26 Aralık 2012 Çarşamba

93 yıl önce bugün


93 yıl önce bugün

26.12.2012
Ahmet Tezcan
İşte 2012’yi geride bırakırken Sabah Ankara’da da 7 nci yılımızı doldurmuş bulunuyoruz.
Hiç kopamadığımız gazetecilik hayatımızın 30 ncu yılında bu köşede yazmaya başlamıştık. Başlangıçta Pazar hariç tüm günlerdi ama takdir edersiniz bu kolay değil. Sebatla devam ediyoruz ama artık haftada bir kez Perşembe günleri kent yazılarıyla burada buluşmaya gayret ediyoruz.  
****
Ankara’nın tarihi, coğrafyası, siyasi ve sosyal hayatını önceleyerek, 5 Ocak 2006’dan bu yana kent hayatı içinde gününe ve gündemine uygun olarak değinmediğimiz konu olmamıştır.
Sabah Ankara Başkent’e göz kulak olma iddiasıyla yola çıkarken biz de yazılarımızda aynı hedefi gözetmeye özen gösterdik.
Yüreğimizde hissetmediğimiz hiçbir yazımızı sütunlara taşımadık. Hep yapıcı yönüyle olaylara baktık ve asla yıkıcı olmadık.
****
Üç bin yıldır var olan ama adı Cumhuriyetle birlikte öne çıkan Ankara Türk tarihinde çok önemli bir yer işgal etmektedir, bizim için önemlidir. Biz onun “Ankara”  adını da Asya’dan getirdik. Bunun için de Gazi Mustafa Kemal’e teşekkür borçluyuz. Onun her bakımdan Ankara’ya büyük emeği var.
Ve bugünün tarihi de bu bakımdan çok önemli.
Atatürk 93 yıl önce bugün, 27 Aralık’ta Ankara’ya gelerek Milli Mücadele meşalesini burada tutuşturdu. O nedenle bugün şehirde seğmen kutlamaları var.    
Ben de yılın bu son yazısında büyük milletimize ve Başkent olarak Ankara’ya nice yıllar uzun ömürler diliyorum.     

19 Aralık 2012 Çarşamba

Nice Yıllara

Ahmet TEZCAN

Nice Yıllara

20.12.2012

Ahmet Tezcan/ Gel de yazma 'Ankara sağlığın da başkenti' diye yazmıştık geçen hafta. Hemen yansımaları oldu. Uzman doktor Abdullah Ahmet kendi alanında çığır açmış bir tıp adamı. Yazımda "Doktorların niçin tartaklandıklarını anladım" dediğime alınmış, diyor ki; "Randevusu 5 dakika sarkan hasta veya hasta yakınının hiç tahammülü yok.
Ola ki ameliyat uzuyor, tam zamanında yetişememiş oluyor, randevuya gecikiyoruz.
Hemen saati göstererek çıkışıyorlar, ağzını bozan da oluyor.
Bizim şartlarımızı da anlamak lazım, esasen bu anlayışın karşılıklı olması lazım."
Kent gazetesi olunca söylediğiniz sözün Ankara'da kalacağını düşünmeyin, ulaşması gereken yere ulaşıyor.
Konya Selçuklu Tıp Fakültesi Hastanesi
'nden de aradılar. Hastanedeki bazı sorumsuzluklara ışık tutmuştuk. Basın danışmanı Özlem hanım aradı, çok üzüldüklerini söyledi. "Her an hastalarımızla birlikteyiz.
Ama bazen istenmeyen durumlar da oluyor maalesef" diyerek, sorumlular hakkında gerekenin yapılacağını kaydetti.
***

İşte, biz de her an böyle kentle, başkentle birlikte yaşıyoruz. Olumlu olumsuz karşılaştığımız olayları sütuna aktarıyoruz.
Dile kolay tam 8 yıl olmuş. Doğum günü dolayısıyla SABAH Ankara'nın aile yemeğine bizi de davet ettiler. Bir akşam yemeğinde, büyük küçük tüm çalışanlarla yüz yüze gelme fırsatı oldu. Çok mutlu olduk. Osman Altınışık bayrağı devraldı, başarıyla götürüyor. Ankara'nın 24 saatini izliyor, dinliyor. "Biz Ankara'yı akşam saat 09.00 oldu mu vurup kafayı yatıyor, sanıyorduk" lafı vaktiyle bir devlet büyüğüne aitti. SABAH Ankara onun öyle olmadığını, Ankara'da 24 saat dolu dolu yaşandığını Başkent halkına gösterdi.
5 Ocak 2006'daki yazımıza böyle diyerek başlamışız. Başkent'in gecesi bir alem gündüzü bir alemmiş meğer, bunu SABAH Ankara ile öğrendik demişiz.
***

SABAH Ankara yani "Kent gazetesi" anlamında öncü olmuştur. 16 Aralık 2005'te ilk sayısını okuyucuya sundu, 5 Ocak 2006'dan itibaren sağ olsunlar bize de yer açtılar. O günden bu yana Ankara'ya ve dünyaya bu köşeden bakmaya devam ediyoruz. "Gel de yazma" başlığı SABAH'ın o günkü temsilcisi Aslı Aydıntaşbaş'ın dedesi Sıraç Aydıntaşbaş'a aitti. Sıraç Hoca 70'li yıllarda benim yönettiğim yerel gazetede bu başlıkla yazardı. Ben de ödünç aldım. SABAH Ankara'ya "Nice yıllara" diyorum.

gazete

12 Aralık 2012 Çarşamba

Sağlığın da başkentiyiz

Ahmet TEZCAN

Sağlığın da başkentiyiz

13.12.2012

Ankara'nın sağlık merkezi haline getirilmesi öngörülüyordu, ne aşamada bilmiyorum ama bunun çalışmaları sürüyor.
Ankara'nın SAĞLIĞIN DA BAŞKENTİ olması çok önemli, gerçekleşeceğine olan umudum ise çok yüksek. Zaten böyle bir şey çok gerekli, yalnız Ankara için değil, Türkiye için çok gerekli...
Çok uzak değil üç yıl sonra bu proje gerçekleştiğinde siz bakın o zaman; Avrupa'dan bile hasta akacak. Eskiden apandist için bile yurt dışına giderken işler tersine dönecek ve herkes Türkiye'ye gelecek.

***
2013 yılı bütçesi Meclis'te müzakere aşamasında, en büyük pay savunmadan da önce yine eğitim ve sağlığa ayrıldı.
Yani kuvvetli bir irade var, para da var, geriye bir tek insan unsuru(!) kalıyor. Bunun önüne bir ünlem işareti koyduk, devam edelim.
İsterseniz önce projeyi kısaca hatırlayalım...
Bildiğiniz üzere Etlik'te koca bir SAĞLIK YERLEŞKESİ inşa edilecek. (Batılılar 'kampüs' diyor, bizimkiler 'yerleşke' yi uygun bulmuşlar. (Han, hamam, kütüphane, mabet, aşevi ve şifahanesiyle böylesi tam tekmil yapılara eskiden KÜLLİYE denirdi.) Bilkent'te de bundan bir tane olacak. (Başbakan Erdoğan 25 ilde bu hastanelerden kurulacağını söylüyor.) Ankara Etlik ve Bilkent'teki ŞEHİR HASTANELERİ tam donanımlı olacak. Yani sağlık alanında akla gelebilecek her imkan, en son teknolojisiyle kurulacak. Hava ambulansları ve uydu bağlantılarıyla sağlık konusunda yok yok olacak anlayacağınız.
Başbakan Erdoğan bu sağlık konusunda çok hassas, Sağlık Bakanı Recep Akdağ'ın da bu işleri sabırla, ısrarla ve inatla takip ettiğini biliyorum. Zaten öyle olmasaydı muvafığı muarızı; Yani bu hükümete destek veren yahut karşısında olan herkes sağlık konusunda iktidara hakkını teslim etmezdi. Kiminle konuştuysam el Hak bunu böyle söylüyor.
***
Ancak...
Şimdi geldik zurnanın o sesi çıkardığı yere. İNSAN UNSURU dedik ve bir ünlem koyduk ya, o noktada bu ülkenin sıkıntısı var. Bunu söylerken sağlık alanında çalışan insanların becerisini kastetmiyorum. Validenin hastalığı dolayısıyla uzun bir süredir cebelleştiğimden bazı şeyleri daha iyi anladım. Mesela hastanelerde son zamanlarda sıkça karşılaşılan tartaklama olaylarının asla tek taraflı değerlendirilmemesi gerekiyor.
Ve tıp fakülteleri...
Sanırım büyük kısmı bu konuda en başta sınıfta kalır. Konya Selçuk Tıp'ta hasta inlerken serviste youtube'dan şarkı indirenleri gördüm. Dekanın, rektörün hastaneyle, hastayla hiç alakası yok, başhekim de adamına göre...
Velhasıl buralarda tebabetten önce insanlık dersine zorunlu olarak ihtiyacımız olduğu ortaya çıkıyor. Eflatun'un dediği gibi hastanın bedenini iyileştirmekle tedavi tamamlanmış olmuyor. Büyük sağlık projelerine girişirken bu hususa çok dikkat etmek gerekiyor.


gazete

5 Aralık 2012 Çarşamba

Mesnevi iklimi

Mesnevi iklimi

Ahmet Tezcan/ Gel de yazma
Ankara 5 milyonluk bir kent, hızlı tren bağlantılarıyla Başkentten çevresine,
çevreden başkente akış o ölçekte hızlandı. Konya ve Eskişehir bağlantılarına
yakın gelecekte İzmir’in, İstanbul’un, Sivas’ın dahil olmasıyla gün içindeki trafiğin
nasıl gelişeceğini ömrümüz olursa göreceğiz.
Türklerin son başkentinden ilk başkentine uzanacağım bugün.
Mevsim ne olursa olsun Aralık ayında Konya’da Mevlâna iklimi hüküm
sürer. Kendini o iklimin içinde bulmak isteyenler bugünlerde sevimli bir telaş
içindeler. Şeb-i Arus’a kadar hızlı tren ve otobüsler son başkentten ilk başkente
Mevlâna Muhibleri’ni taşıyacak.
Hz. Mevlâna, yeryüzünde vefatı kutlanan tek insandır, bunu da kendisi
istemiş, ölüm gününü “düğün günü”  ilan etmiştir. Ölüm, sevgiliye kavuşmanın
ilk eşiğidir onun için.

