"Hayat hakkı" felsefesinin savunuculuğu ve takipçisi bir dernek Şehriyâr, çünkü; İnsan ne kadar şehir gibiyse, şehir de o kadar insan gibi olmalı.
Nevzat Ceylan'ın
başkanlık ettiği Başkent Ankara Meclisi de bizim şehriyârımız.
Gelecek günlerde benim de üyesi bulunduğum Başkent'in bu meclisini anlatacağım.

gazete

18 Aralık 2013 Çarşamba

Anadolu ruhu..

Ahmet TEZCAN

Anadolu ruhu..

19.12.2013

Bugün "Şeb-i Arus" yazacaktım.. "ÖLÜM"ü "DÜĞÜN" ilan ederek bütün ezberleri bozan bir anlayışı dilim döndüğünce anlatmaya çalışacaktım.
İhtifal havası, yorgunluğu ile birlikte sadece Konya'daki merasimin icracılarında kaldı sanırım, vecd içinde sema ettiklerini gördüğümüz ihtifal heyetinden çok azı Şeb-i Arus sabahında namaza kalkabilmişlerdir mesela?!
***
İstanbul'a düşen bombayla "meş'um gündem"e döndük.
Günün gündemine ilişkin olarak şunu söyleyeyim; Bu memleketin çocuklarını asla birbirine düşüremeyecekler... Her şeye rağmen iyi giden ekonomiye saldırıları da boşa çıkacak...
Bağımsız bir yörüngeye yerleşen Türkiye'yi yolundan döndüremeyecekler. Çok arzuladıkları "istikrarsız ve güvensiz bir ortam" kurma çabaları asla sonuç vermeyecek.
İmparatorluklar kuran engin "sağduyu" nun beslendiği ANADOLU RUHU örselenmiş olsa da henüz diri...
Hakan Şükür misali meşum çevrelere 'MALZEME' olan memleket evlatlarının, durumu anlamaları sadece biraz zaman alacak o kadar.
Ötekiler ise zaten ya statükoyu koruma çabasındadırlar, değilse ıslahı nefs etmeleri mümkün olmaz, haindirler çünkü. Bu coğrafyanın bir özelliği de kolay hain üretmesidir.
***
'Anadolu Ruhu' derken 'milli misak' ile sınırlı dar bir alan kasdedilmemektedir; Balkanlar, Kafkaslar, Kuzey Afrika ve Ortadoğu ile sınırlı bir coğrafyaya işaret edilmektedir. Hz. Mevlâna'dan, Yunus'tan, Hacıbektaş Velî'ye... Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinden, Zembilli Ali Efendi'den Molla Fenarî'ye kadar o ruhu besleyen muhterem sineler bu muhteşem coğrafyayı Anadolu'da pişirmişlerdir.
Ezcümle, bu üst bakışımız yine hiçbir ayırıma müsaade etmeyecek, bizi Anadolu'nun 'farklılıklar bütünü'nde birleştirecek ve Türkiye yoluna devam edecektir.

gazete

11 Aralık 2013 Çarşamba

Duyu eksikliği ve alçaklık

Ahmet TEZCAN

Duyu eksikliği ve alçaklık

12.12.2013

İnsan, beş duyu üzerinedir; duyacaksın, göreceksin, dokunacaksın, koklayacaksın ve tat alacaksın. Biri noksan oldu mu hayatı "büsbütün" yaşamak zorlaşıyor...
Hiç görmeyen, hiç duymayanlara da güzel Allah'ım başkaca yetiler geliştirmek suretiyle hayatlarını tamamlıyor. Birçok görmeyenin kulağı müthiş oluyor mesela... Kâni Karaca, Aşık Veysel, Stevie Wonder gibi birçok ünlü sanatçı var.
Görmüyorlar mı acaba?! Ama var olmaya devam ediyorlar, ne mutlu.
***
Duymamak da bir kusur olarak işitme cihazları ile bir ölçüde giderilebiliyor. Hiç işitmeseler de onların duymazlıkları "duymak istemeyenler"in sınırına erişemiyor en azından, gözleriyle, elleriyle duyuyorlar!
Koku ve tat alma duygusu da öyle...
Ya bir rahatsızlık sonucu ya da doğuştan olmayabiliyor. Bundan ötesi de var muhakkak; "altıncı his" diyoruz ona da, eskiler "hissi kablel vuku" derlerdi yani ÖNSEZİ... Belki yedinci, sekizinci daha nice melekeler var, biz bilmiyoruz.
Çünkü "ruh hali" onlar ve o hissiyata haiz olabilmek "gönül temizliği"gerekiyor herhalde?!
Allah insanı kamil manada tastamam yarattı ve "EŞREF" seviyesine yükseltti.
Aşağıların aşağısına inince ki o seviyeye "belhüm adal" yani hayvanın da aşağısı deniyor ve o derekeye insan kendi isteği, kendi davranışları ve kendi halleriyle iniyor.
Günümüzde böylesi niceleri var, makamları yüksek ve fakat -üniformalılar alınmasın- rütbeleri alçak.
Burada insana tanınmış çok müthiş bir yelpaze var düşünenler için...
Meleklerin de üzerinde yeriniz olsun ve fakat inmeye görsün insan, hayvan seviyesinden de aşağılık ve alçak olabiliyor. Allah o derekeye düşmekten bizleri korusun. (Dereke malum iniş için bir ifade; dereke dereke inilir, derece derece çıkılır. Bu arada dokunmadığımız sürece hiçbir hayvanın durup dururken hayvanlık edeceğini hiç düşünmem, onlarınkisi zaten " alçaklık" da değildir ayrıca!)
***
Bunları hangi olay sonrası kim için(!) yazdım hatırlayamıyorum ama illaki birinin davranışıdır ilham veren ve her cemiyetten böyleleri çıkar. Onlardan korunmak için "tevekkel talâllah" diyerek evden çıkıp; cahillikten, sapmaktan saptırmaktan ve hürmetsizlikten Allah'a sığınıyoruz.
Evet, beş duyudan birinden mahrum olmak bir tarafa, bir de rahat nefes alamamak var. Sayısını Allah biliyor ama ben yıllardır kemik eğriliği yahut sebep ne ise burnumdan rahat nefes alamıyordum.
Dün bunun için bir işlemden geçtim. Bir enjeksiyonla yataktan aldılar sonra aynı yatakta burnumda tamponla uyandığımı hatırlıyorum. Medicana'dan Opr. Dr.
Onur Çetin
yaptı ameliyatı, ona ve ekibine teşekkürler, inşallah bundan sonra rahatlayacağım.

gazete

4 Aralık 2013 Çarşamba

Biz yöneteceğiz

Ahmet TEZCAN

Biz yöneteceğiz

5.12.2013

Şimdiye kadar şunu söyleyen oldu mu bilmiyorum ama ben açıkça söylemekten geri durmayacağım. Azeri lider İlham Aliyev'in Cumhurbaşkanı seçildikten sonraki ilk resmi ziyaretini yaptığı Türkiye'de, iki kardeş ülkenin imza koyduğu anlaşmalar ve TANAP yani "Trans Anadolu Gaz Boru Hattı Projesi"… Ardından barış adına Diyarbakır'daki kucaklaşma, Ortadoğu'nun en verimli petrol sahalarına bir adım daha yaklaşma girişimi ve savunma sanayi üzerine çalışılan projeler… Türkiye 5-6 yıldır BATI tarafından çok yakından takip edilmektedir.
***
Buralar kime göre "ORTA", kime göre "DOĞU"dur hiç düşündünüz mü? Buralara ORTADOĞU adını verenler şimdilerde çok ciddi rahatsızlık içindedirler. Kendi yaptıkları haritaları masaya yayıp elleri çenelerinde "ne yapar ne ederiz" diye inanın çok düşünmektedirler.
Bir yığın plan geliştiriyorlar. "Otoriter, diktatör, dinci" diye suçlayıp vatandaşa her an endişe ve kaygı üfürecek medya ve medya mensubu bulmak da çok zor değil bu topraklarda.
Muhalefet "oyun hamuru" onlar için; eğip bükmek lider tayin etmekte hiç zorlanmıyorlar maalesef. İstanbul'u ah bir koparsalar, iktidarın elini kırmak değil, kolunu omuzdan koparmış olurlar, böyle düşünüyorlar. Bütün çabaları da zaten o yönde… İçeridekiler, dışarıdakiler elbirliği ile İstanbul'u almaya çalışıyorlar. Recep Tayyip Erdoğan değil belki ama, iktidar partisi mensupları bunun farkında mı, doğrusu şüphe içindeyim!
O zaman İstanbul'u bir kere daha fethetmek gerekecek. Ancak günümüzde bir Fatih, bir Akşemsettin bulunabilir mi acaba?!
***
Onların istediği bu; "yönetimin gücü kırılsın her kafadan bir ses çıksın." Seçimler yaklaşırken sesler de çıkmaya başladı zaten. Dershane meselesi de öyle… Bir akşam aniden ve kasten ortaya çıkmışçasına köpürtülmesini neye bağlıyorsunuz?
Madem bu memlekette "yaygın, etkin, derin" (?) özellikleri olan bir camia var, iktidarla da aynı dili konuşuyor, o halde onu da kullanıp yönetimin gücünü bir ölçüde kırmaya çalışırsınız. Bunu başka kim tezgahlayabilir? Şunu bilin ki o tezgah da işe yaramayacak ve bu millet kendini yönetmeyi başaracak.

gazete

27 Kasım 2013 Çarşamba

Bu ülke, Türkiye

Ahmet TEZCAN

Bu ülke, Türkiye

28.11.2013

Ülke çok kritik bir evreden geçiyor.
Eline kalemi alan, kendisine mikrofon uzatılan herkes bunu söylüyor; "KRİTİK EVRE"… Kimin için, ne için kritikse bunu net olarak izah eden pek yok. Ama ben söyleyeyim. Türkiye Cumhuriyeti Devleti öyle bir coğrafyada ki, "kritik" olmayan bir zaman dilimi hiç yok gibi. Bu durum her an için geçerlidir bizim ülkemizde. "BU ÜLKE" diye ağzını doldura doldura söze başlayanlar, ekmeğini yiyip suyunu içtikleri ülkemize, Türkiye'ye, işaret ederken bile haksızlık göstermektedirler.

***

Şunun çok iyi bilinmesi ve anlaşılması lazım: Dünyanın enerji ihtiyacının yüzde 70'i bizim mahalleden, bu topraklara komşu ülkelerden sağlanıyorsa işaret edilen o "kritik" durum, Türkiye için her an vakidir. Ortadoğu-Hazar petrol ve gazını düzenli olarak transfer etmek, trafiğini yönetmek ve üzerinden rant elde etmekten asla vazgeçmeyecek olan BATI, bu mahallede bizi asla rahat bırakmaz ve elinden geleni de ardına koymaz. Burası ne Uruguay ne Andora...
21 milyon
kilometrekarelik bir coğrafyayı 7 asır yönetmiş bir millet oturuyor bu topraklarda. Terk ettiği topraklarda -entrikanın her türüyle- 64 ayrı devlet kurulmuşken, bizi rahat bırakacaklarını mı sanıyorsun?

***

Petrol ve gaz üreten ülke halklarının başından bela neden eksik olmuyor? Londra, Paris, Washington huzur içinde(!) otururken, toprağından petrol ve değerli maden fışkıran ülkeler neden yoksulluk içinde kıvranıyorlar? Savaş, bu ülke halklarının kaderi midir?
Hepimizi birbirimize düşürüp, herkes birbirini gırtlaklasın isterler, sonra da "milli değer" adına yeraltında ve yer üstünde ne varsa sömürsünler istismar etsinler. Bunu hep denediler, bir ölçüde başardılar da... En büyük yardımcıları da "İÇİ-
MİZDEYDİ",
ağzını "Bu ülke" diye açıp Türkiye'ye zehir kusanlardı.
Artık o dönemler geride kaldı. Şimdi KENDİ ÇAĞINA EMİN ADIMLARLA YÜRÜYEN bir başka TÜRKİYE var.

gazete

20 Kasım 2013 Çarşamba

Türkler'de renkler

Ahmet TEZCAN

Türkler'de renkler

21.11.2013

Başbakanlık binasının önünde yolluk olarak kullanılan halının değiştirilmesi başlı başına haber oldu gazetelerde. Eski halının kırmızı oluşu, yenilenen halının tercihinde TURKUAZ rengin seçilmiş olması muhtelif yorumlara yol açtı.
Haksız da değiller.
Madem turkuaz gündem oluşturdu bu konuda iki kelam etmek güne, gündeme denk düşecek.