****

Geçenlerde internete düşen bir haber beni çok düşündürdü. Deniyor ki
bundan böyle Şeb-i Arus törenleri İstanbul’da da kutlanacak. Gönül ister ki her
yerde kutlansın ama Mevleviliğin asitanesi Konya’da layıkıyla olsun.
Hz Pîr’in babası, Âlimler Sultanı Muhammed Bahaddin Veled, “Beldelerin
Anası” Belh şehrinden kalkıp 15 vilayet dolaştıktan sonra Konya’yı bulmuştu. Bu
uzun göçün sebebi Moğol istilası ve Harzemşah’tan gönlünün incinmesiydi.
Şeb-i Arus’un İstanbul’a taşınacağı haberi bu yüzden beni düşündürdü; yoksa
dedim ahfadını da biz incitmiş olmayalım?
****

Pazarlama ve seyahat malzemesi olarak yıllarca kullanıldıktan sonra
halıcıların, kilimcilerin elinden kurtarılan Mevlâna İhtifalleri, son yıllarda tasavvuf
konserine, protokol konuşmalarıyla Şebi Arus da siyaset meydanına dönüştü.
Çünkü Mevleviliğin Asitanesinde bu mesele memurlara kalınca, halk da uzaklaştı.
Bu gidişle Mevlâna muhibleri Konya’da Mesnevi iklimini zor bulacaklar.
Nasıl bulsunlar?
Vitrinlerdeki Çin malı müzikli semazenlerde bile artık ney sesinin yerini
“Haniya da benim elli dirhem pırasam” havası almış. Bunu ben gördüm ama
belediyeler görmüyor, çünkü başkanlar afişlerden, bilbordlardan aşağı inmiyor.
Kim bilir diyorum belki de gücenikliğe bunlar yol açmış olabilir? Biz de bu
vesileyle Ahmet Davutoğlu hocama bunu böylece iletmiş olalım. Onun her işi
bırakıp bu işlerle uğraşmasını beklemiyoruz ama bilmesinde fayda var. Ayrıca
sözü ve değerlendirmeleri de benim için büyük önem taşır.
Üzerimize düşeni yapmazsak “elli dirhem pırasam” havasının “Üç mum
yakıp Konyalıyı arasam..” şeklindeki devamını Merhum Karakoç’un “ha
Hasan’a ha sana” deyişiyle bize hatırlatırlar unutmayalım.

28 Kasım 2012 Çarşamba

Kızartma yağları ne oluyor?

Kızartma yağları ne oluyor?
Ahmet Tezcan/Gel de yazma

Her daim kızartma mevsimidir bizim memleket, patatesten karnabahara biberden balık çeşitlerine kadar mutfaklarımızda kızartmamız hiç eksik olmaz.
Zaten Türk mutfağında ‘kızartmalar’ başlığı altında sıralanan yemekler çok önemli yekûn tutmaktadır. Hele şimdi tam balık mevsimi, özellikle hafta sonlarında başkentte hamsi tava yapılmayan ev yok gibidir.
Hangi çocuk patates kızartmasından vazgeçebilir? Bunu bildikleri için mısıra, patatese dayalı ‘cips’ sektörü belli tekeller elinde dünyada trilyonluk ciro yapıyor.
****
Lafı fazla dolandırmadan konuyu kızartma yağına getirmek istiyorum.
Bir litre kullanılmış bitkisel yağın 1 milyon litre suyu kirlettiğini biliyor muydunuz? Mutfakta kullanılan yağlar bir veya iki kullanımdan sonra lavaboya boşaltılıyor. Bu yağların bir bidona toplanıp değerlendirildiği hiçbir eve ben şahsen rastlamadım.
Adı üstünde ATIK, kullanılıp atılıyor. Bizde çevre bilinci fazla gelişmiş olmadığından bu gibi meselelere kafa yormuyoruz.   
Avrupa’daki gibi BİYOYAKIT üretimi de fazla gelişmiş değil bu yüzden yağların çoğu ziyan oluyor. Oysa bu konu zararı ve zayiatı yönüyle çok ciddi.   
****
Mustafa Ezici bu atıkların değerlenmesi için çaba sarfeden birkaç kişiden biri, bizim de arkadaşımız. Yıllardır ne mücadele verdiğini yakından biliyorum. Rakamları sıralayınca aklım durdu. Yılda 350 bin ton atık yağdan bahsediyor. Kaynaklar kirletildiği için “Yakında içme suyu dahi bulamayacağız” diyor.
En önemlisi 2008’de çıkarılan kanuna rağmen belediyeler toplama konusunda üzerlerine düşen görevi layıkıyla yerine getirmiyorlar. Atık yağ; Tarım, Sağlık, Çevre, Enerji gibi bakanlıkların da konusu fakat faaliyetleri yeterli değil.
Recep Akdağ, sigara ile mücadelesinin, Taner Yıldız, petrol heyecanının, Erdoğan Albayrak TOKİ çabasının, Mehdi Eker de yağlı tohuma harcadığı mesainin onda birini bu konuya ayırsa bir petrol damarı bulmuş kadar kaynak elde edebiliriz.       

21 Kasım 2012 Çarşamba

Trafik terörü!

Trafik terörü!

Ahmet Tezcan / Gel de yazma 21 Kasım 2012
Şehirde yaşayıp da trafikle başı derde girmemiş bir kimse yoktur diye
düşünüyorum. Kıyamete kadar bu işin çözüleceğini de sanmıyorum.
Öyleyse uğraşmanın manası yok diye oturacak değiliz elbet. Mutlaka
birilerinin bir şeyler yapması gerekiyor.
Cezaların yükseltilerek bu problemin çözülebileceğini söyleyenler var.
Hayır, çözülemez..
Temelinde insanın olduğu her meselede olduğu gibi trafik de daima
hayatımızda tartışma konumuz olmaya devam edecektir.
İhsan Memiş, Ankara’da Karayolu Trafik ve Yol Güvenliği Araştırma
Derneği’nin başkanı, ömrünü trafiğe adamış. Bu kez “Trafik Mağdurları Anma
Günü” dolayısıyla uyarıyor, diyor ki:
Trafik de bir çeşit terördür ve Türkiye, dünyadaki ilk 10 ülke
arasında trafik teröründe 3. sırada yer almaktadır.
Terörlerden terör beğen, her türlü terör nedense bizi buluyor!
Peki, trafik teröründen bahsediliyorsa terörist kim?
Bunu da herkesin kendisine sorması lazım..
Başkan Memiş bir şeye daha işaret ediyor: Mevcut trafik kanunu ve ağır
işleyen bürokrasi..
Bu yüzden çözümsüzlükle karşı karşıyayız. Her yedi kişiden biri trafik
mağduru ve her yıl mağdur sayımız azalmıyor artıyor. (Mağdurlardan biri de
benim. Her hafta bir ekip geliyor, kapı önündeki arabama “kaldırım işgalinden”
bir ceza yapıştırıp gidiyor. Arabanı başka yere koy derseniz koyamıyorum çünkü
apartmanın her yanı Rent a Car otolarının işgali altında. Melih Başkan’a
sorarsanız bunların hepsi gelecek yıl şehir dışına çıkarılacak.)
Trafikteki problemi İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin yahut bürokratları
bilmiyor mu? Elbette biliyor, ancak onların da açmazları var.
Velhasıl “Terör” demek için trafikte hayatını kaybedenin “şehit” gibi
muamele görmesi, yani “adam” değeri taşıması ve mücadelenin de dağdaki kadar
ciddiye alınması gerekiyor.

14 Kasım 2012 Çarşamba

Sözün özü!

Sözün özü

Ahmet Tezcan/Gel de yazma 14 Kasım 2012
“Gerçeğin mayası gözle görünmez” demiş Exupery, yürekle baktığınız
zaman ancak gerçeği görebileceğimizi söylemiş.
Göz işte, gördüğü yere kadar gösterebiliyor!
Görmek için asıl duymak gerekiyor o da kulakla değil, yine yürekle. O hem
duyar hem görür ve her hassa oraya bağlı hareket eder. Onun için bir adama
“yüreksiz” denildiği vakit yalnızca “cesaretsiz” demiş olmuyor, ona her şeyi
söylemiş oluyorsunuz.
“Gerçek ve Görüntü” hakkında söylenmiş yüzlerce söz var belki.

****

Hugo mesela, herkesin insanlığı değiştirmeye çalıştığını ama hiç kimsenin
önce kendisini değiştirmeyi düşünmediğini söylüyor.
Bu da bir başka gerçeğin ta kendisi, üzerine söylenecek tek laf yok.
Laf diyorum çünkü bizimkisi hep laf..
Ama bunlar söz, hem de özlü söz.. Hayatın imbiğinden geçmiş derler ya
öyle..

****

Tahran’da Bab-ı Ali diye bir yer vardı. Adına bakıp bizdeki “Babıali”
çağrışımıyla basınla ilgili sanılmasın, canlı müzik eşliğinde ailece yemek yenilen
“müzikhol” gibi bir mekan burası. Fakat bir farkı var, arada Mevlâna’dan,
Hayyam’dan rübailer söylenen bir yer.. Farisi diliyle terennüm edilen muhteşem
mısralar rebab, ud, def, daire eşliğinde icra ediliyor.
Orada bir sühan yani söz ustası, “ilk sahibinden selamla” diye başlıyordu
söze. Söz’den söz ederken ilk sahibi anılmadan geçilmez. Biz de ondan bir sözle
kapatalım:
Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer hakikaten inanıyorsanız muhakkak üstün olan
sizsiniz.

7 Kasım 2012 Çarşamba

“Bu ülke” ve o ülke!



Gel de yazma
Sabah Ankara bir şehir gazetesi, şehir demek medeniyet demektir..
Bu paralelde şehir gazetesi de; medeniyete dair mevzuların işlendiği
toplumsal bir iletişim organıdır. Aykırılıkları yerecek, uygunlukları öveceğiz, bize
düşen bu..
Şehirde yaşıyorsan davranışlarını törpülemek, medeniyetle bağdaşır bir hal
geliştirmek durumundasın, sana düşen de bu. Dağ başıymış gibi Kızılay
Meydanında bir ağacın dibine tüküremezsin mesela..
****

Bazı şeyler var ki insanı çok düşündürüyor. Düşündürmekle kalmıyor bazen
yere baktırıyor..
Neden mi söz ediyorum, şu Amerikan seçimlerinden..
Amerikalıların kimi tercih etmiş oldukları değil, seçimden sonraki tavır ve
davranışlarıdır beni düşündüren..
Romney denen adam seçimi kaybetti, kaybetti ama kalktı dedi ki:
“Ben ülkeme inanıyorum, inanıyor ve güveniyorum. Hükümete de
teşekkür ediyorum, bize böyle bir seçim süreci yaşattığı için..”
Romney’nin söylediği bu sözlerin özeti olan cümleyi de salonun alnına
kocaman yazmışlar:
Believe in America..
Bunun bir TAKIM işi olduğunu vurgulayarak, her bireyi ve aileyi de yükseltip
yücelterek başarıyorlar.

****

Seçilen başkan Obama da bu çizgiden şaşmıyor, her fırsatta ülkesine,
insanlarına olan güvenini ve inancını kuvvetle ifade ediyor. “Benim ülkem,
bizim ülkemiz, insanlarımız” gibi; kuşatan, kucaklayan, saran, büyüten,
yücelten ifadelerden başka söz dökülmüyor ağızlarından.
En azından yönetici konumdaki adamların, ülkesini ve insanını aşağılayan,
zayıflatan, küçülten galiz sözlere yer vermediklerine şahit oluyoruz.
Adamlar, IRK-RENK gibi mülahazaları aşıp BÜYÜK olmuşlar. “Devlet
adamı” kimliği taşıyan ve topluma “rol-model” olanların söz ve davranışlarına
da bu büyüklük böyle yansıyor.
Bizdeki konuşmalarda ise aynı konumda olanların “bu ülke” diyerek
Türkiye’den bahsetmelerine de kahroluyorum.
Yanlışsam Meclis’teki Dışişleri bütçesi görüşme tutanaklarına bakın farkı
anlarsınız.

31 Ekim 2012 Çarşamba

Eski evler yenileniyor ya gönüller?!..

Gel de yazma

Eski evler yenileniyor ya gönüller ?!..



Birçok yerde eski Türk evleri restore ediliyor.
Sıvası dökülmüş yıkık dökük eski evler, bir bakıyorsunuz boyalanmış cilalanmış
ve aslına uygun olarak yenilenmiş..
En yakın en güzel örneklerini Ankara’da Altındağ’da görebilirsiniz. Başkan
Veysel Tiryaki ilçedeki pek çok eski evi bu şekilde dönüştürdü.
Yalnızca Ankara’da değil birçok şehirde gördüm bu çalışmayı.
Dış duvarları yüksek, cumbalı, iç avlulu, mabeyinli o evlerde doğup büyümüş biri
olarak benim çok hoşuma gidiyor bu dönüştürme işlemi..

****

Eski evlerin cumbası binanın çıkıntısıdır, pencereleri iki yandan yukarı doğru
sürgülü olarak açılır, sedirde sırtınızı sokağa verip fesleğen saksısının arkasından
gelen geçeni seyredersiniz.
Niçin fesleğen saksısı, onun da esprisi var kendine göre.
Bir kere eski gelenektir.. Her evde mevsimi gelince fesleğen başta olmak üzere
teneke kutulara bolca çiçek ekilirdi. Fesleğenin güzel kokusu fena kokulara perde
olduğu gibi bazı haşarata da manidir. Fesleğenin seyir penceresi önüne konulması
ise yalnızca kokuya yakın olmak değil, oturana da perdedir. Dolayısıyla konu-
komşuya “akşama kadar pencerede” dedirtmemek gerekir. Ayrıca mahallenin
gelin ve damat adayı gençleri fesleğen ardından çaktırmadan gözlenir.
Bahçedeki musluğun önü tuğlayla çevrilip, betonla sıvanarak küçücük bir havuz
oluşturulur, kenarına da bu çiçekler dizilirdi.
Bu küçük havuz da çok önemlidir. Bahçeye ekilen domates, biber gibi sebzeler,
bu havuzcukta toplanan suyla sulanır, böylelikle kullanma suyu değerlendirilirdi.
Eskinin insanı ekmeğin suyun dirhemini boşa harcamazdı.

****

Velhasıl TOKİ’nin görkemli sitelerine değişilmez o eski evlerin çoğu artık birer
ticari mekan, içinde ne babanne çığlığı ne çocuk sesleri duyabilirsiniz. Yalnızca
görüntüleriyle teselli buluyoruz.
Eskiden herkesin evi ayrıydı ama gönülleri birdi. Şimdi aynı sitelerde
oturduğumuz halde gönül beraberliği içinde olduğumuzu söylemek çok zor.
Birbirimizi hiç tanımıyor, tanımak da istemiyoruz.


24 Ekim 2012 Çarşamba

Hayırlı bayramlar




Bu vesileyle bayramınızı kutluyor, kurbanınızla birlikte dualarınızın kabulünü diliyorum.

17 Ekim 2012 Çarşamba

Anneme Şifa dileğiyle


                                                            Ahmet Tezcan / Gel de yazma
Bir haftadır bir hastane odasında 80 yıllık yorgun bir bedenin ağrısını acısını dindirmeye, dinlendirmeye  çabalıyoruz.
Doktorlar, hemsireler, hastabakicilar..
Uzaktan yakından dostlar, çocuklar, torunlar hepimiz bu son aile büyüğümüz için seferberiz.
Dualar ediyor, şifa dileğinde bulunuyoruz.
Annem, artık 40 kg kadar kalmış olsa bile bu yorgun bedeni kaldırmaya  takât bulamıyor.
Genç bedenlerden bulduğumuz beş torba taze kanla belki bir nebze toparlandı. (Burada onlara mutlaka teşekkür etmeliyim. Melike Güler'e, Seda'ya, Mustafa Büyükbayram ve Hurşit Komşuoğlu ile Ulaş'a ve Sadettin Çiçek'e bilhassa teşekkür ederim. Çoğu Selçuk Ünivesiteli gençler, bir anonsla imdadımıza koştular..)
                                                   ****
Nabız, solunum, tansiyon değerlerini gösteren monitör ve serum
kabloları..
Elinde, kolunda damar girişleri ve boynunda kateterlerle annem başka bir varlığa dönüşüyor sanki..
Sabahlara kadar uyku yok, sağına soluna çevirmede zorlanıyoruz, damarları bulunamıyor, her yani delik deşik, iğneden yer yer morarmış kolları iki yanda tebabete ve Allah'a açık.
Sağlığı yeniden kazanmak her yerde bu kadar zor ve ızdıraplı mı ?   
Onun acısını bedenimde hissedemesem de ızdırabını taa içimde duyuyor, gözyaşlarıma mani olamıyorum.
Bazen gözünü aralayıp fısıldıyor, biliyorum, boğazı dudakları kurudu, bir yudum  su veriyorum yahut  bir iki üzüm tanesi sıkıyorum ağzına o kadar.
                                                    ****
Bu kadar mı yorumuştun anne, seni yoran işler miydi yoksa bizler miydik?
Oysa 60 yıl önce bana hamileyken mahallenin en güzel geliniymişsin. Upuzun boyunla komşu kadınların sana "Konyalı gelin" lakabı taktıklarını, hayran kaldıklarını duymuştum..
80 yılın sonunda 6 çocuğuyla artık annem çok yorgun, hasta, ihtiyar bir anne o..
Yalnız "anne" değil, 15 torunun "büyükanne"si ve bir ömre bedel torun çocuğu üç "canavar" ın da "büyük büyük anne"si..
Geçen hafta hastanede yazmaya fırsat bulamamıştım, yedi yıldır bu sütun belki ilk kez boş kaldı. Bu defa bir fırsat Annemin başucunda sabahı beklerken duygularımı yazdım, sütun boş kalsın istemedim.
Tedavi sürüyor, annem ve tüm hastalar için Allah'tan şifa, dostlardan dua bekliyoruz.

3 Ekim 2012 Çarşamba

Kocatepe ve engeller

Kocatepe ve engeller

Ahmet Tezcan/Gel de yazma
Kocatepe Camii ve engelliler konusu daha önce de bu köşede yer aldı.
1 Milyon liraya (eski parayla 1 trilyona) asansör yaptırdılar kullanmıyorlar
demiştim. Engelli vatandaşımızın Kocatepe’ye ulaşamadıklarını dile getirmiştim.
Camiler ve Engelliler Haftası dolayısıyla nihayet asansörün faaliyete geçtiğini
gördüm.
Lakin yine bir engel daha çıktı, Kocatepe’de engeller bir türlü bitmiyor.
Bu defa da caminin mimarı “benden onay alınmadı” diyerek asansöre karşı
çıkıyormuş.

***

Asansör yapmak için caminin neden üç kat delindiğini de sormuş Mimar, ibadet
mahalline tek kat bir asansörle ulaşılabileceğini söylüyormuş..
Mimar haksız değil, ama tam olarak haklı da değil.
Caminin mimarı Hüseyin Tayla, şu anda 90 yaşına ulaşmış tecrübeli bir usta.
Fakat, Büyük Usta hanımları unutuyor. Özellikle Cuma namazında erkekler ilk iki
katı doldurunca kadınlar 3. kata çıkacak yol bulamıyorlar. Şimdi asansörü
kullanarak en üst kata çıkabilecekler.
Asansör yalnızca engelliler düşünülerek kurulmamış olmalı.

***
Kocatepe, herhangi bir cami değildir..
Başkent’in “ulucamii” niteliğindeki bu muhteşem mabedin cemaati ve ziyaretçisi
mahalle sakinlerinden ibaret de değil..
Yerli yabancı, İran’dan Bosna’ya, Avrupa’dan Ortadoğu’ya Başkent’e yolu düşen
misafirler Kocatepe’ye uğramadan geçmiyorlar.
Bugün caminin konferans salonunda “Camiler ve Engelliler” paneli var, saat
14.00’te.. İlgili Bakan Sayın Bekir Bozdağ da katılacaktır umarım.
Çok değerli bilim adamları İslam’ın ve Peygamberimizin engellilere bakışını,
sosyal hayatla ilişkilerini, din hizmetinden yararlanmaları için alınan tedbirleri
anlatacaklar.