***

Her kültürde renkler, farklı anlamlar taşımaktadır. Türkler'de de eski çağlardan beri renklere farklı anlamlar yüklenmiştir. Etnolojik, sosyolojik, mitolojik bakımdan renklere hangi yönden bakılsa bir şey söylenir.
Şimdi çiçekçiye gidip "çiçek" deseniz ne için diye soracaktır. Aşktan meşkten bahsederseniz "kırmızı" diyecek, gülden bahsedecektir. Yetinmez, gülün beyazı, sarısı için ayrı ayrı şeyler söylerler.
Yok "karanfil" deseniz yine pembesi, beyazı her rengi için söylenecek söz mutlaka vardır.
Renklerin tedavi edici olduğuna bile inanılır. Bu konularla çok ilgili olduğunu bildiğimiz Prof. Dr. Ahmet Maranki, vücuttaki enerji merkezlerinin renklerle ilgili olduğunu, renk terapisinde; kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, turkuaz, lacivert ve morun kullanıldığını söylüyor.
Kırmızı mesela insanın kendini daha enerjik ve harekete hazır hissetmesini sağlıyor. Heyecanı ve hareketi seven bu rengi seçiyor.
Turkuaz, dikkat çekici. Bu rengi seçmişseniz insanlara "açık bir iç dünyanız olduğu mesajı" veriyorsunuz. (Başbakan Recep Tayip Erdoğan da 'turkuaz' tercihiyle bu mesajı vermiş olmasın?!) Beyaz için 'temizlik ve sağlık' diyorlar, ayrıca "tarafsızlık" ifadesiymiş. (Ecevit'in "Ak" tercihini düşündüm birden) Yeşil için bir şey söylemeli mi bilmiyorum?!
Dinlendirici, yatıştırıcı, dengeleyici özelliğinden bahsederler bu renk için… Yeşil, ayrıca "duygu düzeyinde yükseklik, örf ve adetlere bağlılık" göstergesiymiş.

***

Velhasıl Türk kültüründe renk çok şey ifade ediyor. Bir şey söylenecekse ilk yazılı kaynaklardan günümüze epey kitap karıştırmak gerekiyor. Türkler bu anlamda çok zengin kaynaklara sahip. Yok, karıştıramam derseniz giyim kuşamdan muhtelif eşyalara kadar kullanılan renklere bakacaksınız. Türkler yönlerini bile renklerle belirlemişlerdir. Kuzeyi kara, güneyi kızıl ya da al, doğuyu gök, batıyı ak renkle göstermişiz. Akdeniz, Karadeniz, Kızıldeniz, Akköy, Gökyazı gibi çevremiz bir yığın renkli isimlendirmelerle dolu, öyle değil mi?!


gazete

13 Kasım 2013 Çarşamba

Başkenti yönetmek?!..

Ahmet TEZCAN

Başkenti yönetmek?!..

14.11.2013

"Türkiye yönetilmez, idare edilir" sözü Demirel'in vecizelerinden biri olarak ağızlarda dolaşır. Söylemiş mi söylememiş mi bilemem ama, çok derin ve çok şey anlatan bir söz gerçekten. Bir ülkeyi bir kenti hele Başkenti yönetmek o kadar da kolay bir iş olmasa gerek? İhtiyar, çoluk çocuk, hasta, sağlam orada yaşayan binlerce insan.. Düşünebiliyor musunuz, her gün o insanların elektriği, suyu olacak, fırınları çalışacak, çöpü alınacak, evlerine, işlerine, okullarına ulaşacaklar?
Hayatın "olmazsa olmazları" olan tüm bu işler hiç aksamadan her gün sürecek, sürdürülecek. Sürdürülemediğinde de illaki bir SORUMLUSU veya bir SORUMSUZU mutlaka olacak. Ben belediye başkanı olsam herhalde kafayı yerim, uykularım kaçar.
***
Mahalli seçimler yaklaşırken bu yükün altına girmeye çalışan yüzlerce insan görüyorum ve cesaretlerini kutluyorum.
Parti merkezleri de bir yandan seçim bölgelerini mercek altına alıyor, bir yandan da "Kim nereyi yönetecek, seçime kiminle gitsek kazanırız, mevcut başkanla tamam mı devam mı?" gibi sorulara cevap arıyor. Oluşturulan komiteler kamuoyu yoklamaları ve temayül sonuçlarını değerlendirmeye başladı.
Aday adayları da aynı hızla kulis çalışmalarına başladılar.
***
Ben Ankara'yı düşünüyorum.
Ankara
bugün, sadece Türkiye'nin başşehri değil, dünyanın merakla takip ettiği koca bir metropol.
Ankara
, bir yanıyla hem bir Avrupa başkenti, "Cumhuriyetin Başkenti" sıfatıyla da modern bir tarih, kültür ve medeniyet şehridir.
Kim ne derse desin Ankara'ya nefes aldırmak, "başkent" vasfını güçlendirmek ve çehresini değiştirmek için çok yoğun gayret sarf edilmektedir. Buna katkı verenler teşekkürü hak eder ve karşılığını da alırlar.
***
Sadece bir Başkent değil Ankara..
2023 vizyonuyla çok daha büyük ve çok önemli bir kent olacağı muhakkak.. Termal sağlık, turizm, savunma sanayi ve kentsel dönüşüm projeleriyle Ankara yepyeni bir kimlik kazanacak. Hızlı trenler ve otoyollarla tüm yurda daha sıkı ve seri olarak bağlanacak olan Başkentin, bu kesişme noktasında insanlarını sorunsuzca ağırlayıp uğurlaması kolay değildir.
Bizden sadece hatırlatması..

gazete

6 Kasım 2013 Çarşamba

Başkent'te golf..

Ahmet TEZCAN

Başkent'te golf..

7.11.2013

Tiger Woods Asya'dan Avrupa'ya vuruşunu gerçekleştirip milyonları ekrana mıhlayınca dedim ki, GOLF konusunu mutlaka gündeme almalıyım! Nede olsa bu sporla geçmişte bizim de ilgilenmişliğimiz var!
Önce başörtülü milletvekilleri sonra öğrenci evleriyle ilgili spekülâsyonlar.. Dünyada en hızlı gündem eskitmekten ülkemizle ne kadar övünsek azdır! Ben bu konuya girmeyeceğim ama özel yurtların gözden ırak tutulmamasını da söylemeden geçmeyeceğim.
***
Ülkemizde HİÇ'e yakın bir tanınmışlığı vardır golf sporunun, 'seçkinler içindir' desek yanlış söylemiş olmayız.. Özal'lı yıllardı, Yücel Seçkiner'di spor bakanı ve Antalya'daki bir golf turnuvasına katılmıştık. Petekli, beyaz topa ilk kez dokunmuştum. Turnuvanın gerçekleştirildiği otelde meraklılarına ve acemilere 'akademi' adıyla golf kursu da veriyorlardı. Biz bu akademide "uzaktan seyir" aşamasını tamamlayıp sonra en müsait anda golf sopasını tutmuş olanlardanız.
Gerilme ve vurma hareketlerine aşinalığımız var. Neticede topsuz denemelerimiz başarıyla gerçekleşmiş, vuruşlarımız asla 'fiyasko' olmayıp "fena değil.." olarak yorumlanmıştır. Ancak 9 çukura kaç vuruşla topu sokabileceğim sorulursa, buna bir günün yetmeyeceğini cesurca söyleyebilirim!
***
Şaka bire yana ülkemiz golf sporuna çok da yabancı değildir. İstanbul Golf, dünyanın en eski kulüplerindendir. Atatürk'ün de golf sporuna meraklı olduğu ve oynadığı söylenmektedir.
Sahaya da atıyla gelirmiş. Ankara'da golf kulübü İstanbul'dan tam 100 yıl sonra kuruldu. Ahlatlıbel'de faaliyet gösteren golfçuların en büyük hayali Başkent'e bir golf sahası kazandırabilmek. Bunun için yoğun çağrı ve çabaları var. Ancak Ankara Golf Kulübü'nün öncelikle bu sporu bizim insanımıza tanıtıp sevdirmesi lazım. Sopası nasıl tutulur, nasıl topa vurulur, ünlü golfçu Tiger Woods'un Boğaziçi atışı gibi güneşli bir Pazar günü uygun ortamlarda sembolik atışlar yaptırmaları, meraklı gençlere torba taşıtmaları gerekir. Aksi halde herkesin hafızasında golf, zengin sporu olarak kalacaktır. Woods bu işten servet yaptı, bizim için ise seyirlik bile değil. Sopasından arka cepte sallanacak eldivenine kadar takımına dolar cinsinden büyük paraların ödendiği bu spor dalının önce tabana indirilme yolları aranmalı.

gazete

30 Ekim 2013 Çarşamba

90. yılda torunlarla

Ahmet TEZCAN

90. yılda torunlarla

31.10.2013

Cumhuriyetimizin 90 ncı yılını bu sene ben Panora AVM'de torunlarımla kutladım. Cumhuriyet Bandosu'nun -"Ulusalcı" demiyorum- milli ruhu yüksek mini repertuarını birlikte izledik. Ellerimizde al bayraklarımızla kadın-çocuk, genç-yaşlı marşları şarkıları hep birlikte söyledik.
Çarşı yöneticileri özel günlerde bunu hep yapıyor, 30 Ağustos'ta da Zafer kutlamalarına minik bir konserle katkıda bulunmuşlardı.
***
Üç yaşını dolduran ikizlerin de babaları gibi müziğe ilgileri çok yüksek.. Daha önce de Mehteranı yine torunlarla Âlâ Yaşam Merkezindeki bir konserinde izlemiştik, büyük ilgilerini çekmişti, dede-torun çok keyif almıştık. Bakarsınız Panora yöneticileri mehteranı da bir gün çarşıya davet ederler. Cumhuriyet Bandosu gibi Mehteran konserini de zevkle izleriz. Üstelik Panora AVM'nin "Çarşı meydanı" diyebileceğimiz, zemininde dev Piri Reis haritası bulunan alana Mehteran da çok yakışır. Çoğu yabancı ve emsallerine göre profili yüksek Panora müşterisi Mehteranı da ilgiyle izleyeceklerdir.
***
Bakıyorum Cumhuriyet'e bir saldırı varmış gibi bir savunma içinde olanlar var. Özellikle de kendilerini "ulusalcı" olarak niteleyen kesim gözü dönmüş gibiler.. Cumhuriyet ve Atatürk savunucusu yalnızca kendileri ve "ötekiler"in Cumhuriyet ve Atatürk taraftarlığını da zinhar kabul etmiyorlar.
Böyle bir şey olabilir mi? Taraftarımız artıyor diye sevinileceği yerde kendilerinden başka hiç kimsenin Atatürk sevgisi ve Cumhuriyet taraftarlığı sahici bulunmuyor.
Sayıları az da olsa bu anlayışa söylenecek söz yok.. Zaten söyletmiyor ve hemen reddediyorlar.
Yok böyle bir şey! Tedavisi gerekir diye düşünüyorum böylesi anlayışın!
Şunu kesinkes ve samimiyetle ifade edeyim; Cumhuriyetle kimsenin bir sorunu yok, Atatürk ile de.. Fakat gel gör ki adamların esas gayesi maraza çıkarmak.. Çünkü ülke yönetimi onların elinden çıktı. Eskisi gibi borularını öttüremiyorlar. "Ağzı çorba kokuyor, köylü" diye aşağıladıkları insanlar şimdi her alanda başarılı. Dolayısıyla hazımsızlıklarını REJİM MÜCADELESİ olarak sunuyorlar.
Bunun için de Bayrağımız dâhil, "Cumhuriyet, Demokrasi, Halk, Anadolu" gibi kavramları, kurumları, söylemleri fütursuzca kullanıyorlar.
Ne yaparsa yapsınlar geçti o dönem, statükoya dönüş yok, eski hal muhal..

gazete

24 Ekim 2013 Perşembe

Yağ kimin ekmeğine?

Ahmet TEZCAN

Yağ kimin ekmeğine?

24.10.2013

Açın dünya haritasını önünüze ve dikkatle inceleyin. Bizim ülkemiz jeolojik olduğu kadar ideolojik ve de ekonomik bakımdan çok doğurgan, çok sıkışık ve çok zor bir coğrafyada yer almaktadır. Uzak doğusu yahut batısı, dünyanın hiçbir noktasında bizim coğrafyamızın özelliklerini göremezsiniz. Bu toprakların cennet ya da cinnet coğrafyasına dönüşmesi için gerekli her tür malzeme her zaman elde edilebilir. Konfor ya da bunalım bu topraklar ikisini de üretme kabiliyetine sahiptir. Çok iddialı şeyler mi söylüyorum?
***
Kudüs, Mekke-
Medine, Tahran, Moskova, Brüksel...
Siz bu merkezlere Atina, Vatikan, Roma'yı da ilave edebilirsiniz; Bizim coğrafyamız bu merkezlerin ortasındadır, kuş uçuşu iki, iki buçuk saattir bu mesafe...
Bütün dünyanın bu merkezlere en az bir sebeple yoğun ilgisi bulunmaktadır.
Kaldı ki dünyanın enerji ihtiyacının yüzde 70'inin bizim coğrafyamızdan, adeta kucağımızdan dünyaya pazarlandığı düşünüldüğünde başkaca sebep aramanın gereği de bulunmamaktadır.
Hele de Türkiye'nin, 21 milyon kilometrekarelik bu coğrafyayı-ki içinden 64 ayrı devlet doğmuştur- 6.5 asır yönetmiş bir medeniyetin mirasçısı olduğu düşünüldüğünde yaşanan sorunların derinlik, etkinlik ve yaygınlık kabiliyeti kolayca görülebilmektedir.
***
Tüm bu nedenlerle 100-150 senedir bu coğrafyada bir istikrar tutturamadığımızı söylersek yanlış olmaz. Biz yönetiyor gibi göründük ama işin aslı öyle değildi. Başka bir el daima vardı.
Yakın siyasi tarihimize bakınca; dinimize, milliyetimize, sermayemize, çalışanımıza birer parti kurdurulup siyaseti rekabetten rezalete dönüştürerek bu memleketin insanlarını bölük bölük böldüler, birbirine düşürdüler. Biz kavga ederken de ONLAR işlerini yürüttüler.
Bu ONLAR çok önemli...
Dünyayı asırlardır bazı aileler yönetiyor. Firavunlar gitti bu aileler onların yerini aldı. Dolayısıyla ONLAR, dünyanın her köşesinde kendilerine yakın ailelere her türden imkânı sağlayarak istedikleri coğrafyada istedikleri şeyleri elde ettiler. Bu ilelebed sürsün istiyorlar. Gözünüzü açıp birbirinizle kucaklaşınca korkuya kapılıyorlar.
Kendi kendinizi yönetmenizi, kendi imkânlarınızı kullanmanızı istemiyorlar. Daima kavga edip birbirinizle uğraşırsanız onların ekmeğine yağ sürmüş oluyorsunuz, olan bitenin yorumu bu kadar basit.

gazete

17 Ekim 2013 Perşembe

İki ip meselesi…

Ahmet TEZCAN

İki ip meselesi…

17.10.2013

Eskiden kocaman evlerde neneyle dedeyle kocaman hayatlar yaşanırdı. Evlerimiz kocaman ve müstakildi ama hayatların tam da öyle olduğu söylenemezdi. Aile büyüklerinin belirlediği yerleşik alışkanlıkların yaşananlar üzerinde etkisi vardı ve önemliydi.
Devletin yaşlı nüfusa teşvik paketi hazırlaması boşuna değil. Yaşlı nüfus sosyal ortama çekilmeye ve aile bağları güçlendirilmeye çalışılıyor.
Böylelikle dedeler ve nineler daha aktif hale gelecek. Gençlerin onlara nereye kadar tahammül edecekleri hesapta yok! Onlara da belki "tahammül primi" öngörülüyordur kim bilir?
***

Lafı Kurban Bayramı'na getireceğim de dolaştırıp duruyorum. Şimdi kurbanlık hayvanı görmeden, ona dokunmadan sipariş üzerine bir bakıma "tele-bayram" ediliyor da ona yanıyorum. Bir telefon, bedeli bankaya yatıyor kendimizi de tatile atıyoruz. Ne kurban var ne fakir! Kurban ve Bayram üzerine asırlar içinde oluşan ve yaşanan gelenekler de böylece tarih oluyor. Aslında güne zamana kurban bizzat kendimiziz.
Dolayısıyla günümüzün nesli, hayatı tatbiki olarak öğrenmekten uzak kalıyor. Ters gibi görünüyor ama kurbanlık hayvanı görmek sevmek, ona şefkatle muamele edip okşamak, suyu, yemi ile uğraşmak başlı başına bir terapi. Bundan yoksun kalınca insanlar sokakta kedi köpek arıyor, beslemek sahiplenmek adına.. Onların aç susuz kalmamaları için hayvan barınakları açılıyor, kavgalar veriliyor, kampanyalar düzenleniyor. Neden? Çünkü insanın kendinden başka diğer canlılarla teması, onlarla uğraşması bir ihtiyaç ve hayatın gereği. Kurbanın etini kanını göreceksin, dokunacaksın, can verirken çırpınıp seğrilmesini hissedeceksin. Hissedeceksin ki hayatın içinde en ufak bir tartışmada insan canına kıymayasın. Maç uğruna adam bıçaklayıp palayla dolaşmayasın.. Düğünde dernekte tabancayla tüfekle magandalaşıp masum hayatları söndürmeyesin.
Testereyle adam doğramayasın. Yalnız bu mu? Hayvanın neresinden ne elde edildiğini, temel bir besin maddesi olan etin, sakadatın ne olduğu, dolayısıyla ne yediğini, neresinden yediğini ve nasıl beslendiğini gazeteden öğrenmeyeceksin.
Hayat böyle dinle, inançla, örf ve ananelerle kendi içinden öğreniliyor. Büyükleri saymayı küçükleri sevmeyi "AND" la değil, böyle günlerde göstereceksin.
Sabah erkenden uyanıp işe koyulmanın sağlığı, dinçliği, kazancı nasıl öğrenilecek?! Gençler baklava, börek, sarma dolma türünden yemekler yapmayı, "fast-food" la beslenmemeyi, evliliğe hazırlanmayı, olgunluğu, sorumluluğu, tahammül etmeyi, hayatı birbirine dar etmemeyi, dolayısıyla bir yılı bile doldurmadan bazen 6 aylık bir çocukla boşanmamayı nereden bilecekler, nasıl öğrenecekler? Erkekler, kadınlar torunlar dahil çocuklar tüm aile bireyleri, halalar dayılar tüm toplum; kurbandı, bayramdı, sünnet, düğün asırlardır birbirleriyle yaşamayı, dayanışmayı, izzet ve ikramı nasıl yaşattılar, nasıl öğrendiler, büyük büyük devletler kurup yönettiler?
***

İşte, bayram da bitiyor tatil de.. Haftaya hacılar dönüyor, annemiz babamız akrabalarımız.. Kasım'ın dördü hicri yılbaşı, Muharrem ayı giriyor, aşûreler kaynayacak oruçlar tutulacak, toplumun harcı olan gelenekler yaşanacak yaşatılacak alevisi sünnisi Kürdü, Türkü, Müslim gayrımüslimiyle.. Arefeden bir gün önce bir düğündeydim.
Her kesimden insanlar vardı. Düğün ortamı işte malum.. Çiftetelli'den halaya, roman havasından Kafkas danslarına kadar ne varsa ud, saz, davul, zurna, tulum, akordeon eşliğinde çalındı, söylendi, oynandı. Bir Meksika şarkısı olan "Besame mucho" dahil her havaya insanlar uydu. Sonunda "Ankara'nın bağları"yla işi bağladık.
Demem o ki insanlar kafası ve gönlü ile birbirinin havasına ayak uyduruyorsa hayatına da uyar uydurur ve asla yadırganmaz. Bu toprakların çocukları ayırarak, ayrıştırarak, bölerek değil, birleştirip bütünleşerek ve büyüterek imparatorluklar kurdular ve asırlarca hükmettiler. Hz. Mevlâna, Bir ip iğneye kolay geçer diyor, iki ipi iğneye geçirmek için bükmek bükülmek gerektiğini söylüyor.

gazete

10 Ekim 2013 Perşembe

Sanal bayramlar..

Ahmet TEZCAN

Sanal bayramlar..

10.10.2013

Haftaya Kurban Bayramı… Kim kurban, kim neye kurban? Çağın dayatılan şartları milli bayramlar gibi dini bayramların da hızla içini boşaltıyor.
Büyük şehirlerde zaten bayram değil, BAYRAM TATİLİ bir süredir… Bir fırsat atıyoruz kendimizi zamanın, şartları kucağına, bir o yana bir bu yana çalkanıp duruyoruz.
Bir çok şey gibi bir süre sonra kurbanı da sanal âlemde halledersek şaşmayın. Kart numaranızı verir gereken meblağı ödedikten sonra ekranda kurbanlık bir koyun ile bir bıçak belirir.. TEKBİR getirmeniz gerekmez(!), o zaten cümle halinde ekranın üstünden "Allahüekber Allahüekber, lailahe illallahü vallahü ekber, Allahüekber velillahil hamd" şeklinde akacaktır. İsterseniz kurbanlık koyunun "mee.." sesini de efekt olarak duyabilirsiniz. Ve bıçağı çalarsınız kurbanın boğazına, görsel olarak kan da akıtırlar ve size eliniz açıp amin demek kalır ekrandan yükselecek kayıtlı duaya..
Ne dersiniz, tatmin edici olur mu? Kansız, kurbansız sanal bir bayram.
***
Siz öyle sanın.
Belediye otobüsünden indim az önce kimse kimsenin yüzüne bakmadı, kimseye merhaba demedi.
Biz kendimizi değiştirmez isek bizi kimsenin değiştirmeyeceğini biliyoruz. Öyleyse kime kurban niye bu bayram telaşı? Eskiden bir annem vardı, gidip mutlaka ellerini öpüyor, hiç olmazsa bayram ziyaretini yerine getirmiş oluyordum, şimdi o da yok.. Ailenin en büyüğü nüfus kayıtlarına göre benim ama, büyüklük artık nüfus kaydına göre değil, sahip olunanlara göre ölçülüyor ne yazık!
***
Günümüz insanı haksız da değil. Şehir şartlarına mahkûmuz. Apartmanın arka bahçesinde geleneklere uygun olarak kurban kesmeye kalkışsam komşuların nasıl tepki vereceklerini kestiremem.
Yer bulunsa, eline bıçağı alıp kesecek adam yok. Hepimiz modernleştik(!).
Kesim yerinde bıçak kurbanın boğazına vurulurken herkes birbirinin ardına saklanıyor. Çığlık atıp ayılıp bayılanlara dahi rastlamış olmalısınız.
***
Ruhu olmadığı gibi pratiği de yok artık. Yüzüp eti kemiğinden ayırmak maharet .. Bayramda hastanelerin acil servisleri tam zamanlı çalışıyor. Bayramda her yerde kendini veya elini doğrayanları izliyoruz ekranlardan.
O zaman telefonla, bir bankaya ya da bir yardım kurumu hesabına parayı yatırıp kurban mükellefiyetini ifa etmek en kolay yol oluyor. Çok isterseniz, kurban da olsa bayramda eti kasaptan satın alıp yiyeceksiniz. Yakında kasabalara köylere kadar bu usulün yaygınlaşması muhtemeldir.
Dünya hem değişiyor, hem de bizi değiştiriyor.

gazete

3 Ekim 2013 Perşembe

Camiler Haftası

Ahmet TEZCAN

Camiler Haftası

3.10.2013

Bu hafta Camiler ve Din Görevlileri Haftası, ben de hemen sözümün başında muhataplarının kutluyor ve camilerdeki cemaatlerin artmasını diliyorum.
Bu camiye cemaate ve de Diyanete dair hafta meğer 1986 yılından beri kutlanırmış, ben Diyanetin kuruluşundan bu yana bu etkinliğin yapıldığını sanıyordum.
Bu kutlamalar genellikle camiyle sınırlı kalır. Hocaefendiler Cuma Hutbesi'nde camiden, cemaatten, camilerin komşulara komşuların da camiye ihtiyacından söz ederler.
Bir manada kutlamalar vaaz nasihat ile geçer, çok olsa bir de mevlid okutulur o kadar.
İnşaatı yarım kalmış mahalle camileri varsa, Ramazan ve Bayramda da inşaat tamamlanamamışsa camiler haftasından yararlanmak istenir, yine sergiler açılır ve vatandaşın desteğine başvurulur.
***
Zaten bizim memlekette camiler büyük çoğunlukla vatandaş desteğiyle yapılmıştır.
Devletin yaptığı cami sayısı çok azdır benim bildiğim. "Yok benim vergilerimle her tarafı camilerle doldurdunuz" teraneleriyle bağırıp çağıranlar doğruyu söylemiyor. Onların sayısı da çok fazla değil aslında, onların aklının tabanında dine düşmanlık yatar, küçük ve müfrit bir azınlıktılar ama sesleri çok çıkar. Her zaman da camiye cemaate, diyanete dair kızacak bir şey bulurlar.
***
Benim inancım camiyle, cemaatle haşır neşir olmak hocalarla filan bir yere kadardır.
Esasen camiye ancak davetle girilir çıkılır. Evet, ezan da bir davettir ama esas yüreklere yapılan davet olmadan camiye giremezsiniz. Ya hocaya ya müezzine kızarsınız ve camiden uzaklaşırsınız.
Hemen "Camiye kim davet edecek, camiye de davetle mi gidilirmiş?" demeyin. Camiye, cemaate içiniz ısıtılmazsa dikey olarak oraya hayatta adımınızı atmazsınız. İstediği kadar hocalar "5 vakit namaz mü'mine farzdır" diye söylesinler.
Hocalar da söyledikleriyle kalır siz de ancak cumadan cumaya veya bayramdan bayrama yahut bir cenaze münasebetiyle camiye gidersiniz, bu böyledir.
Ha, hocaların hiç mi kabahati olmaz, bunu da söyleyemem. Bazıları vardır ki diyanet memurudur,"İmam yahut cami hocası" olarak adı geçse de o sadece memurdur, cemaat toplayamadığı gibi var olan cemaatini de dağıtır. Biz bu işlerin daha çok gönül işi olduğunu biliriz. Vermemişse Mabud ne yapsın Mahmud? Son olarak ilgililere bir şey sormak istiyorum. Kocatepe, Ankara'nın en büyük ve en muhteşem camiidir. Allah aşkına buradaki inşaatlar ne zaman bitecek ve 1 milyon sarfedilerek yaptırılan engelli asansörü ne zaman çalışacak?