***
Bence Kocatepe’den başlamalılar anlatmaya..
Minarelerdeki hoparlörlerin neden çalışmadığı, binden fazla camiden yankılanan
Kocatepe ezanını komşuların neden duymadığı, saçaklara konulan 16 hoparlörle
yan apartmanların sarsılması yüzünden yaşanan tartışmalar, yerin 20 metre
derinindeki tuvaletlerin “korku tüneli” ne dönüştüğü gibi her şey dile gelmeli.

***

Kocatepe, ENGEL konusunda çok iyi bir örnektir. En büyük engel de, camiyi
yöneten iradedir.
Yani Diyanet Vakfı..
Vakıf, Kocatepe’nin yönetiminde başarılı olamamıştır. Bu bilindiği için Başkan yeni
bir genel müdür atamış, Çankaya Müftüsü de yeni, dileriz birlikte başarırlar.
Burada çok iş var yapılacak.
Çankaya ve Ankara Müftüleri vakit namazını bazen bir adım ötelerindeki
Kocatepe’de cemaatle eda etseler bunlar şimdiye hallolurdu.

26 Eylül 2012 Çarşamba

Seyyah gözüyle Ankara

Ahmet Tezcan/Gel de yazma

 
Eski İngiltere Büyükelçisi Ankara’nın yeşilliklerini öve öve bitirememiş,
Falih Rıfkı’ya bağlarından, bahçelerinden bahsediyor.
Bugünü görseydi diyorum dilini yutardı her halde şaşkınlıktan..
Fransız coğrafyacı George Perrot, 1800 lerde Ankara’ya gelmiş. Ermeni,
Rum, Yahudi, Fransız ve İtalyan azınlıklardan, onların mezarlıklarından söz
ediyor. Zamanın zengin kesimi de şehrin güney doğusunda; süslü binalarda
otururlarmış. Bugünkü Gaziosmanpaşa tarafları oluyor..
Bir şey değişmemiş demek ki?!
Türkler’in de çoklukla Kale semtinde oturduklarını söylüyor Perrot..
Günümüzün gözde semti Çankaya’dan “Çengi Kayası” diye bahsediliyor.
Çankaya adı buradan gelmiş olmalı, “Çengi” ve “kaya” kelimeleri
birleştirilmiş.
Atatürk, Reisicumhur Köşkünü yaptırıp yerleşince Cumhuriyet eliti de
çevresine toplanmış.
****
İstanbul’daki Alman Hastanesinin ilk Başhekimi Dr. Mordmann da 19.
asrın sonlarında Ankara’yı ziyaret eden yabancılardan..
Kent insanlarının çalışkan olduklarından bahsediyor Dr. Mordmann, yün,
yapağı, tiftik üzerine bir uğraş.
Birkaç yabancı dışında Türk hekim yokmuş o zamanlar Ankara’da. Dr.
Mordmann, Ankara’nın hekimleri olarak; Palermolu Leonardi, Yunanlı Rigas,
Udimeli Bartalomeo Malfatti ve Fransız Duclos gibi birkaç isim sayıyor.
Tournefort ve Texier isimli seyyahlar, -ne için gelip dolaşmışlarsa-
Ankara’da sanayileşme adına hiçbir şeye rastlamadıklarını anlatmışlar.
19 yüzyılın başlarında Ankara’da Levant Company İngilizlerin ve East
İndia Company adlı Hintli şirketler faaliyet göstermiş, şirket çalışanları, refah
adına bir şey bulamadıklarını not düşmüşler hatıralarında..
****
Bunları ben Nejat Akgün’ün, “Burası Ankara” adlı kitabından öğrendim,
ilginç bilgiler var.
Anladığım kadarıyla 19 ncu yüzyıl Ankara için iyi bir zaman değil.
Gerçekten Ankara’nın geçmişte çok kötü dönemleri olmuş, toplumsal
hayatı gezginlerin hatıralarından öğreniyoruz, bilgiler sınırlı..
Çeteler de sadece bugüne mahsus değil, Anadolu’daki ayaklanmalardan
Ankara çok çekmiş..
Ancak, bugünkülerle kıyaslandığında yakıp yıkan, insanları haraca
bağlayan, baskınlar yapan o günün çeteleri eminim mumla aranır.
Bilmem yanılıyor muyum?!..

10 Eylül 2012 Pazartesi

Başaracağız


                                                          Ahmet Tezcan/Gel de yazma
Okulların açılışı ile herkesin işi de, telaşı da arttı.
Öğrenci nüfusumuz bile 17 milyonu buluyor, bu rakam birçok komşu ülkeyi
katlıyor.
Bu işlerin üstesinden gelmek kolay olmasa gerek.
Şu “dört dörtlük minikler” in yani “4+4+4” sistemine dahil yavrularımızın
sayısı bile milyonu geçiyor.

****

İl Milli Eğitim Müdürlüğü bilgilerine göre, dört dörtlüklerin Ankara’daki sayısı
100 bin dolayında öngörülüyor.
İlkokulların 1. sınıfına  (66 ay ve üzeri) zorunlu kayıt olması gereken öğrenci
sayısı 90 bin 178, tahsis edilen şube sayısı  3 binin üzerinde.
Şube başına düşen öğrenci sayısı 33 olarak planlanmış.

****

Rakam vermişken Ankara’nın  bu seneki rakamlarını da söyleyeyim.
Toplam resmi okul sayımız 1384 ve özellerle birlikte bu rakam 1800’ü geçiyor.
Ankara’daki toplam rakam derslik baz alındığında 26 bin 33..
Öğrenci toplamı ise 926 bin..
Bunun yalnızca 25’i imam hatip lisesi, onun da 12’sinin içinde imam hatip
okulu (İHO) mevcut..
Yani yaygaraya neden olacak bir durum yok.
Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’e bu nedenle yapılan tazyiklerin ideolojik temelli
olduğunu düşünüyorum.

****

Esas önemli olan müfredat..
Milli Eğitim müfredatımız şimdiye kadar hiç bu kadar gerçekçi olmadı.
Çocuklarımıza, geleceğimize okutulan, öğretilen şeylerin, milletin kültürüne,
tarihine, geleneğine uygun olması nedense pek istenmedi?!
Artık bu memleketin çocukları kendi inancına, kendi coğrafyasına uygun
müfredatı takip edecek ve kendi olacak.
Zil çaldı, bize de buradan hayırlar dilemek kalıyor.

2 Eylül 2012 Pazar

Gerçekçi olalım kendimiz olalım


                                                              Ahmet Tezcan/Gel de yazma

Okulların açılışı yaklaştıkça sektöre dâhil olanların telaşı arttı. Zordur, bizim gibi bir memlekette işlerin üstesinden gelmek öyle pek kolay olmaz.
Bunun çok çeşitli sebepleri var.
Bir kere Türkiye, idaresi kolay bir ülke değildir, dünyanın en iyi yöneticilerini getirseniz bu ülkede -argo tabirle- çuvallarlar.
Her konuda Türkiye’nin içte ve dışta müdahili çoktur ve dış müdahillerimiz de içeriden çok kolay işbirlikçi bulabilmektedirler.
Baksanıza çevrenize, bunca katliamlarına rağmen Beşar Esed'ın bile bu ülkede taraftarları var.
Bu yüzden bu memlekette en zor sağlanan şey her zaman MUTABAKAT olmaktadır.

****

Türkiye, 50-60 yıldır hiçbir konuda tam anlamıyla kendisi olamamıştı.
Bu nedir biliyor musunuz? "Müstemleke" halinin kibarcası. Biz 50-60 sene çok az şeyi kendimiz planlayıp programlamışızdır, bu yüzden ülke menfaatleri değil, çoğu kez dengeler gözetilmiştir.
Bakın eğitimden örnek verelim.
“Müfredat” denilen okullarda çocuklarımıza uygulanan program, hiç gerçekçi olmamıştır. hep dayatılan bir program oldu.
Eğitim namına verilen şeylerin milletin tarihine, coğrafyasına, geleneğine,kültürüne uygun olması pek istenmemiştir nedense?!
Bizim öğrencilik dönemimizde mesela; tahtaya asılan haritada, Türkiye’nin kuzey doğusu boydan boya sarı renkte boyalı ve üzerinde dört harf yazılıydı: S.S.C.B. Bunun başka bir ülkeyi simgelediğini bilirdik de telaffuz dahi edemezdik. Bu SSCB’de kimler yaşar, kaç kişidir, nasıl idare edilirler pek bilmezdik.
Meğer o ülkede Türkler de varmış, Gürcüler, Ermeniler de yaşarmış!
Komünist filan olduklarını çok sonraları öğrendik, uğruna çetin kavgalar verildi ve bu kavgada kendi bayrağımızı değil, onların orak çekiçli kızıl bayrağını dalgalandırdılar. Tam bir kimliksizlik, aymazlıktı bir bakıma. Şimdi onlar "ulusalcı" kesildiler, bayrak diyorlar da başka bir şey demiyorlar. Ruscu olmayanlar Çinci oldular, hatta zavallı Arnavutluktan Enver Hoca diye bir diktatöre öykündüler.
Kendimiz olamadık bir türlü yani..
Velhasıl müfredatı herkes kedi ideolojisine uydurmaya çalışırdı.

****

Türkiye, patronajını henüz devraldı ve şimdi işin başında tam manasıyla olmasa da kendisi var. Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer'e hücumların sebebi de bu, ideolojik yani. Çünkü Türkiye, ne öğreteceğine şimdi kendi karar veriyor, müfredatını kendi hazırlıyor.
Ekonomi, çalışma hayatı, diplomasi hemen her konuda bu böyle..
Türkiye artık kendi işini, olabildiğince yerli ve milli kaynaklardan kendisi görmeye çalışıyor. O nedenle başarı da başarısızlık bundan sonra kendine ait olacak.