gazete

26 Eylül 2013 Perşembe

Hac mevsimi

Ahmet TEZCAN

Hac mevsimi

26.9.2013

İslam'ın şartlarından biridir hac farizası, Müslüman olup hali vakti yerinde olanların -yol güvenliği varsa- ömründe bir kez Hac etmeleri dinimizin bir rüknüdür, yani farzlarındandır. Onun için her yıl milyonlarca Müslüman dünyanın her yerinden mukaddes topraklara koşar.
HAC kelime olarak, "yönelmek, kastetmek, dince kutsal sayılan yerin ziyaret edilmesi" manasına gelir. Hac, ifade biçimiyle de bütün dillerde aynıdır,"hajj, hadj, haj" şeklinde telaffuz edilmektedir.
Haccın belli zamanda yapılması zorunludur.
Mukaddes topraklara mevsim dışı yapılan ziyaretler UMRE denilmektedir malum ve hac ibadetine kıyasla daha dar bir ziyarettir.
Hacca niyet edenler ihrama girerler, Kâbe'yi Tavaf ederler ve Arafat'ta Vakfe dururlar. Vakfe, arife günü Arafat'ta yapılır. Tavaf, bütün Müslümanların kıblesi olan kutsal yapı Kâbe'nin etrafında dönmek demektir, her dönüş ŞAFT ve 7 şaft bit tavaf olarak adlandırılır.
Hac, Hicret olayının 9 ncu yılından itibaren Kur'an ve sünnetle sabit olarak Müslümanlara farz kılınan, gezerek, görerek, bedenle yapılan bir ibadettir ve zahmetlidir.
***

Hacı adayları yine kafileler halinde yola çıkmaya başladılar. Kaç hacı adayının mukaddes toprakları ziyaret edeceği Diyanet tarafından açıklandı. Hatta genç hacı adaylarından kararlarını ertelemeleri istendi, olmadı bu yıl sıkıntı olacağı düşünüldüğünden inisiyatif alınarak bazı başvurular kura ile iptal edildi vesaire vesaire..
Hac organizasyonu çok önemlidir ve şüphesiz bunlar hac ibadetinin öneminden kaynaklanmaktadır. Çağın şartlarına ve beklentilerine uygun olarak en kolay şekilde haccın tam olarak gerçekleşmesi gerekmektedir. Aksi halde ortaya çıkan durum hacıların zahmetiyle, Diyanet teşkilatının yıpranmasıyla kalmaz, ibadetin sakatlanmasına da yol açar Allah korusun.
Bu organizasyonu yıllardır ülkemizde Diyanet İşleri yapmaktadır. Başkanlığın gözetim ve denetiminde bir kısım özel acenteler de bu faaliyetin içindedir.
***

Çok yoğun bir faaliyettir hac organizasyonu, bütün çabalara rağmen hiç bir hac mevsimi aksaksız, şikâyetsiz tamamlanamamaktadır ne yazık ki! Hele bu sene Kâbe çevresindeki düzenlemeler nedeniyle daha kısıtlı ve zahmetli olacağı görünmektedir.
Geçen yıllarda bu aksaklıklar bazı parlamenterlerce Başkanlığa rapor edildi ancak bu uyarı bazı basın organlarında "Vekiller kendilerine VİP Hizmeti istediler" şeklinde yansıyınca kimse durumu dile getiremez oldu. Halbuki yaşanan sıkıntıları dile getirmişlerdi o kadar.
Daha önce de dile getirdim, hac organizasyonu yeniden masaya yatırılmalıdır.
Ben şahsen Diyanet teşkilatının bu kapsamlı organizasyonun yalnızca ibadet boyutunda yer alması gerektiğine inanıyorum. Dolara değen el kirlenir. Bunu söylerken hiçbir seyahat acentesinin sözcüsü olmadığımı özellikle belirtmek isterim.

gazete

19 Eylül 2013 Perşembe

Ders zili çalarken

Ahmet TEZCAN

Ders zili çalarken

19.9.2013

Yeni ders zili hafta başında çaldı ve milyonlar okullarına koştu.
Evet, milyonlar diyorum.. Tam 17 milyon öğrenci ve 800 bin öğretmen bu hafta dersbaşı yaptı. Okulu, öğretmeni, sırası, sınıfı ile bu nasıl bir faaliyettir ve ne anlama gelmektedir kestirmesi gerçekten çok güç ve çok önemli..
Bir kere sadece sayısal bakımdan olaya baksak; Dünyadaki birçok ülkenin nüfusu bizim okullardaki öğrenci sayımızdan daha azdır. Çok önemlidir; her türlü zararlı cereyanın ilk faaliyet göstermek istediği bir alandır eğitim.
Nitekim bu memlekette hükümetler yahut milli eğitim bakanları her değiştiğinde EĞİTİM SİSTEMİ de değiştirilmiştir.
İhtilal yönetimleri ve basın dâhil, birçok kesimin ilk ve en çok uğraştıkları eğitim ve münhasıran MÜFREDAT PROGRAMLARI olmuştur. Niye?!..
***
Başkent okul ve öğrenci sayısıyla eğitimi
n de üssü konumundadır.
2013-2014 eğitim öğretim yılında Başkentte 2 bin 200 okulda 950 bin öğrenci 60 bin öğretmenin inisiyatifine verildi.
Bunun 75 binini neredeyse emziğini bırakıp ilk kez okulla tanışan minikler oluşturuyor.
Çok güzel, çok önemli ve çok değerli bir alan eğitim.
Onun için bu nüfusun kimin eline, hangi şartlarda verildiği, ne olacağı, nasıl olacağı da çok önemlidir.
Meşhur misaldir, iyi yetişmemiş bir doktorun mesleği süresince iyileştiremeyip sakat ve hasta bıraktığı yahut öldürdüğü insan sayısı koca nüfus içinde belki ihmal edilebilir.
Ama aynı vasıftaki bir öğretmenin eline terk edilmiş nüfusun belki bir veya iki nesil ziyan edilmesi olur ki asla ihmale gelmez.
***
Ankara Milli Eğitim Müdürü Kamil Aydoğan'la konuştum dün. 2200 okul müdürü ile 5 madde üzerinde yoğunlaştıklarını söyledi. Günlerce çalışmışlar.. •Çocuklarımız için SİGARA, UYUŞ-
TURUCU VE ALKOLLE MÜCADELE Ankara'nın
birinci önceliğiymiş. (Bunların kullanım yaşının her geçen gün aşağıya indiğini her gün herkes söylüyorsa bu çok yerinde bir karar.) •Milli gün, hafta ve bayramlar yerli ve milli olacak, kuru, rutin, ruhsuz kutlamalar olmaktan çıkarılacak, duyguya yer verilecek. •Öğretmene saygı kültürü geliştirilecek. •Şiddet eğilimleri izlenerek özel çalışmalar yapılacak. •Kurumsal kimliğin ve aidiyet duygusunun gelişmesi için yine özel çaba sarfedilecek. Kamil Hoca bunları gönüllü öğretmenlerle yapacağız diyor. (Bu işleri angarya kabul eden, öğrencisiyle sigara, bira içebilen anlayışla değil yani..) Onlara Leo Buscaglia'nın "Yaşamak Sevmek ve Öğrenmek" adlı kitabını tavsiye ettim. Bütün öğretmenlere okutmalılar. Nabi Hoca iyi başladı, (Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı'dan söz ediyorum.) mütevazı, sevimli, sıcak bir adam.. Yazı tahtasına öğrencilerin önünde kendi karikatürünü yaptı.
Bu defa eğitimde iyi bir sonuç alacağımıza inanıyorum ve bütün çocuklarımıza kazasız belasız, hayırlı bir okul dönemi diliyorum.

gazete

12 Eylül 2013 Perşembe

Çankaya'nın talipleri..

Ahmet TEZCAN

Çankaya'nın talipleri..

12.9.2013

Yerel seçimler yaklaşırken siyasi parti merkezleri hareketlenmeye başladı.
Şimdi tam da nabız tutma zamanı.
Mevcut başkanın durumu ne? Yeniden aday olacak mı? Kamuoyu yoklamaları ne gösteriyor? Başka kimler aday olabilir?
Ve nihayet bana ve benim adaylığıma nasıl bakarlar?
Şimdi gönlünden belediye başkanlığı geçenlerin kafasındaki sorular bunlar.
Vatandaşla ilişkisini iyi tutan, kulisini iyi yapan, parti yöneticileriyle ilişkileri sağlam olanlar kazanacak. Aksi takdirde "LİYAKAT" durumunun yegâne ölçü olacağını kimse bana söylemesin.
***

Çankaya Belediye Başkanlığı için CHP'de şimdiden 29 taliplinin olduğu haberleri internete düştü. Haber doğruysa aday adayları başvurularını yapmaya başlamışlar bile.. İleride bu sayı daha da artarsa kimse şaşırmasın. CHP'nin Çankaya aday adaylarıyla ilgili ilk ve ilginç yorum mevcut Belediye Başkanından, Bülent Tanık'tan gelmiş. Başkan'ın yorumu bir Çankaya seçmeni olarak ister istemez ilgimi çekti.
Tanık 29 aday adayı başvurusunu "normal" olarak değerlendirmiş ve demiş ki: "Varlıklı bir belediye olarak görüyorlar.
Sorunlarını aşmış, kasası dolu, şampiyonluğun en kuvvetli adayları arasında olan bir futbol takımının nasıl taliplisi çok olursa, elbette Çankaya'nın taliplileri de çok olur"
Başkan Tanık
, geçen 4 yıl içinde Çankaya'nın gerçekleşen gelir bütçesinin iki kat büyüdüğünü, borçların azaldığını, gayrimenkul varlığının 3 kat arttığını, yeşil alan, temizlik işleri ve sosyal projeler konusunda çok önemli işlerin yapıldığını da söylemiş. Böyle bir gelişme söz konusuysa Muzaffer Başkan'ın şikayet ettiği "yamyamlar" ın da ayağının kesilmiş olması gerekir. Bu bile başlıbaşına büyük başarıdır Çankaya Belediyesi için.
***

Ben bizim mahallede Çankaya Belediyesi'ni, bir, çöp arabalarıyla görüyorum -ki onların artıklarını toplamak için ayrıca bir aracın takibi gerekiyor- İki, bir hanım sürücünün kullandığı süpürge aracıyla..
Sabahları ana arterde kaba çöpleri şöyle hızla süpürüp geçiyor o kadar.. Ha, bir de Binektaşı sokakta belediyenin imzasını gördüm; asfaltlandı ve yolun iki yanına baba taşları kondu araç parkını önlenmek için ama yolu daraltmaktan başka işe yaramadı.
Netice-i kelam..
Çankaya'da CHP tercihi hizmet sonucu değildir, taş diksen orada CHP seçimi kazanır, emsaline de pek rastlanmaz, çünkü ideolojik temellidir bu tercih, bir de statüko meselesi.. Tıpkı sahil kesimindeki CHP varlığı gibi, anlaşılabilir ve kendi içinde mantıklı.. Ak Parti, geçen dönem Saint Joseph'li Bülent Akarcalı ile bile Çankaya seçmenini ikna edemedi.

gazete

5 Eylül 2013 Perşembe

Yaşanabilir kentler!

Ahmet TEZCAN

Yaşanabilir kentler!

5.9.2013

Birkaç gün önce bir araştırma kuruluşu (The Economist Intelligent Unit) "Dünyanın en yaşanabilir şehirleri" ile ilgili bir araştırma yayınladı.
Çeşitli kriterler gözetilerek yapılan araştırmanın sonuçları geçen hafta açıklandı.
Açıklamaya göre dünyanın en yaşanabilir kenti neresi biliyor musunuz?
Melbourne… Orası da neresiymiş demeyin...
Melbourne denen yer, dünyanın dibi, yeryüzünün en güney ucunda bir Avustralya kenti. Her bakımdan yaşanabilir mutlu bir hayat sürmek isteyenlerin tercih edecekleri en birinci kentmiş Melbourne…
***

Dünyanın en yaşanabilir kenti araştırmasını birkaç yıldır takip ediyorum, Melbourne, üç yıldır birinciliği kaptırmıyor.
Yüzde 97.5 oy oranıyla birinci seçilen Melbourne'ü yüzde 97.4 ile Avusturya'nın başkenti Viyana izliyor. Viyana geçen yılın da ikincisiydi. Kanada kentleri Vancouver, Toronto ve Calgary yaşanabilir kentler listesinde üst sıralarda yer alıyor.
Araştırmayı yayınlayanlar, bu "yaşanabilirlik" durumunu belirlerken, hayat şartlarına, suç oranlarına, sağlık hizmetlerine, siyasi istikrara, sosyal ve kültürel etkinliklere, çevre, eğitim ve altyapı gibi 30 ayrı kriterin göz önünde bulundurulduğunu ifade ediyorlar.
İlk 10'da bizden bir şehir yok. Viyana dışında başka bir Avrupa kenti de yok.
Ama bu araştırmada bir bakıma "Dünya'nın en çekilmez kentleri" listesinin hemen hemen tamamı Müslüman ülke şehirlerinden oluşturulmuş. "Nal toplayan kentler" diyebileceğimiz sonuncu sıralardaki bu şehirler şöyle sıralanıyor: Tahran (İran), Duala (Kamerun), Trablus (Libya), Karaçi (Pakistan), Cezayir (Cezayir), Harare (Zimbabve), Lagos (Nijerya), Dakka (Bangladeş) ve Şam (Suriye).
***

İyi ki bunlar arasından bizim kentlerden biri yok diye teselli buluyoruz. Ancak şunu da söylemeden geçemiyorum. Bu araştırmayı yapan The Economist Intelligent Unit adlı kuruluş da ülkelerin ekonomik durumlarını derecelendiren "sıfırcı hocalar" gibi.. Değerlendirmelerinin tamamen objektif olduğu söylenemez.
Şimdiye kadar hiçbir konuda Türkiye için "işler yolunda gidiyor" dediklerine hiç şahit olmadık. Dolayısıyla işlerine geldiği gibi sonuç çıkarıyorlar. Belki birileri onlara öyle yapmalarını söylüyor kim bilir?!

gazete

29 Ağustos 2013 Perşembe

Cinnet coğrafyası

Ahmet TEZCAN

Cinnet coğrafyası

29.8.2013

Gazeteci olarak bulunuyorduk, 80'li yıllardı Amerikalı bir diplomatın bizlere "çok kötü bir mahallede oturuyorsunuz" demesini hiç unutamıyorum. Gerçekten öyle bir coğrafya tutmuşuz ki adeta 'cinnet coğrafyası'... Mustafa Kemal de bunu gördü ve huzurun yalnızca 'yurtta sulh cihanda sulh' olduğuna hükmetti. Hükümetin 'sıfır sorun' politikası da bundan başka bir şey değil zaten...
Peki, bu nasıl sağlanacak?
Dünyanın enerji ihtiyacının yüzde 65'inin sağlandığı bir coğrafyada sizi rahat bırakırlar mı? Darbeye 'darbe' diyemeyip katliamı da 'katliam' olarak telaffuz dahi edemeyen Batı, bir yolunu bulup enerji ihtiyacını sağlayacak. Bunun için gerektiğinde dikta rejimleri kuracak, krallar, firavunlar, diktatörler ortaya çıkarıp halkını sömürmelerine göz yumacak, işine gelmediğinde de 'insan hakkı, demokrasi' adına onları devirip yenilerine fırsat verecek. Libya'nın bir günlük geliri 150 milyon dolar civarındaydı. Kaddafi bu geliri nasıl kullandı dünyanın malumu. Libya karıştığında güya günlerce ele geçirilemedi. Sonra bir kovukta bulunup linç edildi. Eşi Safiye, çocukları Ayşe, Hanibal ve Muhammed Umman'da yaşadıklarına dair haberler yapılıyor. Ele geçirilemediği günlerde kim ne dümen çeviriyordu, milyarlarca dolarlık şahsi servetine ne olmuştu? Yoksa hiçbir hak iddia etmemek şartıyla aile bireylerinin hayatları bağışlanıp geçinebilecek miktarda bir gelirle ülkelerinden uzakta bir hayata mahkum mu edilmişlerdi? Saddam Hüseyin için de benzer iddialar ortaya atıldı. Oğulları Uday ve Kusay öldürüldükten sonra karısı Sacide ve kızları güvenli bir yere kaçırılmıştı. Saddam'ın yine milyarlarca doları bulan ve Batı bankalarında muhafaza edilen kişisel servetine ne olmuştu? Ailesinin hayatlarına karşılık el mi değiştirmişti, kimin eline geçmişti?
Bu kirli işler ve ilişkiler ileride bir bir muhakkak ortaya çıkacak. Çünkü gerçekler uzun müddet kapalı kalamazlar.
Masumların kanından elde edilen hiçbir servetin kimseye yararı olmaz. Batı dediğimiz medeniyetin(!) de hiçbir ölçüsü, kaygısı en önemlisi vicdanı olmadığı da böylece ortaya çıkıyor.

gazete

22 Ağustos 2013 Perşembe

İsimler ve olaylar

Ahmet TEZCAN

İsimler ve olaylar

22.8.2013

İngiltere'de bebeklere en çok Muhammed ismi verildiği haberi vardı geçenlerde gazetelerde… Bakmışlar, üst üste üç yıl ülke genelinde Muhammed ismi birinci ilk sırada, çok şaşırmışlar.
İkinci sıradaki Harry... İngiltere prensinden olsa gerek.
Üçüncü sırada ise Oliver ismi bebeklere en çok konulan isim olmuş. Başkent Londra'da bile Muhammed ismi ilk sırayı almış. Ondan sonrakiler Daniel, Alexander vs...
Gazetenin yazdığına göre Birleşik Krallık'ta yaşayan Müslüman sayısı yaklaşık 3 milyon civarındaymış.
***

Haberi okuyunca acaba bizde bebeklere en çok hangi isim verildiğini merak ettim.
İnternette her şey var. "İsmididikle" diye sırf bu konuyu istatistikleyen bir site de var. Türkiye'de ailelerin erkek çocuklarına en çok Mehmet, kız çocuklarına ise Fatma adını verdikleri bizzat İçişleri Bakanı tarafından açıklanmıştı. İkinci sırada da Ayşe ve Mustafa geliyordu… İdris Naim Şahin'di o zaman bakan ve resmi açıklamaya göre 2 milyon 639 bin 891 erkek çocuğa Mehmet, 2 milyon 513 bin 365 kız çocuğuna ise Fatma ismi verilmişti o yıl. Bir soru önergesi üzerine bakanlık bu açıklamayı yapmıştı hatırladığım kadarıyla... MERNİS adı verilen veri tabanı ile birlikte 2000'den itibaren "nüfusa kayıtlı olunan yer" bazında isim istatistikleri düzenli olarak tutulabiliyor.
Hatta o açıklamada ilginç bir bilgi daha vardı. "Adres Kayıt Sistemi'nin hizmete girdiği 2007'den bu yana 266 bebeğe Büyükşehir Belediye Başkanı'nın adı yani MELİH ismi konmuş. Seneye de Mursi isimli bebeklerin olacağını bekliyorum, isimler olaylar çok önemli.
İnternette de isimlerle meşgul bir site var; adı İSMİ DİDİKLE… Ben de kendi ismimi merak ettim. Buna göre AHMET adı Türkiye'de en çok kullanılan 4. isim.. 2. Ali, 3. Mustafa, 4. Ahmet, 5. Murat ve 6. da Hakan... Ülkemizde yaklaşık her 56 kişiden birinin adı AHMET imiş, bu ismin yaygınlık oranı da binde 18'e yakın.
Daha bir sürü hesaplama var. Mesela ülkemizde 1 milyon 364 bin 664 kişi benim ismimi taşıyormuş. Sanmıyorum bence Ahmet ismi bu sayıdan fazladır.
Velhasıl isim önemli insanların hayatını bile etkiliyor. Psikiyatra oğlundan yakınan bir hanıma uzmanın sorduğu soruyu unutmuyorum. Çocuk çok sinirliymiş, kızıp bağırıyormuş, adının VOLKAN olduğu söylenince 'Daha ne bekliyorsun?' dedi doktor.

gazete

15 Ağustos 2013 Perşembe

Kanınız kurtaracak…

Ahmet TEZCAN

Kanınız kurtaracak…

15.8.2013

Dün ABD büyükelçiliğinin önünde Çevik Gücü görünce aha dedim, adamın dediği çıktı, 'sokaklar ısınacak' dedi, sonbaharı bile beklemediler..
Meğer sokaktaki hareketlilik içeriden değil dışarıdanmış. Kahire'deki katliamı ve ABD'nin sessizliğini protesto ediyormuş vatandaş..
Mısır meydanları yanarken ne yapmalı neyi yazmalıydım Ankara'dan?!
Anız yahut binicilik kulübündeki saman balyası yangınları kimi ilgilendirirdi?
Bozuk et operasyonu, aspir hasadı veya Kale'den Kule'den bahsetmenin sırası mı şimdi?

***

Büyük Firavun Amon Ra veya Osiris, hadi bilemediniz Ramses'in piramitler sessiz sedasız Mahşeri beklediklerini mi sanıyorsunuz?
Onların mezarları orada ama zulümleri 3 bin yıl sonra ahfadınca yaşatılıyor.
Dün Adeviye Meydanında binlerce insanın ölümüne ve on binlerin yaralanmasına yol açan son katliamı Firavun Birinci Sisi'den bilmek ahmaklık olur.
O zavallı bir kukla. Mansur, Baradey veya Başbakan Beblavi de öteki kuklalar.
Esas KUKLACILAR'a bakmak lazım. Firavunların en zalimleri Batı başkentlerinde oturuyor.
Firavun ruhlu demokrat(!) başkanlar, başbakanlar var şimdi.
Zulmün ve katliamın sahibi Sisi gözükmeyecekti de kim olacaktı? ABD Başkanı Obama, Alman Merkel, Fransız Hollande, İngiliz Cameron yahut sempatik Kraliçe Elizabeth Mısır'da katliam yapıyor mu diyecekti dünya?
Bir şey söyleyeyim mi?
Zulümle abad olunmadığı tarihte yüzlerce kez ispatlanmıştır. Kan dökerek kimse bir şey kazanamaz. Bu zalimler daha kaç insanı, kaç kadın ve çocuğu öldürebilirler ki?
Mısır'ın nüfusu 80 Milyon.. Sadece Kahire'de 17 milyon insan yaşıyor. Bunlar EN katil ve zalim olsalar, kan banyosu yapsalar 100 bin insan öldüremezler. ESET aylardır uçağı, topu, tüfeğiyle uğraşıyor ancak o kadar masum kanı dökebildi Suriye'de. Dudaklarında insan hakkı ve demokrasi teraneleriyle Batı başkentlerinde oturanlar da o kadar aptal olamazlar.

***

Onların esas dertleri TÜRKİYE.. 'Mursi orada kalırsa Doğu Akdeniz de Türkiye'ye kalır. Batı'nın enerji ihtiyacının yüzde 65'ini karşılayan bölgeyi, yani tüm Ortadoğu'yu hattâ Afrika'yı Türkiye'ye terk etmiş oluruz. Bunu yapamayız' dediler ve kan dökmeyi göze aldılar. Başaramayacaklar, DELİKANLI değil, ELİ KANLI olarak tarihe geçecekler. Ne demişti Akif Çanakkale şühedası için? "Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i / Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi. Mısır'da, Suriye'de öteki İslam beldelerinde de on binlerce masumun kanlarıyla TEVHİD kurulacak, kurtarılacak bundan emin olun.

gazete

8 Ağustos 2013 Perşembe

Nice bayramlara..

Ahmet TEZCAN

Nice bayramlara..

8.8.2013

Sayılı gün tez geçer derler, işte bir Ramazan'ı da böylece uğurluyoruz, seneye nasıl bir Ramazana ve zamana yelken açacağımızı Allah bilir. Aslında Ramazanlar, bayramlar değil gelip geçen, tüketmekte olduğumuz ömürlerdir fark etmeden.
Tüketici olduktan sonra insanoğluna ne dayanır? Her şeyin sahibi olmak isterken elden kayıp gitmekte olan bir şey var bunu zamanla anlıyoruz.
Ne diyordu Hasan Basri? "Ömür dediğin üç gündür / Dün geldi geçti, yarınsa meçhuldür / O halde ömür dediğin bir gündür / O da bugündür." O halde bugünü iyi değerlendirmek, paylaşmak ve anlamlı kılmaktır esas olan.

***

Bizim ikizlerin doğum günüydü dün.
Dedelerinden beş gün sonraya raslıyor onlarınki..
Ağustosta doğduk hepimiz Aslan olduk böylece, Allah encamını hayır eyleye..
Torunlara hediye seçme telaşı yaşarken Kocatepe'deki kitap fuarında buldum kendimi, bu sene 32 nci yılıymış. Yazar, yayıncı ve okuyucuyu buluşturma amacında olan fuar Kur'an ve ilahi yayınlarıyla doğal olarak Ramazan havasında..
Bir keresinde Aziz Nesin'in bu fuarlardan birini dolaşırken "Meğer 'amme cüzü'nden başka yayınlar da yapıyorlarmış" diyerek dini yayın zenginliği karşısında hayretini gizleyememiş ünlü yazar.
Pek çok yayınevi stand açmış, Diyanet ile Vakfı bermutad yerini almış. Türk Dil ve Tarih kurumları ile Kültür Bakanlığı yoktu bu sene. Oysa çok değerli çok ucuz yayınları vardı, fuara renk katarlardı.