****

Öğrenci sayısımız bu sene 17 milyonu buluyor. Etrafımızdaki birçok ülkenin nüfusu bile bu rakamı bulmaz. Şu “dört dörtlük minikler”in, yani 4+4+4 sistemine girecek yavrularımızın sayısı bile 250 bini buluyor.
Aslında bugün ben onları yazacaktım. “Çişini yapamaz, düğme ilikleyemez, 20’ye kadar sayamaz” diye çocuklarını olumsuzlayan anneleri yazacaktım. Fultaym mesaide, “çalışan anne” oldukları için çocuklarıyla tam meşgul olamadılar zavallılar, kabiliyetlerini de bu yüzden kestiremiyorlar.

30 Ağustos 2012 Perşembe

Egemenliğe uzanan el..



Ahmet Tezcan/Gel de yazma
 
Hiçbir memlekette milletin meclisinde bulunup vekalet üslenmiş olanların,
devlet- millet düşmanlarıyla bu derece sarmaş dolaş ilişki içinde olamayacaklarını
yazdım geçen yazımda..
Milletten maaş alıyor ama milletin çocuklarını katledenlerle
kucaklaşıp öpüşüyorlar..
ABD’de yahut Almanya’da veya Fransa’da hiçbir ülkede bu nevi davranışlar
karşılıksız kalmaz. Bunun bizde de bir yaptırımı olmalı dedim ve bir kitaptan
bahsettim:
Prof. Ahmet Mumcu yazmış, adı SİYASETEN KATL..

****

Örfi hukuku, hükümdarın kudretini incelemiş tarihten örneklerle, kurumsal
olarak “siyaseten katl”in tarihsel gelişimini anlatmış.
Bir bakıma Osmanlı’da devletin dolayısıyla milletin egemenliğine uzanan
ellerin nasıl kırıldığını anlatıyor. Hükümdarın kudretinin son sınırı diyor,
“kendi takdir hakkını kullanarak ölüm cezası verebilmekti.. Tabii bu, egemenliğin
tek elde toplandığı devletler için söz konusuydu” diye de ilave ediyor.
Osmanlı, Abbasi, Bizans, Selçuklu mirasçısı bir devlet, daha da eski; Türk ve
Moğol kültürlerinin de mirasçısı..
Hükümdara siyaseten katl hakkını tanıyan kurumun gelişme göstermesi
yalnızca Avrupa’ya yayılmış olmasının bir sonucu değil elbette. O zaman
hanedan üyelerinin hükümdarca katledilmelerini nasıl izah edeceğiz?

****

Bu hukuki bir yazı değil, ben de hukukçu değilim zaten. Bu kurumun
Osmanlı’daki gelişimine bakarken günümüze yansıması ve gereklilik hallerini
aklımdan geçirirken bu kitap elime geçti. Bugünkü kurumsal yapıyla bugün bu
nasıl olacaktı?!
Neyse, olmadık mesajlar(!) veriyor olsa da biz kitaba dönelim.
Prof. Mumcu Hz. Ebubekir döneminde yaşanan “ridde” olayını hatırlatıyor
bir yerde. Peygamberin vekili sıfatıyla ridde olayını bastırmaya giden
komutanlarına bir mektup gönderip emre karşı gelenlerin yakılarak
cezalandırılmalarını bildiriyor. Zararsız olanlara bir şey yapılmamasını istiyor,
onların içlerini Allah’ın düzelteceğini söylüyor.
Büyük askeri dehası ile mutlak hükümdar olan Cengiz Han’ın seçildiği gün
verdiği emir: hainlerin boynunu koparın oluyor.
Altınordu Hükümdarı Batu Han da yasaya aykırı harekete eden herkesin
başını kaybedeceğini ferman buyurmuş.

****

Büyük Selçuklu’nun büyük veziri Nizamülmülk de padişahın boyun
vurdurmasını “gayet tabii” olarak kabul ediyor.
Velhasıl “kamu rahatı için” çıkarılan kanun ve nizamlara aykırı cürümler,
“veliyyülemrin aleyhine çalışarak onun şeref ve şanını kıracak şekilde halkı
rahatsız eden, kamunun selameti aleyhine çalışanlar” ve daha pek çok durumun
genel olarak siyaseten katli gerektirdiğini öğreniyoruz.

****

IV. Mehmet, Merzifonlu’nun yerine atadığı Kara İbrahim Paşa’ya mührü
verirken bakın ne diyor:
“Allah’ın kullarını sana, seni Allah’a emanet ettim. Gözünü aç yoksa
seni selefinden beter ederim.”
Osmanlı her konuda olduğu gibi derya, bilhassa devlet idarecileri
bakımından emsalsiz tecrübeler kaynağı, insanın okudukça okuyası geliyor.

26 Ağustos 2012 Pazar

BDP-PKK tandemi*



Ahmet Tezcan/Gel de yazma
Bunların teröristlerle muhabbetini biliyorduk da bu kadarını beklemiyorduk.
Kalkıp bir de sarmaş dolaş kucaklaşmaları her şeyi bitirdi.
Her mücadelenin bir kuralı, ahlakî bir boyutu vardır. İnsan olduğumuz için
aranır bu boyut ve de olmalıdır.
Ne adına olursa olsun -velevki ülkeyi bölme adına- birileri, ellerine silah
alarak, öldürerek, bombalayarak mücadele etmeyi bir yöntem olarak tercih
etmişler, ya da öyle emir almışlardır, çıkış yolu bulamamışlar ve en ilkelini
seçmişlerdir.
Bütün bunlar bir yere kadar anlaşılabilir. Adam neticede silahlı mücadeleyi
seçmiş, katil ve canidir. Bebekleri bile katletmekten çekinmiyorlardır artık, gözleri
dönmüştür.
Onlarla insanlık konuşulur mu, ondan insanlık adına bir davranış beklenebilir
mi? Millete bir müddet başağrısı olurlar sadece ve bir sonuç da
alamazlar.

****

Amma ve lakin mücadelesi için siyaseti tercih etmiş, mecliste vekâlet görevi
üslenmiş olanların kalkıp eli silahlı canilerle kucaklaşıp öpüşmesi, “dağdaki
gençler, bizim çocuklar” diyerek onları sempatize etmeleri ne anlaşılabilir ve ne
de kabul dilebilir.
Eğer bunu yapıyorlarsa söylenecek şey; akıl tutulması içine düştükleridir
yahut terörizmin kuklasıdırlar artık.
Hâlâ savunuluyor olması da zaten bunu göstermektedir. Dolayısıyla onlarla
bundan sonra ne demokrasi konuşulur, ne de hak- hukuk, insanlık mevzu
olmaktan çıkar.

****

Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir hareketin içinde BÖYLESİ görülmemiştir.
Böylesi dediğim, tanımlayamadığım hareketi anlatmada “densizlik”,
“küstahlık” kelimeleri hafif kalıyor, ondan ötesi ama kelimeyi bulamıyorum.
Amerikan kongresinde hiçbir üye devlet millet düşmanı hainlerle kucaklaşıp
görüşemez.. Alman parlamentosunda da bir üyenin böyle bir hareket içine
girmesi asla kabul edilmez, girerse o üyenin siyasi hayatını bitirirler, affetmezler.
Bizim memlekette oluyor maalesef böyle şeyler ve üstelik görüntülenerek
gözümüze sokuluyor adeta! Bir kerecik ekrana gelse neyse, olaydan her
bahseden her bültende dayıyor görüntüyü, iğrençliği milyon kere seyrediyoruz
ekranlardan ve millet olarak kafalarımızın arkasında bir şeyler oluşturuluyor
sanki!
Zaten bu buluşma bunun için görüntülenip yayınlatıldı, bundan sonrasına
hazırlık.. Daha önce kaç kez buluşup öpüştüler kim bilir?!

****

Kaçırıldığı söylenen milletvekili Hüseyin Aygün’den bir örnek;
Olaydan önce (12 Ağustos)yazılı basında Hüseyin Aygün adına sadece üç
haberde rastlıyoruz. 13 Ağustos’ta 40 haber, kaçırıldı denince haber sayısı 303
çıkıyor. Bir hafta müddetle sadece Aygün’den ve dolayısıyla terör örgütünden
bahseden haber sayısı günde 250 nin altına düşmüyor, binleri buluyor.
Propaganda böyle olur(!),Aygün’ün haberleri reytingde o hafta Başbakan
Erdoğan’ı bile geride bıraktı.
Bu BDP-PKK tandemine bir yaptırımın olması lazım, karşılıksız kalamaz.
Elime bir kitap geçti, 3 gündür bırakamıyorum, adı “Siyaseten Katl”, Prof
Ahmet Mumcu yazmış; Osmanlı’da devlet egemenliğine uzanan ellerin nasıl
kırıldığını anlatıyor hukuki bakımdan.

Ecdat, devletin ve dinin düşmanını hiç affetmemiş. Cuma günü bu kitaptan
bir nebze bahsedeceğim.
(*Tandem: Birlikte yürütülen ikili iş)

24 Ağustos 2012 Cuma

Vatana ihanet ne, hain kim?


Ahmet Tezcan/Gel de yazma

TBMM’nin iki numaralı kanunu nedir bilir misiniz?
“Hıyanet-i Vataniyye” yani” “vatana ihanet” kanunudur.
29 Nisan 1920’de Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında Büyük Meclis’in
otoritesine karşı çıkacak kişi ve gurupları etkisiz kılmak üzere hükümetin elini
güçlendirmek için çıkarılmıştır bu kanun.
Birinci Madde aynen şöyledir:
“Büyük Millet Meclisi’nin meşruiyetine isyanı mutazammım kavlen veya fiilen
veya tahriren muhalefet ve ifsadatta bulunan, haini vatan addolunur”
Günümüz Türkçesiyle ifade olunursa;
Büyük Millet Meclisi’nin meşruluğuna başkaldırma niyetinde olarak,
söz, eylem ve yazı ile karşı koyanlar ve karışıklık çıkarmak isteyen kişiler
vatan hainidir.  
Yani devletin temel yapısını yıkmak üzere bir eylem ortaya konulduğunda
bu; “hıyanet” yani “hainlik” sayılmaktadır.
****

Tam 14 maddedir Hıyaneti Vataniye Kanunu, ileriki tarihlerde yapılan
çeşitli değişikliklerle kapsamı daha da genişletilmiştir.
Şimdi sıkı durun..
12 Nisan 1991’de 3713 Sayılı Terörle Mücadele Kanunu ile Hıyanet-i
Vataniye Kanunu yürürlükten kaldırılmış, yerine yeni bir Vatana İhanet
Kanunu’nu da çıkarılmamış.
Yani Anayasamızda bugün sadece cumhurbaşkanları için; “Vatana İhanet”
suçundan yargılanabileceğine dair bir ibare var o kadar.
Günümüz Türkiye’sinde böyle bir kanun yok, hainlik diye bir suç
tanımlanmış, tarif edilmiş değildir anlayacağınız.
Eylemi suç sayan kanun olmadığına göre; vatana ihanetin suç olmadığını
söylemek mümkün müdür?

****

Hemen şu soruları yüksek perdeden sorduğunuzu duyar gibiyim:
Terör, terörist nedir peki, bu suç “Vatana ihanet” kapsamına girmez
mi?
Fidan gibi Mehmetçiklerimizi, sabi yavruları, masum sivilleri katledip
milleti kahrettikleri yetmez mi?
Teröristi gülücüklerle kucaklayıp öpen, onlara “canımız ciğerimiz”
muamelesi çekenler hangi kategoriye girer peki? 
Evet, TCK 302-308, Devletin birliği ve ülke bütünlüğünü bozmayı, düşmanla
işbirliği yapmayı, Devlete karşı savaşa tahriki, milli yararlara karşı hareket
etmeyi, askeri tesisleri (karakollar bunun içinde) tahrip etmeyi ve düşmanla (siz
gerilla diyebilirsiniz) anlaşmayı ve ona yardım etmeyi ‘vatana ihanet’ demese de
hainlik kapsamında suç saymaktadır.
O halde biz neyi bekliyoruz?
Ecdadımız, Devletin birliği ve ülke bütünlüğü söz konusu olduğunda
kardeşini, amcasını boğdurmaktan geri durmamış, kimsenin gözünün yaşına
bakmamış da biz bunlara maaş ödemeye devam mı edeceğiz?
Peki, öyleyse hain kim, ihanetin bir bedeli olmayacak mı?
Yan yana koyduğumda katil bile hainden bir gömlek üstün çıkıyor, eli
silahlıdır ve hiç olmazsa bellidir katil olduğu.

19 Ağustos 2012 Pazar

Bilgi, ilgi, illaki sevgi..




Bayramınızı kutlarken Tayland’daki bir anımı paylaşmak istedim bugün.
Birkaç yıl önceydi iletişimle, işimizle ilgili bir geziydi, Bangkok’da bazı
meslektaşlar ve Dışişleri’nin Türkiye ile ilgili bürokratlarıyla görüşmüştük.
Tayland bizden çok farklı bir yer, dili, kültürü, alfabesi bize hiç benzemez,
(a)yı (b)yi seçemezsiniz Tai alfabesinde. İnançları da farklı, Budizm’e inanmış
insanlar, ayakta, oturan, yatan Buda heykelleri önünde her an tazimdeler.
Bizden farklı demek her zaman bize yabancı anlamına gelmiyor.
Tayland da öyle, dolayısıyla sorun teşkil etmiyor. Ancak iklimi çok farklı, her gün
yağmur, her gün ıslak, şemsiyesiz dolaşılmaz bu ülkede.
Anlayacağınız hem nemli hem önemli bir memleket Tayland..

****

Fakat asıl önemlisi mutfak..
Bizi bir dert sardı ki; koca Bangkok’da ne yer ne içeriz, nasıl karnımızı
doyururuz en çok bunu düşündük?
Süslü gösterişli sofralar kuruluyor, bol soslu bol renkli yemekler önümüze
geliyor ama damak başka, birine bile el süremiyoruz. Palmiye yağında kızartılmış
yılan soslu tırtıl mı, yoksa acı soslu maymun pirzolası mı, ne?! Pilav, pirinç lapası,
tuz bilinmiyor, zeytin peynir de hak getire..
İlk başta ve ilk bakışta yemek en büyük sorun gibi gözüküyor. Fakat öyle
olmadığı, zamanla sorunun mesela deniz ürünleriyle aşılabildiğini görüyorsunuz.

****

Heyet adına bize de söz düştü ama hiçbir yönüyle bize benzemeyen bir
ülkede insanlarla ne konuşacaksınız?
Efendim, diyerek söze girdim bilge bir diplomat edasıyla, iki ülke ilişkilerinin
üçayağı olması gerektiğini, bu sağlanmadan ilişkilerin gerçekçi ve sürdürülebilir
olamayacağını söyledim.
Taylandlı diplomatlarla birlikte heyet arkadaşlarım da dikkatle kulak
kesilmişlerdi, sonra başladım sıralamaya.
 İlişkilerin gerçekçi ve sürdürülebilir olmasının birinci ayağı BİLGİ dir,
 İkincisi İLGİ dir,
 Ve üçüncüsü, bence en önemlisi SEVGİ dir.
Bu üç temel üzerine kurulmayan hiçbir ilişkinin sağlıklı sürdürülmesi
mümkün değildir. Ülkelerimizle ilgili önce sağlam bilgilere sahip olmalıyız, bu
yetmez. Ciddiyet ve samimiyetle birbirimize her alanda ilgi göstermeliyiz ve bunu
severek yapmalıyız. Aksi halde yürümez.
Her şey sevgi ikliminde yeşerir.
İkili ilişkilerin üçüncü bir unsur aracılığıyla yürütülmesi de doğru olmaz.
Üçüncü göz, üçüncü el yabancı olur, beni sana seni bana yanlış anlatıp, yanlı
gösterebilir.

****
Bunların hepsi Mesnevîdendi.. Hz. Mevlâna esas insan ilişkileri için
söylemişti bunları. İnsanların birbirine ilgi ve iltifatını istemiş, sevmeden hiçbir
şey olamayacağını taa 13. asırda vaaz etmişti insanlığa.
Bayramdır diye ben de bir bahane hatırlatmış oldum. Görüşmeden çıkarken
Taylandlı diplomat bana ne dedi biliyor musunuz?
Bu formülü kullanmak için benden izin istedi. Benim değil ki dedim,
Mevlâna’nındır ve insanlığa aittir, kullanabilirsiniz.
Peki, o kim diye sordu bu defa, nasıl anlatırım iki dakikada ayaküstü?
O da bizim Buda’mız deyiverdim usulca.. Yanlış mı söyledim diye hâlâ içim
içimi kemiriyor.

12 Ağustos 2012 Pazar

Kocatepe’de semazenler

 Gel de yazma
 
Başkentin ‘Ulucami’sidir Kocatepe, neden mahya asılmaz diye sormuştum.
Mahya geleneği sadece İstanbul yahut Bursa, Edirne gibi payitaht şehirlere
mahsus ise Ankara’mız da son payitaht..
Gerçekten de öyledir..
İstenirse, mahya ve daha ilerisi; kubbe üstünde semazenlerin ney
eşliğinde sema etmeleri dahi mümkündür. Lazer teknolojisiyle harika
görüntüler ortaya çıkarılarak muhteşem bir gösteri olur ve Ankara'nın her
köşesinden de keyifle seyredilir.
Ama dediğim gibi istenirse tabi..

****

Kenar semtlerden Kocatepe’ye akın olur,“özel teravih seferleri” gerekir
denirse belediyeler bunu seve seve üslenirdi.
Bu Ramazan geçti, gelecek Ramazan’a kavuşursak bir heveslisi çıkabilir.
10 bin kişinin aynı anda namaz kılabildiği Kocatepe’nin de böylelikle hakkı
verilmiş olur. Çünkü cemaat caminin, cami de cemaatin hakkıdır.
Kocatepe’nin cemaati eridi gitti bu Ramazan..
Bir coşku yaşanabilmesi için en başta bu işlerin sevilmesi lazım gerçekten
coşan insanların olması gerekir. Kim bu zamanda kalkıp camiyle, cemaatle
uğraşacak dersen olmaz, sevgi dolu yürek..
Diyanet Vakfı bile elinin ucuyla tutuyor artık bu işleri, parkla bahçeyle
uğraşıyor. Otoparkçılar teravih mesaisi yaptıklarına göre ortaklar her halde diye
düşünüyor cemaat?!
Cami, Diyanet’in ilgi alanının dışında gibi.. Kocatepe’nin altında çocuklar
için yer düzenlendi engelli asansörü gibi bir dünya masrafla, daha bir gün iki
tane çocuk görmedim, bir Ramazan süresince çocuklar caminin içini kullandılar
oyun alanı olarak.
Bütün bunlar için Ankara ve Çankaya Müftüleri’ne bir şey sormalı mı
acaba?

****

Ha sahi semazen dedim de; dönüyorlar, hem de gerçek, adamdan
semazenler yani sanal değil..
Yalnız kubbenin üstünde değil, caminin altındaki AVM’de ve de kanun,
keman eşliğinde dönüyorlar! “Dönüyorlar” diyorum, bunlar “dönme
semazenler”, semazenlikten dönmüşler her halde?! Dönme semazenler için
kudüme, neye ihtiyaç yok, çalgı olsun yeter, onlar düğünde, dernekte, nikâhta
şenlikte her yerde dönerler!
Yuh diyesim geldi..
Beğendik AVM’si de böylece “şenlik” kısmına katılmış oldu mübareğin..
Ramazan’da Kur’an dağıtan gazeteler gibi, ihtiyaca binaen(!) olmalı..
Hiç beğenmedik..
Ne gelenek gözeten var ne denetleyen..
Nerede gerçek Mevleviler, Mesnevi’nin ruhuna erenler, nerede
devlet filan dermişim?!
Böylelikle Kocatepe’nin üstünde ararken coşkuyu altında buluyoruz!

****

Mahya teklifimden de vazgeçtim. Bırakın mahyayı Kocatepe’de normal
vakit namazı kılınabildiğine şükretmek gerekir. Nitekim önceki Cuma
Kocatepe’de sabah namazı ve mukabele tehlikeye girmiş, sebep elektriklerin
kesik olması..
Diyeceksiniz ki koca camide bir küçük ışıldak da mı yokmuş?