***


450 lira etiketli, deri kaplı, altın işlemeli Mushafı görünce eskilere gittim. Vaktiyle Bağdat Kütüphanesinde el yazması telif eserler ağırlığınca altınla ödüllendirildiğinden zarif ve hafif malzeme kullanılırmış. Zamanla usul değişmiş, çünkü ağır çeksin diye kitaplar camız derisiyle kaplanır olmuş. Ben de ikizlere deri kaplı olmayanından iki tane Kur'an-ı Kerim aldım doğum günü hediyesi olarak, içine de "Özünüz Kur'an olsun, sözünüz Kur'an olsun Fatihası da benim olsun" diye yazdım. İnşallah okudukları günleri de görürüm.
Bu sene biz Ramazan bayramını üç nesil bir arada geçireceğiz. Herkesin de mutlu bir bayram geçirmesi dileğiyle Ankara'nın Türkiye'nin ve bütün Müslümanların bayramını kutluyorum.

gazete

1 Ağustos 2013 Perşembe

Çankırı'da tarih

Ahmet TEZCAN

Çankırı'da tarih

1.8.2013

Bir Ramazan daha sona yaklaştı, Cumartesi de KADİR GECESİ, şimdiden herkesin kandilini kutluyorum.
Oruç hicretten 1.5 yıl sonra farz kılınmıştı, demek ki 1390'ncı Ramazanı da geride bırakıyoruz. Yüce Rabbim12 aydan birini yükseltti 'sultan'lık makamına eriştirdi, içine de belki ömrümüzü aydınlatacak kandili yerleştirdi. Kutlu kılınan bu müstesna an hürmetine belki dualarımız makbul olacak. En azından biz öyle umuyoruz.
Allah Tealâ bizlere bir fırsat lütfediyor, inşallah Ramazanı da, O AN'ı da gereğince değerlendir- miş oluruz.
Bu sene Ankara yayla havasında bir Ramazan yaşıyor. Meteoroloji bundan sonraki günler için kavurucu sıcaklardan bahsettiğine göre bu serinliği belki oruçlunun hürmetine yaşıyoruz kim bilir?!
***
Başkent Ramazanı yine rutin davetlerle geçerken bir günlüğüne Çankırı kaçamağı benim için çok sürpriz oldu.
Bir taziye ziyareti dolayısıyla ilk kez gördüğüm Çankırı beni çok şaşırttı. Şimdiye kadar Çankırı denildiğinde Ankara'nın arkasında 'ilçe irisi bir il' olarak düşünüyordum, yanılmışım. Selçuklu'ya uzanan derin tarihi, coğrafyası ve ekonomik potansiyeli ile Çankırı Anadolu'nun ortasında küçük ama çok önemli bir yerleşim merkezi. Sultan Alparslan'ın Anadolu'yu fethettiği önemli komutanlarından Emir Karatekin'in vilayeti. Üniversiteye de adını vermişler yaşatıyorlar.
Selçuklunun başkentinden geldiğimiz halde Çankırı hakkında malumatımız olduğu pek söylenemezdi. Belediye Başkanı İrfan Dinç'in sayesinde gezdik gördük ve bilgisizliğimizi yeter ölçüde giderdik diyebilirim. Çankırı Milletvekilleri İdris Şahin ve Hüseyin Filiz'i de taziye evinde gördük konuştuk.
***
Çankırı Araştırmaları Merkezi'nden öncelikle ve mutlaka bahsetmeliyim. İrfan Başkan 30 bin belgenin gün ışığına çıkarılmayı beklediğini söyledi. Bir belge gördüm, Kuş Evleri ile ilgili en eski vakfiye olduğunu öğrendim. Bunlar bizim medeniyetimizi oluşturan unsurlardır. Çankırı araştırmaları üniversitenin cevval elemanlarını bekliyor.
Yıkılmaya yüz tutmuş Hazımiye ve Çivitçioğlu medreseleri belediyece restore ettirilerek yeniden kazanılmış ve kültür merkezine dönüştürülmüş. Geleneksel sanatlar ve Çankırı'nın ünlü kaya tuzu eserleri sergileniyor.
***
Alaca Mescit'te teravih kılıp Hazımiye'de tasavvuf müziği eşliğinde çaylarımızı yudumladık. Muhteşem manzaralı Kale'nin esintisine kendimizi bırakıp Çankırılılarla yarenlik ettik.
Başkan Dinç Çankırı'yı şantiyeye çevirmiş, şehir içindeki sıkıntıyı sordum, "bir şey kalmadı" diyor, kısa sürede giderileceğini söylüyor. Çok parlak planları var başkanın, kenti hızla dönüştürüyor, yalnız zamana ihtiyacı var. Yolunuz düşerse Çankırı'nın 'samırsaklı et' inden yemeden dönmeyin.

gazete

25 Temmuz 2013 Perşembe

Aklıselim, sağduyu

Ahmet TEZCAN

Aklıselim, sağduyu

25.7.2013

Kin ve nefretten beslenerek barış ve kardeşlik tesis edemezsiniz.
Savaşlarla çözülemeyen ihtilafların sağduyuyla, aklıselimle kolayca çözüldüğüne tarih şahittir. İmparatorluklar kurup çeşitli din, dil, gelenek, görenekten insanları bunca farklılıklarına rağmen bir arada yaşatma maharetini gösterdik. Bunda aklıselimin, sağduyunun rolü büyük olmuştur.
Asırlarca bizi millet olarak tarih sahnesinde tutan sihirli güç bu duygudur. Bilgisayar 'ÇİP'i gibi bu duyguyu Yüce Rabbim içimize yerleştirmiş midir yoksa sonradan mı edinilir bu duygu bilemiyorum. Ama şunu biliyorum ki bizim halkımızın sağduyusu güçlüdür.

***

Uzun bir zamandır şehit cenazeleri gelmiyor, evlere evlat ateşi düşmüyor. Bu sevinilecek bir durum. Doğulusu batılısı bunun önemini kavramış gözüküyor.
Kimsenin bir hıyanete düştüğü filan yok. Aklıselim bunu gerektirdi. Sabırla beklemek gerekiyor. Sırf resim vermek ve kafaları bulandırmak için mevzi birkaç yerde girişilen eylemler sürecin sonuçsuz kaldığının göstergesi olamaz.
Ayağımıza bağ olan derin sorunların bir bir çözüm yoluna girdiği görülüyor. Etrafımız ateş çemberi, katliamlar, siyasi bunalımlar, ekonomik krizlerle çevrili bir coğrafyadayız. Eskiler 'teenni' derlerdi şimdi biz "sağduyu" diyoruz bu duyguyu asla kaybetmemeliyiz. İçeride dışarıda her türlü harekette teenni ile hareket etmekte fayda var.
Öfkeyle kalkan zararla oturur tecrübeye dayanan ünlü deyiş olarak dilimize yerleşmiştir. Terbiye sistemimizin büyükleri hep şunu telkin etmişlerdir; öfke ile akıl aynı ortamda bulunmaz, öfke hakim olursa akıl uzaklaşmış demektir. Gezi Parkı olayları öfkenin nasıl sonuçlar doğurabileceğinin en canlı göstergesidir. Derin odakların malzemesi olmak da cabası.

***

Çok değerli bir coğrafyada oturuyorsanız çok dikkatli olmak zorundasınız. Konuşmalara, beyanlara, kullanılan üsluba her bakımdan dikkat gerekmektedir. En evvel siyasiler buna dikkat etmek durumundadır. Sadece iktidar sahipleri için değil bütün kesimler için geçerlidir bu durum. Herkesin ağzından çıkanı kulağı duyacak. Bir söylerken kırk yutkunmak, lafın nereye gideceğini bilmek durumundayız. Sosyal medyada, internet haberlerinin dibine düşülen mesajlardaki üsluptan derin endişeye düşüyorum. Sebep sonuç ilişkisi, söyleyene bakarken söyleteni de bu arada görmek durumundayız.

gazete

18 Temmuz 2013 Perşembe

Hayatın satır araları

Ahmet TEZCAN

Hayatın satır araları

18.7.2013

Modern veya çağdaş, Doğulu veya Batılı erkek veya dişi.
Bunların hepsi insana sonradan giydirilen vasıflar.
Bir kurgu olarak var olan bu 'modern' insandan gayrı bir insan daha var:
Mekân ve zamanın farklılaştıramadığı ihtiyaçlarda buluşan, aşk ve ölüm gibi konularda benzeşen..." Prof. Mahmud Erol Kılıç son kitabında böyle söylüyor. Hayatın Satır Araları adlı buğusu üstündeki kitabının bir de alt başlığı var: Modern Zamanda Kendini Bulmak
***

Ünlü yazar, edebiyatçı, şair Hilmi Yavuz, kitabın sunuş yazısında Mahmud Erol Kılıç ile dostluğunu anlatırken, bu diyor "irfandan kök alan" bir dostluk. ve arkadaşlığını da. "Sırtımı dayayabileceğim taş gibi bir arkadaş" cümleleriyle ifade etmiş.
Sunuşun son cümlesinde Hilmi Yavuz, bu kitap diyor, hayatın satır araları olmaktan çıkmış hayatın kendisi olmuş..
***

Çoktandır bir kitap tanıtım yazısı yazmıyordum.
Son olarak ünlü İtalyan yazar Leo Buscaglia'yı "Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek" adlı eseriyle bu köşeye taşımış ve özellikle de öğretmenlere hararetle tavsiye etmiş, Milli Eğitim Bakanı'na da bir mesaj göndermiştim. Şimdi bakan değişti ve ben hâlâ ısrarlıyım, Sayın Bakan Nabi Avcı'nın bir tören sırasında camiaya bu kitabı tavsiye etmesini yararlı bulurum.
Yukarıda bahsi geçen Hayatın Satır Araları'nı da aynı şekilde bilhassa eğitim bilimiyle uğraşanlar ve tıp adamları için mutlaka tavsiye ediyorum.
***

"Bizim de yakından tanıdığımız, dostumuz, ahbabımız Erol hoca, tam adı ve unvanıyla Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç, 'Kendini Bulmak' başlığıyla hemen ilk bölümde; kaybolan denge ve çağdaş insanı masaya yatırıyor.
İnsanın maddi - manevi olmak üzere yatay ve dikey iki tarihinin mevcut bulunduğunu, dikey yani 'enfüsi tarih'in insanın manevi tekâmülüne, yatay yani 'afaki tarih'in doğumdan ölüme vesikalık bir fotoğraf gösterdiğine işaret ederken insanın 'İÇ'ten eğitimini ele alıyor.
Modernizmin 'sahip olduğun kadar varsın' deyişiyle her şeye sahip olmaya çalışan insanın sonunda hayatın dışına itilişine dikkat çekiyor. Hayatın Satır Araları, sureti, sireti, aşkı, aileyi, vecdi, vücudu velhasıl insanın içine yolculuğunu esas alan ve önemseyenler için müthiş lezzetli bir kitap olmuş, Sufi Kitap'tan çıkmış, 168 sayfa, tam Ramazanlık… Bir değil 2 tane alın biri en sevdiğinize olsun, Hoca'nın ihtiyacı yok, ihtiyaç içinde olan bizleriz ama neye ihtiyacımız olduğunu bilmeyiz.

gazete

11 Temmuz 2013 Perşembe

Ramazanlar, özel zamanlar

Ahmet TEZCAN

Ramazanlar, özel zamanlar

11.7.2013

Derler ki; gün içinde sabah ve akşam vaktinin özel anlamı vardır.
Diyeceksiniz ki hangi sabah, hangi akşam? Saatin 10.00'u, sabah namazını eda edip işine başlamış marangoz ustası için çok geç..
Ama aynı saatte kepenk kaldırmakta olan esnaf da var.
Bizim söylediğimiz marangoz ustasının sabahı.
Günün ilk ışıklarının aydınlanmaya başladığı, "fecir vakti" dediğimiz günün en körpe anıdır.
Yüce Kudret'in bize en yakın olduğu anlar.
Akşam da öyle.
Akşamcının değil, solan ışıklarıyla günün tüm eşya ve manzarayla vedalaştığı andır.
Yani ne tam aydınlık ne de karanlık, alacakaranlık.
***
Hz. Mevlâna fecir vaktini insanın yaratılış anı olarak değerlendirir. Hamuru kırk gün yoğrulduktan sonra, Yaratıcımızın kendinden ruh üflediği bu varlık tüm varlıkların en şereflisidir. "OL" dedi mi olduran bir kudrete zorluk mu var, yok elbette. Ama Pîr-i Mevlâna hamurumuzun 40 gün yoğrulmasını ne zor bir varlık olduğumuza yormaktadır.
İnsanın dikkatini insana çekmektedir.
Aksi halde "eşref-i mahluk" nasıl olunur?
Şerefte melaikeden yüce, aksi halde hayvandan aşağılık bir varlık insan?!
Akşam vaktinin müstesna oluşu da; bir süreliğine bize lütfedilen dünya hayatının günün sonunda geri alınacağı, kıyametin akşam saatinde kopacağına bağlanmaktadır.
Neyse, çok derin meseleler bunlar ama düşünmeye değer.
***
"Cum'a" saati de saklanmış, seçilmiş, işaret edilmiş özel zamanlardır. Hele ayların sultanı Ramazan ise daha özel.. İyi değerlendirilmesi gerekir. "Nasıl yani?" demeden, milletvekilinden, genel müdürden, rektörden beklenen o anda O'ndan istenmelidir. Bakarsın "eşref saati"dir, anında kabul görür ve hülyalar gerçek olur. Yalnız ne istendiği iyi bilinmeli, 'EGO'yu tatmin için bir şey istememeli 'hayırlısı' denmeli. "On bir ayın sultanı" Ramazan'ın her günü müstesnadır.. Bilen, inanan için kutlu anlardır. Uydurulmuş, gereksiz anlam yüklenmiş sıradan günler asla değildir.
Kitapların anası Kur'an-Kerîm'in, böyle anlara, "zaman içinde zaman, mekân içinde mekan"lara bizzat dikkat çektiğini görüyoruz.
Yüce Yaratıcı'nın hem insana hem "o an"a iltifatıdır.
Nasıl ki Kabe, "Nazargâh-ı İlahi" olmuş Allah'ın nazar ettiği mekân olarak "mübarek belde" unvanını kazanmış..
Öyle olmasa Hz. Adem'den bu yana insanlar o mekânın etrafında dönüp dururlar mı?!
İçinde putlar varken de Kâbe tavaf edilmiş.
Tavafın çırılçıplak, alkış ve ıslıklarla yapıldığı zamanlar olmuş. (Cenaze alkışlama o günlerden kalma) İHRAM, yani "içinde hiç günah işlenmemiş giysiler" sonradan adet olmuş.
İnsan işte, çözülmesi zor. Bir o yana bir bu yana savrulmuş durmuşuz.