Küçücük semt camilerinde dahi hini hacet için bulundurulan bir ışıldaktan
bile mahrum Kocatepe.. Kocaman egzozlarından yaydığı zehir ve gürültüyle
mahalleyi ayağa kaldıran eski model dizel jeneratörü de işe yaramamış, gençlerin
cep telefonlarının aydınlatmasında kılınmış sabah namazı.
Namaz bu, vakit şartı var, elektrik bekleyemezsiniz, zamanında edası
gerekir.

9 Ağustos 2012 Perşembe

Türk Şehitlikleri

Gel de yazma

Uzak coğrafyalarda şehitlikleri olan kaç ülke vardır acaba?
Kaç Mehmetçiğimiz vatan toprakların hasret yabancı topraklarda bizden bir
Fatiha bekliyor?
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Myanmar, eski adıyla Burma’daki Türk
şehitliğinden bahsedince bu soruyu sordum kendime.
Cevabı bulmak zor olmadı; Almanya, Arnavutluk, Avusturya’dan tutun
İtalya, Letonya, Polonya’ya.. Romanya’dan, Ukrayna’ya kadar tam 34 ülkede 78
ayrı Türk şehitliği bulunduğunu öğrendim.
Başbakan’ın eşi ve kızıyla birlikte gittiği Myanmar’da bu gece dönüyorlar

****

Türk devlet adamları gezilerinde şehitliklerimizi ihmal etmiyorlar.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İngiltere ziyareti sırasında Portsmouth’daki
Türk Deniz Şehitliği'ni ziyaret ederken çok çarpıcı bir söz söyledi, dedi ki;
“Ülkelerin büyüklükleri sadece başarılarıyla ölçülmez, yaptıkları
fedakârlıklar da çok önemlidir.
Türk milleti çok büyük fedakârlıklar yapan bir millettir.”
Evet, bu millet gerektiğinde canını feda ederek en büyük fedakârlığı gözünü
kırpmadan yapabilen bir millet..
Canfeda millete can feda edilir ve bu çok önemli bir yüksek ruh halidir.
Kafkaslarda, Yemen’de Azerbaycan’da.. Dünyanın öteki ucu Kore’de,
Myanmar’da Türk şehitlikleri var ve böylesi bir ülke dünyada yok.

****

İngilizler, Irak cephesinde esir düşen Türkleri Burma’ya, şimdiki adıyla
Myanmar’a götürmüşler. Myanmar yönetimi şimdi de Müslümanlara zulmediyor,
İngiliz sömürgesi ne olacak?
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Konyalıların iftar yemeğinde anlattı;
dedelerimizin mezarlarının bulunması ve ihyası için Myanmar Dışişleri Bakanı'na
mektup göndermiş, büyükelçimize de “araştır” demiş. Bir şehitlikte 700,
diğerinde 300 şehidimizin yattığı tespit edilmiş, benzer 6-7 şehitlik daha varmış.
Davutoğlu büyükelçiye talimatında diyor ki;
”Bu aziz bayrak için şehit düşen dedelerimizin makamlarına varın,
huzurlarında onlardan ruhsat alın, deyin ki; Uğruna şehit düştüğünüz bu al
bayrağı ebediyen burada dalgalanmak üzere size getirdik.”
Evet, güçlü bir devletin yapacağı işler bunlar, çap ister ister.

****

Rusya ile de bir anlaşma yaptık; yaşanan savaşlarda hayatlarını kaybeden
askerlerin mezarları imar edilecek. Putin Ekim’de Türkiye’ye gelince
Krasnoyarsk Türk şehitliği için yapılan anlaşmaya karşılıklı imza koyulacak.
Yalnız Rusya değil, dünya ölçeğinde şehitlerimizin hatıralarının canlı tutulması için
çalışmalar yapılıyor.
Osmanlı’nın en çok esir verdiği ülkelerin başında geliyor Rusya, Kafkas
Cephesi’nden esir düşenlerin 60-70 bini bulduğu söyleniyor.
Ertuğrul Fırkateyni şehitleri Abdülhamit Han'ın özel elçisi Osman Paşa ile
birlikte Japonya’ya gidiyorlardı, dostluk ziyaretiydi maksatları. 15 Eylül 1890’da
tayfuna yakalanıp Oşima kayalıklarında parçalandılar. Kurtulamayan 260 Türk
denizci adadaki şehitlikte yatıyor.
Görüldüğü üzere dünyanın dört bucağında şehitlerimiz var. Kahraman
vatan evlatlarını Kürt Laz, Çerkez diye değil, Türk Şehitleri olarak anılıyor.
Yaşarken bu ayırım neden yapılıyor anlamak güç?!

5 Ağustos 2012 Pazar

Kavganın kökü dünde



Gel de yazma
Bu memleket yıllarca lider kavgalarından çok çekti, enerjisi de ziyan oldu.
Önce cumhurbaşkanları ile başbakanların yıldızlarının hiç barışmaması gerekirdi.
Sonra siyasiler, cenazede bile yan yana gelemeyecek hale getirilmeliydi..
Halkın kahrolmasını, ülkenin enerji kaybını kim düşünür, basına da malzeme
lazım?!
On yıllarca biz vatandaş olarak bu manzarayı izledik.
İnönü-Bayar, Demirel-Ecevit kavgaları, yakın tarihe gelindiğinde Özal-Demirel-
Çiller-Mesut Yılmaz arasındaki çekişmeler.. Yıldırım Akbulut bile Körfez Savaşında
Özal ile yaka paça oldu.
Bu coğrafyadaki kavgalara sebep bulmak için zahmet gerekmez, yoksa
dahi bir gazete haberiyle ateşlenebilir kavgalar.
İşte en taze örneği Malatya, sahur davulundan toplumsal kavga çıkarmak
istediler olmadı, avuçlarını yaladılar.

****

Geçmişte öyle olmadı, çok kötü sınavlar verdik, çok can yandı, çok ocaklar
söndü.
Sorumlusu da çıkmaz bu kavgaların, neye malolduğu düşünülmez. Memlekete
zarar verenlerin hep yanına kalmış, hiçbir şeyin hesabı sorulmamıştır. (Şimdi biraz
hesap sorulur olmuştur.)
Çünkü baş başa, baş padişaha bağlıydı, en başta kim var kimse bilmezdi bu
memlekette? Ülkeyi kimin yönettiği belli değildi, işleri alttan alta birileri yürütüyor ve
yönetiyordu ama kimse bilmezdi.
Hizmet adına ortaya çıkan siyasi partiler milleti birbirine düşürmek içindi.
Dinimize bir parti kurdular, milliyetimize bir parti.. İşçi, emekçi dediler,
sermaye dediler, yetinmediler mezhep, bölge partileri kurdular ve on yıllarca
bizi birbirimize düşürdüler.
Boğazda oturanların partisi kazandı hep; Ne adı vardı, ne adresi, ne amblemi
belliydi, ne de genel başkanı.. Ama bütün partileri yönettikleri herkesin bilgisi
dahilindeydi.
Ne isterlerse o oldu, kim başbakan olacak, koalisyon mu kurulacak hep onlar
belirledi. Paraları vardı, gerekirse silahlı adamları da.. Önlerine çıkanı suikastla
ortadan kaldırmışlar. Uluslar arası destek bulmada da zorluk çekmiyorlardı, Atlantik
ötesinden medya desteği görüyor, içeridekilere de kaynak oluşturuyorlarmış. Bunları
hep bugün öğreniyoruz.

****

Yıllarca “vur abalıya rejimi” hüküm sürdü velhasıl.
Olaya “sağcı-solcu, dinli-dinsiz, alevi-sünni, Kürt-Türk, zengin-yoksul,
patron-emekçi” diye baktığın vakit yanılırsın.
Nitekim 50 yıldır bu yanılgıyı yaşadık. Bu coğrafyada bundan tabi bir şey olabilir
mi? Yanlış olan bu unsurların üstüne oturup siyaset yapmaktı, temel yanılgı buydu.
Hâlâ bunda ısrar edenler var fakat mevsim geçti, maymun da gözünü açtı.
Herkes çocuğunu en iyi şekilde okutmak, kazanmak, tatil yapmak, iyi yerde
oturmak, iyi beslenmek istiyor, kavga etmek istemiyor. Dinini de dinsizliğini de
serbestçe yaşamak, gezmek tozmak, memleketini sevmek, gururlanmak, başarılı
olmak herkesin hakkı. Kimsenin hakkı gasbedilmesin, torpille iş yapılmasın, eşitlikçi
davranılsın, inancından ötürü aşağılanmasın, takdir görsün..
Herkesin istediği buydu, milleti serbest bıraksan kendi yolunu bulurdu. Ama
rahat bırakmadılar, her gün her an milletin sinir uçlarıyla oynadılar. Sıkıntı, zor ne
varsa önümüze yığdılar. İşleri içinden çıkılmaz hale getirip bıraktılar.
Bugünkü kavganın kökü dünde, dün dünde kalmadı cancazım, üç nesli
etkileyecek tohum attılar. Şimdi ayıklamakta büyük zorluklar yaşıyoruz.
Kavga çıkarmak için yine kaşıyorlar, sakın oyuna gelmeyin.

2 Ağustos 2012 Perşembe

Kocatepe Camii’ne mahya neden asılmaz?



Gel de yazma
Bilhassa büyük şehirlerin ulu camilerinde Ramazan’ın MAHYA yazılarıyla
anılması eski bir gelenektir. Bu gelenek günümüzde ağırlıkla İstanbul camilerinde
devam ettirilmektedir.
İstanbul dışında mahyacılık bildiğim kadarıyla, “eski payitaht” olması
hasebiyle Edirne’de, Bursa’da sürdürülüyor.
İlk başkent Konya’da da camilere zaman zaman mahya asıldığı oldu.