gazete

4 Temmuz 2013 Perşembe

Şehir ve sembol

Ahmet TEZCAN

Şehir ve sembol

4.7.2013

Gezi olaylarında Ankara en sarsıcı anları yaşadı. Belediye hala o kalkışmanın şehirdeki izlerini silmeye çalışıyor.
Neyse bizim üzerinde durduğumuz o değil. İnsanlar, yaşadıkları şehirleri bir şeylere benzetmekten hoşlanıyorlar.
Biz de yıllardır Ankara'nın sembolü keçi mi olsun, Hitit Kurs'u ya da Atakule, yok yok Ankara Kalesi en iyisi filan diye tartışır dururuz.
Hatta bir ara kavga sebebi bile oldu. Atakule'li- minareli tabelaları kırdılar sokaklardaki flamaları yırttılar.
Gezi olayları sırasında da o semboller özellikle hedef alınmış.
Kırdılar, döktüler gittiler. İyi halt ettiler diyesi geliyor insanın.
***
Yalnız herkes bizim gibi bu tartışmaları "ideolojik kavga" haline getirmiyor, hayatı renkli kılmayı arzu ediyor, anlamlandırmak istiyorlar.
Mesela İspanya'nın "boğa" sına inat Barselona'nın simgesi "eşek" miş. Barselona'yı gezen turistler; "Neden eşek?" diye sorunca bölge halkı Katalanlar, hemen "Bütün ülkenin yükünü biz çekiyoruz da ondan" diyorlarmış.
Gerçekten bizim şehirler içinde böyle simgesel çekişmeler var mıdır bilmem, ancak hangi şehir neyle simgelendirilir karar vermek için oranın tarihine, geleneğine bakmak lazım. Önceliklerini ve özelliklerini iyi tanımak gerekiyor.
***
Siz ne tasarlarsanız tasarlayın günümüzde yönetici ve yatırımcı kriterleri, şehirlerde aradığımız estetiğe her zaman bir engel oluşturabilmektedir.
Başkentin deniz özlemini gideren Gençlik Parkı'nı, şehrin betonlaşmasını, yanlış yapılanma ve yanlış aydınlatmayı yazacaktım, söz başka yöne aktı. Sökülen kaldırımların döşenmesini yakılan tahrip edilen toplu taşıma araçlarının yerine yenilerinin konulmasını trafik lambalarının tamirini bekliyoruz.
Biz de Melih Gökçek'in kulaklarını çınlatıyoruz.
Bunlar vatandaşın lafı.
Şehir şehir olmaktan çıkar, şehir insanı gerçekten ŞEHİRLİ gibi davranmadıktan sonra simgesinin ne bir anlamı olur mu?
Estetikten artık vazgeçtik, şehirde yaşamanın bunaltıcılığını her gün hep beraber yaşıyoruz.
Ramazan geliyor, belki bir sükûnet bulabiliriz. Ne de olsa seçilmiş, içine "eşref saati" saklanmış özel zamanlardır, yararlanmayı bilirsek.
Hepinizin Ramazanını kutluyor hayırlar diliyorum.

gazete

27 Haziran 2013 Perşembe

Sokaktan siyaset çıkmaz

Ahmet TEZCAN

Sokaktan siyaset çıkmaz

27.6.2013

DOĞRUDAN demokrasi, halkın egemenliğini bizzat ve doğrudan kullandığı bir demokrasi türüydü. Bu türde halkın halk tarafından yönetilmesi esastı.
Siyasi kararlar çoğunluk esasına göre, vatandaşın oy çokluğu ile doğrudan doğruya şehir halkı tarafından alınıyordu, adı da "doğrudan demokrasi" idi.
Şehir devletler döneminin bu yönetim biçimi asırlar öncesinde kaldı. Kararlar artık TEMSİ-
Lİ DEMOKRASİ ile, halkın seçtiği vekiller eliyle alınıyor.
***
Herkes gidiyor Mersin'e biz gidiyoruz tersine..
Sokağı parlamentoya taşıyacağımıza parlamentoyu sokağa taşıyoruz.
Nerede bir izinsiz gösteri, toplum düzenini bozan bir taşkınlık varsa bakıyorsunuz milletvekilleri orada. Muhalefetini mecliste, meclisin kurallarına göre yapması gerekirken sokakta kitle psikolojisinin yönlendirdiği kalabalıklarla beraber adam gösteride. Bir aferin uğruna kendilerini polisin önüne atıyorlar, panzerin önüne oturuyorlar, milletvekiline yakışmayacak en olmadık gösterilere bizzat öncülük ve önderlik ediyorlar.
Çok yakışıksız çok çirkin ve çok çelişkili bir durum.. Demokrasimizi adım adım ilerletelim derken adeta geriye doğru gidiyoruz. Şimdi kime anlatırsınız doğrudan demokrasi şehir devletler döneminde kaldı şimdi temsili demokrasi devridir diye?!..
Bakıyorsunuz 70'li yılların bol sloganlı militan jargonu halâ ağızlarda..
Sokaklardan bununla siyaset çıkarmaya çabalıyorlar. Halbuki sokaktan kurallı bir anlayış çıkmayacağı ortada.
Sokak sadece uyarır ve ileri götürülürse de çatıştırır. Sokaktan siyasete bir şey çıkmaz. Bu vatandaş 12 Eylül öncesini gördü yaşadı, 70'li yılların usulüyle onu kazanmak mümkün değil.
***
Meclisler kuralsız politika yapılmasın diye var ve Türkiye Cumhuriyeti parlamentosunda da bütün görüşler temsil ediliyor. İktidar ve muhalefet orada görüşlerini dile getirecek.
Şimdi demek lazım ki; Sokak varsa parlamento niye var?!..
Özgürlüklerin önü hızla açılmaktayken bunlar neden oluyor? İktidarın da muhalefetin kendisine şöyle bir bakması lazım, ne yapıyorum, nerede siyaset yapıyorum diye..
Sokağın sesi olması gereken muhalefetin büyük eksiği olduğu görülüyor.
Sokağı mecliste temsil edeceğine Meclisi sokağa taşıyor.
Aslında şunun hesabını yapması gerekir:
Söylendiği gibi madem insanlar bu kadar muhalif öyleyse bunlar niçin muhalefete yazmıyor. Sokaktaki muhalefet niçin meclisteki muhalefete yatırım yapmıyor? Velhasıl büyük oyun ve büyük işbirliği var evet, fakat bir kısım sosyal çevrelerin rahatsız olduğu da kabul edilmelidir.
İktidara düşen de budur.
Bir kışkırtma var diyerek orada durulmamalı ve hızla çözüme ulaşılmalıdır.
Benim korkum; sürdürülebilir olmasa da bundan sonra sokağın siyasetin bir parçası olarak görülüyor olmasıdır.

gazete

20 Haziran 2013 Perşembe

#düşünenadam…

Ahmet TEZCAN

#düşünenadam…

20.6.2013

KAOS kelimesi (chaos) Fransızca'dan dilimize girmiş, 'kargaşa, karışık durum, uyumsuzluk' anlamına geliyor.
Kavram olarak fizik, kimya ve matematiğin olduğu kadar sosyolojinin de konusu kaos.
Batı'da bundan yani kaos teorisinden düzen üretildiği yoğun tartışma konularından biridir.
Önce DÜZENSİZLİK yaratmakta sonra da ondan DÜZEN ürettiklerine inanmaktadırlar.
***
Şurası bir gerçek kaos imkânlarıyla toplumsal olayları belirliyorlar.
Dolayısıyla kaos, günümüzde medyanın ve toplumun sıcak gündem başlıklarını oluşturmaya devam ediyor.
Bir cümleyle ifade edersek, küresel gücü elinde bulunduranların bunu yani kaotik durumu toplumların denetlenmesinde bir yöntem olarak gördükleri muhakkak..
Bunun çeşitli sebepleri var. Bana sorarsanız, eskiden devletlerin şirketleri vardı, şimdi ŞİRKETLERİN DEVLETLERİ var, bilançolarını buna göre ayarlıyorlar.
Çok vicdansız bir durum, içimizden kimileri de buna alet oluyor. Bazı kanallar da futbol maçı kritikleri gibi saatlerce bunları yayınlıyorlar.
***
Peki, sıradan bir vatandaş olarak benim için neyi ifade ediyor?
Başkentte yaşayan biri olarak, sabah evden çıktığımda ya da iş dönüşü yaşadığım düzensizlik ve bunun yarattığı ağır stres. En basitinden sayısız kavşakta kaos yaşıyorum.
Neden?
Çünkü pek çok trafik lambası demir çubuklarla veya kaldırım taşlarıyla kırılmış. Herkes bir yol bulup kavşağı aşmaya çalışıyor. Bu sıkıntıyı yaşayanlar arasında bu durumu alkışlayanlar da var muhakkak. Vuruyorsun, kırıyorsun, şimdi de duruyorsun, yarattığın bu kargaşayla beni neye iknaya çalışıyorsun? Bize şimdi duran değil, DÜŞÜNEN ADAM lazım.
Bunu söylerken Rodin'in ünlü "düşünen adam heykeli"ni hatırlıyorum.
Onu biz götürüp Bakırköy Akıl Hastanesi'nin bahçesine yerleştirmiştik, oysa bütün kavşaklara birer tane koymak gerekiyormuş.
Bilmem anlatabildim mi?

gazete

13 Haziran 2013 Perşembe

Meydan ihtiyacı

Ahmet TEZCAN

Meydan ihtiyacı

13.6.2013

Koca bir memleket kaç gündür tek gündemle uğraşıyor; Taksim… Başka şey düşünemez olduk.
Meselenin temeli bir şehrin MEYDAN ihtiyacıdır. Buna böyle bakmak lazım.
Ama gel gör ki birileri ayağa kalkınca herkes kendi hesabını görmeye kalkıştı.
Tarih tersyüz edilerek çevrilen muhteşem(!) dizi filmin kahramanı niçin oradaydı mesela? Ağaçlar kesilmesin diye mi? Hayır… Başkahramanı olduğu film, yapımcısı, yöneticisi ile birlikte Başbakan Erdoğan tarafından açıkça kınandığı için bir fırsat o da kendini Taksim'e attı, protestocularla birlikte resim verdi. Kınanmış olmayı bir türlü hazmedemedi.
Gelinen sonuç kendisini mutlu etmiş midir sormak lazım.
Milyonlarca lira karşılığında bir bankanın ekrandaki yüzü olan tiyatrocu arkadaşın da bir görevi vardı mutlaka… Aksi halde "Mesele üç ağaç değil, hala anlamadın mı?" diye hararetle mesajlar çekmezdi. 'Faiz lobisi' deyince benim aklıma ilk o isim geliyor. O, lobinin de yüzü oldu böylece.
***
Gerçekten mesele sadece bir şehrin meydan ihtiyacıdır.
Sadece İstanbul değil, Ankara'da da Başkent'e yakışır bir meydan yoktur. Bizim şehirlerimizin neredeyse hepsi meydan yoksunudur.
Oysa Batı ülkelerinde, caddelerdeki trafik ve insan akışından bunalanlar muhteşem meydanlarda nefes almaktadır.
Ve batıda bütün şehirler o meydanlara göre yapılandırılmışlardır. Red Square yani Kızıl Meydan Moskova kadar ünlüdür. Paris'in ünlü Place de la Concorde'una ulaşıp resim çektirmeyen var mıdır? Londra'nın Trafalgar'ı, Berlin'in Pariser Platz'ı aynı şekilde… Pekin'de Tiananmen, "İLAHİ BARIŞ'IN KAPISI" anlamına geliyormuş, oysa barışa değil savaşa meydan oldu malum, insanlar özgürlük uğruna tankların altında ezildiler… Venedik'deki ünlü San Marco, 24 saat canlı, her milletten insanlarla cıvıl cıvıl bir meydandır.
Örnekler çoğaltılabilir, her şehirde bir meydan her meydanın bir hikayesi vardır batıda…
***
Meydan demek OTORİ-
TE demektir.
Ya devlet veya dini bir otorite o meydanın bir yerindedir mutlaka. Kafasını kaldıran muhafızlarıyla birlikte muhteşem bir saray yahut aynı ihtişam içinde bir büyük katedral ile karşılaşır. İnsanlar böylece bir yüksek ve yüce iradeyi derinden hisseder, hissettirilir ve baş eğer. Bütün cadde ve sokaklar da oraya açılır.
Bizim geleneğimizde öyle bir şey yok, dolayısıyla meydanlarımız da yok.
Sarayın kapıları bile insan boyundan alçak yapılır ki hünkâr boyun eğsin geçsin, kendisinden büyük bir YÜCE İRADE olduğunu daima hatırlasın.

gazete

6 Haziran 2013 Perşembe

Taksim düştü kel göründü!