****

Bu sanatın başlangıcı 16 yüzyıla, II. Selim dönemine kadar uzanıyor. Bir
Osmanlı sanatı olan mahyacılık, tıpkı Karagöz-Hacivat, ortaoyunu, meddah
kadar bizimdir. Devrin hafızlarından Ahmed Kefevi’nin Ramazan girince
Sultanahmet Camii'ne bir kandil asmasıyla başlayıp geliştiğini söyleyenler var.
Mahya sonraki yıllarda çok önemli hale gelmiş. Öyle ki; sırf mahya kurulsun
diye Eyüp minarelerinin boylarının yükseltildiği, Üsküdar Camii tek minareliyken
vatandaşın mahya talebi nedeniyle ikinci bir minare ilave edildiği
kaydedilmektedir.

****

Şimdiki iletişim araçlarının olmadığı dönemlerde mahya yazılarının çok
büyük merak uyandırmış. İnsanlar ne yazılacağını merakla beklerken mahya
ustaları yazacakları sözü sır gibi saklar birbirlerine göstermezlermiş.
 "Hoş geldin ya Şehr-i Ramazan" veya “elveda” , "Ya Allah", Ya
Muhammed", "Oruç Tut Sıhhat Bul", "Şefaat Ya Resulullah" gibi ifadelerin
yanı sıra devre göre bu sözlerin yerini veciz(!) siyasi mesajların aldığı da olmuş.
Mesela Cumhuriyet devri mahyalarında:"Ne Mutlu Türk'üm Diyene",
"Cumhuriyet Fazilettir", "Varol İnönü", "Atatürk" , "Para biriktir", "Yerli malı
kullan" gibi yazılar yazılmış
Eskiden kandil gecelerinde de mahya çekilirmiş. Bir keresinde Kadir gecesi
topun patlamasıyla birlikte ezanlarla kocaman bir “La ilahe illallah,
Muhammeden Resulullah” yazısı aydınlatılınca halk çok heyecanlanmış, iftarı
unutup pencerelere, yüksekçe yerlere koşuşmuşlar.

****

Yani Ramazan’ı camilerde renklendirmek, hareketlendirmek, heyecan
katmak gerekiyor, insanları namaza, oruca, ibadete teşvik etmek, sevdirmek için.
Mahyanın espirisi de biraz bu.. Mahyacılıkta “kandil” döneminden “lazer” çağına
ulaştık. Her gece lazerle Camilere mahya yazısı yazmak mümkünken Başkentte
koskoca Kocatepe Camiine neden mahya çekilmez merak etmişimdir?!
Bırakın mahyayı Kocatepe’de ibadet dahi eziyet olmaya başladı. 1 trilyona
yaptırıldığı söylenen cami içindeki asansör çalıştırılmıyor. Engellilerin camiye
girebilmesi ancak kucağa alınarak mümkün olabilir.
Üstelik Ramazan gününde park alanında inşaat başlattılar kompresörle
günlerce insanların kafasını ütülediler. Daha çok ziyaretçilerin oluşturduğu
Kocatepe cemaati Cuma, teravih namazlarına arabalarıyla geliyor. Başlı başına bir
sorun olan “cami çevresi otopark işletmeciliği” anlayışıyla camiye gelen
vatandaş bunaltılıyor.
Bütün bu olumsuzluklar Reis’in “Görmez” tarafına denk geliyor olmalı!
Diyanet Vakfı’nın burada iyi sınav verdiğini söylemek zor. İnsanlar bu
muhteşem ortamda ibadetten daha fazla haz almalı diye düşünüyorum.


29 Temmuz 2012 Pazar

Unutulan Ankara



Gel de yazma


Elime bir kitap geçti, Ankaralıların, Ankara’da yaşayanların tam da
Ramazan’da okuyacakları bir kitap:
“Unutulan Şehir Ankara”
Yazarı Abdülkerim Erdoğan, Ankara sevdalısı bir meslektaşımız..
Kendisi de Ankaralı olan Erdoğan, Ankara’ya ve Türkiye’nin manevi
coğrafyasına kafa yormuş, Vakıflar’da da önemli hizmetleri olmuş bir yazar.
“Ankara Kitapları” başlığıyla yazdığım yazıların birinde bu eserden ve
yazarından bir nebze bahsettiğimi hatırlıyorum.
Erdoğan “doğduğum ve doyduğum şehir” diyerek başlıyor sözlerine,
yalnız bu şehri tanımlarken bu kadarıyla değil, Ankara ile çok şeyi paylaştığını
anlatıyor.

****

Yazar bugünlere gelirken Başkentin tarih içinde yaşadığı süreci duygu dolu
sözlerle dile getirmiş. Haçlıların yağmalarından sultanların taht kavgalarına
göndermeler yaparak bir bakıma Müslüman Oğuz boylarının Ankara’da giriştiği
mücadeleyi ortaya koymuş.
Cumhuriyet kurulurken bütün varlıklarıyla içinde yer alan Ankaralıların
kefen paralarına varıncaya kadar istiklal mücadelesi uğruna
harcadıklarını dile getiren Erdoğan, yönetimde yer alan bazı kişilerin keyfi
uygulamalarına değinmeden de geçmemiş.
Kültür mirasının yağmalandığını, abide şahsiyetlerin merkadlerine bile
saygısızlık yapıldığını ve geçmişe ait değerlerin imha edildiğini dile getiren
Abdülkerim Erdoğan, her biri bir sanat abidesi eserlerin korunmasında vatandaşın
görev üslenmesini istiyor.

****

‘Unutulan Şehir Ankara’ da Seyyid Hüseyin Gazi’den başlayarak; türbeler,
tekkeler, tarihi ve manevi şahsiyetlerle kurdukları eserler, bunlara dair yazılıp
söylenenler “hap” haline getirmiş adeta, yer yer resimlerle de anlatım
güçlendirilmiş.
Ankara Kalesi hakkında pek çok yazı kaleme alınmıştır mesela, ama
Melamî tarikatı şeyhi Hüsamettin Ankaravî’nin kaleye hapsedilme hikâyesini
ben buradan öğrendim.
Şeyh Efendi Haymana Kutluhan’da bir cami inşasını müridleri ve gönüllü
bazı sipahi askerlerle yürütürken İstanbul’a bir haber uçurulur, denir ki;
Şeyh Efendi müridleri ve bir grup askerle birlikte “bir fesada mübaşeret
eylemek üzeredir haberiniz ola..”
Derhal tutuklanır ve Ankara Kalesine hapsedilir.
İlginç olan şu:
Şeyh Efendi mahpus bulunduğu kaledeki görevlilere “Bizi yarın defnedin”
der, ertesi sabah da hücresinde vücudu yıkanmış ve kefeni sarı hurma lifi ile
sarılmış halde defne hazır halde bulunur.
Unutulan Ankara işte böyle menkıbelerle zenginleştirilmiş. Ankara’nın
manevi çehresini anlatıyor bir bakıma.. Ramazan’ın manevi atmosferinde su gibi
gider.

26 Temmuz 2012 Perşembe

Açlık tokluk hesabı



Gel de yazma

 
Ramazan dedik oruç dedik, işte tamamı dört haftalık seçilmiş zamanın bir
haftası geride kaldı.
Bu bir haftalık süre içinde birkaç iftar proğramına iştirak ettim ve en yetkili
ağızlardan yapılan uyarıların beyhude olduğuna bir kez daha şahit oldum.
Oruçlar tutuluyor, namazlar kılınıyor, iftarlar, dualar ediliyor evet, ama iki
noktada yapılan ısrarlı uyarılara da pek riayet edilmediği ortada.
Birincisi, Başkentin belli başlı iftar sofralarında fukara yine yok.
İftar yemeklerimizin, önemli şahsiyetler, heyetler onuruna verilen “şeref
yemekleri”nden hiç farkı yok:
Üst düzey eşraf ve bol çeşit, bol laf..
İkincisi ve daha da önemlisi, israf da bol..
Envai türlü yiyecek içecek ve ucundan koparılmış ekmekler masada
kalıyor. Dualarımızın arasına “yedik, içtik, israf da ettik Allah’ım, bizi
bağışla” cümlesini ilave etmiş olsak belki kendimizi affettirebiliriz.
Pişkin pişkin her şeyi layıkı veçhile yerine getirmiş gibi oturmayız.

****

Oruç, belli zaman içindeki açlık olarak tarif edilemez.
İnsanı yükselten, yücelten, gizli bir ibadettir oruç.
Bedenen yaşanan bir durum, birisi ben orucum demediği sürece sizin onun
aç olduğunu anlamanız mümkün değil.
Günümüz dünyasında açlık çok önemli bir sorun.. Oruçlarımız, iftarda ne
yiyeceğimizi planlama değil, açın halinden anlama meselesidir. Bir dilim ekmeğe
muhtaç insanlar için ne yapılabileceğine dair kafa patlatma zamanıdır.
Dünyada milyonlarca insan bir tas unlu bulamaca muhtaç, akbabalara yem
olarak hayatını tamamlarken medeni dünyaya(!) ve öncelikle Müslümanlara çok
büyük sorumluluk yüklemektedir.
Ve bizim fakirlerden yoksun mükellef sofralarda ilahilerle sazlı sözlü iftar
programları yapmamız ne yaman çelişkidir Allah’ım?! Bunu affettirecek yegâne
davranış bu ortamları fakirlerle paylaşmaktır. Zaten orucun yükümlülük
sebeplerinden birisi ve en önemlisi de budur.

****

Günümüzün insanı açlıkla değil, toklukla imtihandadır bence!..
Aşırı ve yanlış beslenme insanlığın önünde “obezite” gibi mücadelesi
gereken önemli sorunlar ortaya çıkarmaktadır, hem de hayli maliyetli bir sorun.
Oruç açlık ise eğer, tokluktan ölenlerin sayısı açlıktan ölenlerden hiç
de az değildir.
Obezite, yanlış beslenmeyle ortaya çıkıyor belki, fakiri zengini de olmuyor..
Tıp bilimi “hastalık” olarak tarif ediyor obeziteyi, ama mükellef sofralara bakınca
“oburluk” ile akrabalığının bulunduğunu da düşünmeden geçemiyorum.
Dualarda “Açlıkla terbiye etme Allahım” şeklinde yer alan cümleyi ters
çevirmemiz gerekiyor.
Tokluğun hesabı daha çetin ve daha büyük; “Neyi, nereden aldın, nasıl
ve kiminle yedin, ne kadar yedin?” bunların bir bir hesabı verilecek.
Bu hesabı verebilene aşk olsun, afiyet olsun.