Ahmet TEZCAN

Taksim düştü kel göründü!

6.6.2013

Çok sıkıntılı günleri inşallah geride bıraktık, şüphesiz bundan en çok etkilenen de sade vatandaşımız oldu. Hareket başlarken ben de bir vesile İstanbul'da, tam da Taksim'in göbeğindeydim. Olaylar Ankara'ya taşınınca da Başkent'in sıkıntısını yaşadım diyebilirim. Eve hangi yönden ulaşacağımızı şaşırdık adeta. Polis, göstericiler ve her yön barikatla tutulmuş. Nedir ne oluyor dendiğinde de cevap, "agresif gruplar var" oldu. Eve girdik bu defa tencere, tava ve siren sesleri. Velhasıl hayli tedirgin olduk. Uzak yakın herkes bir kere daha bu tedirginliği yaşadı. Kimsenin bu olaylar karşısında koltuğunda rahat oturduğu söylenemez. Yaşı müsait olanlar "Ne oluyor, 70'li yıllara yeniden mi dönüyoruz?" dediler. Sokaktakilerin çoğu ise o günleri yaşamadığı için gençlik heyecanına kapılıp şölen havasında bir harekete destek verdi.
***

Ama işin aslının bilinmesi lazım. Bu olaylar şapkamızı önümüze koyup bir kere daha aklıselimle düşünme ve değerlendirme zaruretini ortaya koydu. Bizim ülkemiz her an bu tür krizlere gebedir. Bugün Recep Tayyip Erdoğan yarın bir başkası. İşin başında kim olursa olsun bu değişmez. YÖNETEN konumda bu topraklarda kimseyi rahat bırakmazlar. İddiasız, yönetilen, güdülen, başı yumuşak bir yapı kurup kimsenin tavuğuna 'kışt' demeseniz bile rahat olamazsınız. Bunun çok çeşitli sebepleri var. En önce ve hali hazırda dünyanın enerji ihtiyacının yüzde 65'inin sağlandığı bir bölge burası. Din ve mezhepler bakımından da tam bir mozaik. Bütün semavi dinlerin ve en keskin mezhep hareketlerinin merkezi. Dünyada hangi ülke Mekke, Medine ve Kudüs'e kuş uçuşu iki saat mesafede? Atina, Brüksel, Moskova, Tahran ve başlı başına Kafkasya. 250 milyon nüfuslu Türk dünyasıyla akrabalığımız, Akdeniz, Karadeniz ve Hazar bir potansiyel. 54 ülkede 1 milyardan fazla insanın yaşadığı Kara Kıta Afrika. Maden ve petrol zengini olduğu halde hiç huzur bulmamış, karnı da doymamış insanlar.
***

Bu bölge, ekonomiyi, turizmi olduğu kadar savaşları ve çatışmaları da besleyen bir bölge. Altı asırlık bir imparatorluk mirasçısı olan Türkiye bu insanlara ulaşıyor, kardeş bölgelerle yeni ilişkiler kurmak için çabalıyor, bu da başkalarını çok ama çok rahatsız ediyor. Karışıklık ve kargaşaya malzeme olmayalım yeter. Bu milletin sağduyusu her şeyi çözer.

gazete

30 Mayıs 2013 Perşembe

Spor sahasında alkol!..

Ahmet TEZCAN

Spor sahasında alkol!..

30.5.2013

Son günlerin en ateşli tartışması ALKOL üzerine, tartışma sertleşerek sürüyor. Hatta konu hızla siyasileşme yolunda… Kimi "gençleri koruma", kimi "yaşam dayatması" olarak değerlendiriyor Meclis'teki düzenlemeyi… Bunun neresinde yer alacağız? Herkes istediği içkiyi, istediği zaman, istediği yerden, istediği kadar elde edebilsin mi?
Yoksa buna bir sınırlama mı getirilsin?
İşin ucunu bıraktığınız zaman alkolizmin de yapı taşlarını döşemiş olursunuz.
***
Yeri gelmişken bir olayı hatırlatmak istiyorum.
Birkaç ay önceydi, İstanbul'da bir alışveriş merkezinde, alkollü içki üreten bir firmanın tanıtım etkinliğinde 8-9 yaşındaki çocuklara içki ikram(!) edilmiş, ilköğretim çağındaki çocukların içki yudumlamaları kameralara da yansımıştı.
O zaman gazeteler; "Böyle rezalet görülmedi" diyerek olayı duyurmuştu doğal olarak.
Şimdi Meclis'in düzenlemesi neden "özgülüğe müdahale" oluyor?
Neden "kendi hayatlarını bize dayatıyorlar" eleştirisi yapılıyor anlamak gerçekten güç.
***
"İktidar yandaşı" diye yaftalanan bir muhafazakar gazetede köşe tutmuş yazar bile "ahlakı devlet üretmez" diyerek düzenlemeye bir ucundan muhalefet ediyor. Peki, devletin üretmediği ahlak hangi yollarla tüketilmektedir canım? Yanıt alabilir miyim?!.. Bizim spor kulüplerimizde bile alkol serbest, örnek mi istiyorsun?
1700 üyeli Ankara Tenis Kulübü… 19 Mayıs'ın içinde, Başkent seçkinlerinin her gün stres attıkları bir mekan.
Viskiden biraya ne istersen var, üstelik T. Tenis Federasyonu Başkanı da haberdar! (Başbakan Erdoğan'ın veya Bakan Binali Yıldırım'ın haberi var mı bilmiyorum) Spor ortamında, çocukların gözü önünde alkol tüketilen bir Batı ülkesi gösterin bana?! Şimdi ben yasakçı mı oldum?


gazete

23 Mayıs 2013 Perşembe

İyiliğin kaybı olmaz

Ahmet TEZCAN

İyiliğin kaybı olmaz

23.5.2013

Ömer Hayyam'ın suçsuz günahsız, çok hoş dizeleri de var, şöyle diyor bunlardan birinde: "Her sabah yeni bir gün doğarken bir gün eksilir ömürden / Her şafak bir hırsız gibidir elinde bir fenerle gelen" Rubailerinde hayata dair çok şeyler söylüyor ünlü filozof.. Biz de bir şeyin çok önemli olduğunu anlatmaya çalışırken; "hayatî önemde" deriz en yüksek perdeden ve bağlarız. İnsanın hayatla olan bağı çok güçlüdür, güçlü olmalıdır. Yalnız bizim için değil, ailemiz, sevdiklerimiz için önemlidir. Bütün olumsuzluklar hayatla olan bağımız zayıflamaya başlayınca ortaya çıkar. İşte o zaman yıkılırız, kaybetmeye başlarız. İntiharlar, cinayetler o zaman ortaya çıkar. Toplumda en tehlikeli olanlar, hayatla bağını koparmış, kaybedecek bir şeyi kalmamış kişiliklerdir. Hayatla bağını koparanın ruhu hasta olmuştur. Gözü bir şey görmez. Onun için etrafımıza, birbirimizi zemmetmek yerine varlığının ne kadar önemli olduğunu hissettirmek gerekir. Olumsuzluklardan, farklılıklardan bahsettiğimiz kadar iyilik ve güzelliklerimizi bulmak için enerji harcamış olsak hayatın rengini değiştiririz. İlişkilerimizi güçlendirir, sevgimizi artırırız. Bu davranış, hayatı kolaylaştırmanın, güzelleştirmenin en kestirme yoludur. Dinler ve çeşitli kültürler de taa başından beri insanlara temelde bunu vazeder. İnsanlara iyiliği, güzelliği bulmanın yollarını gösterir.

***
Şimdi nereden çıktı bunlar demeyin, bakın size bir hikâyem var. Ölmek üzere olan yaşlı bir babanın yatağının başındaki üç oğluna vasiyetidir. "Birbirinize düşmeyin" der yaşlı baba, sahibi olduğu 17 devenin yarısını büyük oğluna, üçte birini ortancaya, dokuzda birini de küçük oğluna bırakır. Babalarının ölümünden sonra vasiyete göre 17 deveyi paylaşmak isteyen üç oğul, bir türlü işin içinden çıkamaz. Çünkü 17 ne ikiye, ne üçe, ne dokuza bölünebilmektedir. Köyün bir bilge kişisi vardır, ona sorarlar. Cevap gayet kısa ve nettir: "Benim de bir devem var, onu da alın hesabınızı yeniden yapın." Cömertliğe şaşıran kardeşler memnundur. Böylece sayısı 18'e çıkan develerin paylaşımı da kolaylaşır. Yarısını, yani 9'u büyük oğul, üçte biri yani 6'sını ortanca oğul alır dokuzda biri olan 2 deve de küçük oğula kalır. Miras paylaşılmıştır ama yine bir sorun vardır; 9+6+2=17 olan hesaba göre bir deve artar. Bilge kişinin kapısını yine çalıp durumu anlatırlar. Yaşlı adam güler ve der ki; "Madem mirası paylaştınız ben de devemi geri alabilirim artık." İnsanların hayatla bağını güçlendireceğimiz bir çift söz, çoğu kez yaşlı bilge kişinin "katkısı" gibidir. İnanın bizim hiçbir kaybımız olmaz.

gazete

16 Mayıs 2013 Perşembe

Oda ve borsalarda değişim

Ahmet TEZCAN

Oda ve borsalarda değişim

16.5.2013

Odalar ve borsalarda müthiş seçim heyecanı yaşanıyor. 'Değişim, dönüşüm' en çok prim yapan slogan… Hangi ilde ne oldu hepsini bilemiyorum ama kaç yıllık yerleşik yapıların gümbür gümbür devrildiklerini biliyorum.
Mesela Rona Yırcalı, son zamana kadar adı DEİK ile birlikte geçiyordu.
Açık yazılışıyla Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu… "Türk özel sektörünün küresel gücü" olarak adlandırılır. DEİK, TOBB'a bağlı olarak çalışır. Rona Bey de icra kurulu başkanıydı yakın zamana kadar.
O görevi devam ediyor mu bilmiyorum?!.. Yırcalı, kendi memleketi olan Balıkesir'de de 37 yıldır Sanayi Odası'nın yönetimindeydi.
Değişim dönüşüm isteyen yarı yaştaki gençler, geldiler yerleşik yapıyı yıkıp geçtiler.
Ticaret Odası'nda da gençler yönetimi aldı, hiç kimse tahmin etmiyordu. Rona Bey'in yıkılışı Roma'nın yıkılışıyla kafiyelendirilerek söyleniyor Balıkesir'de… Yalnız Balıkesir'de mi, birçok ilde 30-40 yıllık yapılar bir bir yıkılıyor.
Kabinenin tek hanım bakanı olan Fatma Şahin'den de dinledim, genç işadamları alttan fırtına gibi geliyorlar.
Bu sefer olmadıysa bir dahaki sefere oda ve borsa gibi meslek örgütlerinin tamamı değişir gibi geliyor bana.
Bu ne demek biliyor musunuz? Demirel Türkiye'sinden kalan yapılara artık kimsenin tahammülünün kalmadığını gösteriyor. TESK de dahildir buna.
Benim derdim değil buralarda kimlerin görev yaptığı… Ancak TOBB'da eskimiş olan bir yapı ve o yapının kabul edemediğim uygulamaları var.
En basitinden mesela; bunlar aynı zamanda bir sivil toplum örgütüyseler neden TOBB'un TESK'in araçları resmi plakalıdır bir türlü anlayamıyorum.
Aidatların icra yoluyla tahsili de garip!..
Bu kuruluşlara üyeliğin gönüllülük esasına dayalı olması gerekiyor.
Milletvekilleri kendileriyle ilgili bir yasa çıkarmaya kalkıştı da yer yerinden oynadı.
Resmiyetle ne alâka?
Eskiden patronaj devletteydi şimdi patron millet!..
Devletçi yapılar değişmek zorunda, ben bunu bilir bunu söylerim. Ankara'ya sonra geleceğiz.

gazete